27 Eki 2013 için arşiv

Filmekimi Ankara 2013 İzlenimleri – 3. Gün: Genç ve Güzel

Genç ve Güzel (Jeune & Jolie / Young & Beautiful):

François Ozon, Genç ve Güzel’de karşımıza cinselliği yeni keşfeden on yedi yaşında genç bir kızın bir yılını getiriyor. Mevsimlerin adlarıyla bölümlere ayrılmış filmin başında tatilde kendisinden biraz büyük bir gençle ilk cinselliği yaşayan Isabelle’in aşk acılarını izleyeceğimizi sanırken henüz ikinci bölümde onun para karşılığı erkeklerle birlikte olmaya başladığını görüyoruz. Bir mevsim de bu şekilde geçerken yaşanan bir olay sonrası hem yaptığı bu işi bırakmak zorunda kalıyor hem de yaptıklarını ailesi ve yakın çevresi de öğreniyor.

Ozon’un Genç ve Güzel‘i hakkında iyi diyen de çoktu, kötü diyen de. İzleyince ben sevmiş olsam da en iyi Ozon filmleri arasına da sokmam. Gündüz Güzeli‘ne selam çakan senaryosu biraz daha doyurucu olsaymış çok iyi olacakmış ki Ozon’un bu konuda çok iyi olabildiğini biliyoruz. Yine de çok başarılı bir keşif olan Marine Vacth başta tüm oyuncular filmi sürüklüyorlar. Filmin özellikle Isabelle’in fahişelik yaptığı ortaya çıktıktan sonraki bölümündeki mizahı da yerli yerinde. Burada annesinin ve üvey babasının kendisine nasıl yaklaşacağını bilememesi, hatta üvey babasının elinin ayağına dolaşması çok güzel verilmiş (Isabelle ve üvey babasının iki farklı sahnede birbirlerini çıplak olarak görmelerini öylesine çekilmiş sahneler olarak görmemeliyiz). Benzer bir mizahı Isabelle’in bebek bakıcılığı yaptığı aile dostlarının evinde de görmek mümkün. Ayrıca tıpkı bir önceki gün izlediğimiz Mavi En Sıcak Renktir’de olduğu gibi burada da Fransız ailelerinde cinselliğe yaklaşımın çok serbest olabildiğini görüyoruz.

Filmin bazı kilit noktalara basit çözümler getirmesi beni biraz rahatsız etti. Isabelle’in fahişelik yaptığının ortaya çıkmasını sağlayan olay mesela. Senaryo gereği bunu tetikleyecek bir olay gerekiyormuş ama Ozon daha iyi bir çözüm bulabilirdi. Ayrıca filmin başında küçük erkek kardeşin cinselliğe olan merakı nedeniyle hikâyeye bir noktada ağırlıklı bir şekilde gireceği hissediliyordu ama onun hikâyesi bir iki eşcinsellik imasının ötesine geçmemiş. Bunun yanında senaryonun çok sevdiğim yerleri de oldu. Isabelle’in zorla götürüldüğü psikolog onun yaptığı hareketleri en basit çözümle hemen babanın eksikliğe bağlamaya çalışıyor. “Kızın paraya ihtiyacı yok ama fahişelik yapıyor, genelde de yaşı büyük müşterileri var, anne baba da ayrılmış, demek ki kız baba figürü arıyor.” Bu klişe analizi yapmak için yıllarını verip okullar bitirmeye gerek yok. Ozon da bu basmakalıp psikolojik analizlerin bir genç kızın psikolojisini çözmeye yetmeyeceği çok başarılı şekilde vermiş.

Sonuç olarak Genç ve Güzel için iyi bir film demek mümkün ama Evde (Dans la Maison / In the House) sonrası Ozon açısından bir geri adım olarak düşünülebilir.

———-

Filmekimi Ankara’nın son gününde sadece bir film izlediğim için bu yazı bir tek bu filmden ibaret oldu. Ama programdaki diğer filmleri Altın Koza ve Altın Portakal’da izlemiştim. Blogu takip edenler okumuştur ama Filmekimi’nde neler izledik diye gelenler için Filmekimi Ankara programında olup da başka başlıklarda bahsettiğim filmlerle ilgili yazdıklarımın da linklerini vereyim:

Sen Şarkılarını Söyle
Moebius
Bükreş’e Gece Çöktüğünde ya da Metabolizma
Sefertası
Sadece Aşıklar Hayatta Kalır
Benim Babam, Benim Oğlum

Hatta başlamışken oldu olacak Filmekimi programında yer alıp da Ankara’ya gelmeyen ama yine farklı festivallerde izlediğim filmlerle ilgili yazdıklarımın da linklerini vermeden geçmeyeyim:

Ömer
Hayatın Baharı (Uçan Süpürge’de Tomurcuk adıyla oynamıştı)
Heli
Geçmiş
Ateşli Bakışlar

Filmekimi Ankara 2013 İzlenimleri – 2. Gün: Kırık Çember, Bir Hurdacının Hayatı, The Canyons, Locke

Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown):

Belçika’nın Oscar adayı Kırık Çember, hafiften duygu sömürüsüne kaydığı anlar olsa da gayet iyi ve çok etkileyici bir film. Filmin konusu itibariyle duygu sömürüsüne kayması da affedilebilir. Sonuçta filmin başkarakterleri Elise ve Didier’ın beklenmeyen bir hamilelik sonrası çok sevdikleri kızları Maybelle’ın hastalanmasını ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor film. Filmin başında karı-kocayı kızlarının hasta yatağı başında görsek de yönetmen Felix Van Groeningen filmi zamanda ileri/geri giden bir yapıda kurmuş. Böyle yapınca da hüzün ile neşeyi dengelemeyi başarmış. Hastalık süreci ne kadar üzücüyse çiftin ilk tanışmalarından hastalığı öğrendikleri noktaya kadar giden süreç de o kadar neşeli. Ayrıca film boyunca sürekli zaman geçişleri olsa da yönetmen bu olayı da iyi çözmüş, hiçbir kafa karışıklığına yol açmıyor.

Filmin müzikleri de soundtrackini almayı düşündürecek kadar başarılı. Zaten filmin içinde müzik önemli bir yer tutuyor.  Didier’ın bir müzik grubu var. Elise de onunla tanıştıktan bir süre sonra bu gruba dâhil oluyor. Film boyunca bu gruptan pek çok şarkı dinliyoruz. Hemen hepsi de filmin konusuyla da ilintili bir yandan. Kırık Çember bir Amerikan filmi olsaydı bu filmden bir iki tane Oscar adayı şarkı çıkar derdim. Aslında şarkılar İngilizce olduğuna göre hala şansı olabilir.

Filmin çatışma noktalarından biri de Didier’ın ateist, Elise’in ise dindar olması. İşin içine hastalık ve ölüm temaları girince birbirini çok seven bu iki insanın olaya yaklaşımı da farklı oluyor elbette. Filmin hüznü ve öfkesi o kadar gerçek ki yönetmen ya da yazarının hayatında gerçekten buna benzer bir olay var mı acaba diye düşündüm. Özellikle kök hücre araştırma çalışmalarının yapılmasını engelleyen köktendincilere karşı ciddi bir muhalefeti, daha ötesi öfkesi var filmin. Filmin bir yerinde hiç konu ile ilgili yokken 11 Eylül saldırıları ile ilgili haberi ve George W. Bush’un saldırılar sonrası açıklamasını görüyoruz. Önce anlam veremedim buna ama film ilerleyip Bush’un kök hücre çalışmalarına karşı açıklamaları ile bağlanınca anlamlı hale geldi.

Başrol oyuncuları da iyi bir çift olmuşlar. Özellikle Elise’i canlandıran Veerle Baetens’a hem oyunculuk, hem şarkıcılık, hem de güzellik açısından hayran kaldım. Tüm vücudunu dolduran dövmeleri ile son derece zarif ve güzeldi (sanırım bu film için yapılmış geçici dövmeler). Didier’ı canlandıran Johan Heldenbergh ise zaten filmin uyarlandığı tiyatro oyununun yazarlarından biri, sanırım tiyatroda da aynı rolü oynamış. Bu yüzden metne çok hâkim. Belki de öfkesini bu kadar gerçek bulmamın nedeni de budur.

Son olarak filmden örnek bir şarkı (bu arada İnternet’te filmin içinde geçen tüm şarkıların kliplerini bulmak mümkün ama bazıları arka planda çok kilit sahnelerle geldikleri için spoiler almaktan hoşlanmayanlar dikkat etmeli):

Bir Hurdacının Hayatı (Epizoda u Zivotu Beraca Zeljeza / An Episode in the Life of an Iron Picker):

Belgesel ve kurmaca arasındaki sınırı bulanıklaştıran filmler epey rağbet görüyor son yıllarda ama sevdiğim pek az örneğini gördüm (mesela İki Dil Bir Bavul). Danis Tanovic’in yeni filmi Bir Hurdacının Hayatı da başroldeki karakterlerin kendilerini oynadığı bu tip bir film ve yine bana hitap etmedi. Film zorluklarla dolu yoksul bir yaşamı, kimsenin önemsemediği insanları tüm gerçekliğiyle veriyor ama bunu yaparken sinema duygusunu ne kadar veriyor, tartışılır. Filmdeki karakterlerin gerçekliğine girebilirseniz çevrelerinde adeta görünmez olarak dolaşan bu ailenin dramı sizi etkileyebilir elbette ama sanırım katıksız bir belgeseli tercih edebilirdim. Bu arada filmin Bosna Hersek’in Oscar adayı olduğunu da ekleyelim.

The Canyons:

The Canyons Filmekimi’nin kötü eleştiriler alan filmlerinden biriydi. Bu sefer bu eleştirilere katılacağım ne yazık ki. Bildiğin kötü film olmuş. Filmekimi kapsamında gösterilen filmlerden 21’ini izlemişim. Rahatlıkla en dibe koyabilirim. Ortada erotik film-noir tadında bir şeyler var ama ne erotik tarafı iyi ne noir tarafı. Hayatlarını türlü seks oyunları ile geçiren yapımcı ve onun oyuncu olmaya çabalayan kız arkadaşı çevresinde dönen hikâye 90’ların kırmızı noktalı televizyon filmlerinden hallice. Oyuncular biraz daha iyi olsa belki biraz fark ederdi ama o da olamayınca film de Paul Schrader hanesine eksi bir puan daha oluyor. Yazar Bret Easton Ellis için de öyle elbette. Yine de filmde onun favori temalarının izlerini sürmek mümkün. Lindsay Lohan da bu filmi kendisi için yeni bir fırsat olarak görmüş belli ki ama kimi eleştirmenlerin film kötü ama Lohan iyi şeklindeki yorumlarına katılamayacağım, o da en az film kadar kötü. Filmin en iyi oyuncusu esasen yönetmen olan ve nereden bu filme dâhil olduğunu çözemediğim Gus Van Sant diyeyim, siz anlayın. Muhtemelen Paul Schrader’i kıramadı bir şekilde. Bu arada Schrader’in de hala Taxi Driver ve Raging Bull’un senaristi etiketinin ekmeğini yemesi de ilginç, aradan 40 yıla yakın zaman geçmiş. Elbette çok iyi senaryolardı ama onları başyapıt yapanın Martin Scorsese olduğu yıllar geçtikçe daha iyi anlaşıldı.

Başroldeki James Deen’i film boyunca nerden hatırlıyorum diye düşünüp İnternet’te ufak bir arama yapınca porno oyuncusu olduğunu görmemin üstünde fazla durmasam iyi olacak galiba… Bu arada porno oyuncularını filmde oynatma olayına karşı olmadığımı söylemeden geçmeyeyim yine de. Catherine Breillat’ın iki filminde Rocco’yu gayet iyi kullandığını, Steven Soderbergh’in The Girlfriend Experience’de Sasha Grey’den hiç fena olmayan bir oyunculuk performansı aldığını unutmamak lazım. Aslında çok uzağa da gitmeye gerek yok, Fatih Akın sayesinde Sibel Kekilli’nin içinde de çok başarılı bir oyuncu yattığını da görmüş olduk. Ama bu filmde James Deen’de kesinlikle iyi oyuncu kumaşı olmadığını görüyoruz, porno sektöründe kendisini ünlü yapan özelliklerinin de bu film için bir önemi yok (lütfen çıplak olarak dolaştığı tek bir sahneyi örnek göstermeyin, son birkaç haftada izlediğimiz filmlerde oyunculuk yeteneği çok daha yüksek olan isimlerin çok daha cesur sahnelerde oynadığını gördük). O zaman filme onu seçmek de gereksiz olmuş.

Locke:

Filmekimi’ne son anda dâhil olan Locke güzel bir sürpriz oldu. 23:15 seansı diye salonu boş bırakan Ankaralılar pişman olabilirler. Film tek mekanda (bir araba), neredeyse gerçek zamanda geçiyor ve perdede tek bir oyuncu görüyoruz. Bir nevi Buried. Yönetmen Steven Knight ve oyuncu Tom Hardy’nin aldığı risk daha büyük ama. Buried adamın sağ kurtulup kurtulamayacağı üzerine kurulu idi ve bu soru filmin sonuna kadar gerilim duygusu yaratıyordu. Burada ise Locke’nin hayatında çok kötü şeyler olurken, o arabayı durdurup çıkmak ya da geri dönmek tamamen karakterin kendi ahlaki kararı. Çünkü karşımızdaki karakter çok bağlı olduğu işini ve sevdiği ailesini bırakıp bir gecelik bir ilişkiden olan çocuğunun doğumuna yetişmeye çalışıyor. Ortada onun açısından bir ölüm kalım meselesi yok yani, yolun herhangi bir yerinde fikrinden vazgeçip işine ve evine dönebilir. Onu engelleyen tek şey vicdanı. Bu tarz bir filmde akıcılığı sağlamak zor ama çok iyi üstesinden gelinmiş. Sadece telefondan duyduğumuz çeşitli karakterlerle yaşanan diyaloglar gayet sağlam. Bir de Locke’nin kendi kendine girdiği monologlar var ki, sanki onlar olmasa daha iyi olacaktı. Bu monologlar sayesinde karakterin çocuğuna sahip çıkma ihtiyacının kendi babası ile yaşadıklarından kaynaklandığını öğreniyoruz ama böyle bir açıklama yapılmasına da çok gerek yokmuş aslında.

Filmekimi Ankara 2013 İzlenimleri – 1. Gün: Son Şans, Pislikler, Ilo Ilo, Mavi En Sıcak Renktir

Son Şans (The Congress):

Beşir’le Vals ile tanıyıp sevdiğimiz Ari Folman’ın yeni filmi Son Şans ile ilgili genellikle olumsuz yorumlar duymuştum. Ama baştan söyleyeyim ben sevdim, özellikle ilk yarısını. Her ne kadar çok yeni bir fikir olmasa da Robin Wright’ı oynayan Robin Wright fikri hoşuma gitti. Ama menajeri olarak Harvey Keitel ve stüdyo sahibi olarak Danny Huston gibi tanınmış isimleri görmek işi biraz bozdu. Keşke o rollerde de Robin Wright’ın gerçek menajerini ya da gerçek bir stüdyo patronunu görebilseydik. Stüdyo patronu olarak, kabul etmesi durumunda Harvey Weinstein süper olabilirdi mesela. Bu olamıyorsa en azından tanınmamış oyuncular daha iyi olabilirdi ama Harvey Keitel’in döktürdüğü birkaç sahneyi de başkası o başarıyla oynar mıydı bilinmez.

Oyunculuğun geleceğine ve bugününe dair fikirler de hoşuma gitti. Bu arada filmin konusunu bilmeyenler için kısaca aktaralım. Filmde artık oyuncuların bilgisayar tarafından modellenebildiği yakın bir gelecekteyiz. Bir defa çeşitli hareketleri, duyguları ve sesleri kaydedilen oyuncu ondan sonra bilgisayarın diskinde yer alan bir obje olarak stüdyonun malı oluyor ve hiç haberi olmadan her türlü filmde rol almış olabiliyor. Stüdyo bunun karşılığında oyuncunun sözleşme süresince başka herhangi bir ortamda oyunculuk yapmamasını istiyor. İşte filmin ilk yarısında Robin Wright’ın ikna edilme çabasını izliyoruz. Burada menajer karakteri aracılığı ile oyuncuların bugün de seçme şansları olduğunu düşünürken çeşitli nedenlerle hiç istemedikleri ya da sevmedikleri filmlerde oynadıklarını ya da başta iyi gözükse de son derece yanlış seçimler yaptıklarını vurgulayan sahneler çok başarılıydı.

Filmin ikinci yarısı ise 20 yıl sonra geçiyor ve hemen hemen tümüyle animasyon. İşte bu kısımlarda filmin etkisi düşüyor. Bu kısımları kimi göndermeleri yakalamaya çalışmanın zevki dışında biraz uzatılmış ve içeriği çok doldurulmuş gözükse de yetersiz buldum. Hâlbuki filmin uyarlandığı Stanislaw Lem          romanının asıl ele aldığı konu da bu kısımmış sanırım. Sırf animasyon bölümlerinden hareketle filme zayıf denirse katılabilirim ama birisi izlememi tavsiye eder misin derse evet diyeceğim bir film Son Şans.

Pislikler (Les Salauds / Bastards):

Claire Denis’in herkese göre filmler yapmadığını biliyoruz zaten. Pislikler‘in de kolay içine girilen bir film olmasını beklemiyorduk. Bir gemi kaptanının kızkardeşine yardım etmek için işini gücünü bırakıp Paris’e dönmesi ile açılan film giderek karışık bir intikam hikâyesine dönüşüyor. Denis’in filmlerinin içeriği zaten çok karanlık olabiliyor zaman zaman, bu kez görsel olarak da sanırım en karanlık filmine imza atmış. Filmde karakterlerin motivasyonlarını tam anlamıyla kavrayabilmek de güç, en azından belli bir yere kadar. Filmin finalinde büyük bir gizemi çözüyor gibi gösterilen kayıp görüntüler ise o noktaya gelinceye kadar zaten tahmin ettiğimiz bir olayı açıklığa kavuşturuyor aslında. Ama karanlık ve karışık yapısına rağmen sevmedim de diyemiyorum filmi. Belli bir çekiciliği var. Ve tabii ki Tindersticks. Herhangi bir Claire Denis filmi Tindersticks nedeniyle +1 olarak başlıyor zaten. Bu filmde de müzikleri atmosfere çok iyi uyum sağlıyor.

Ilo Ilo:

Ilo Ilo iddiasız, küçük ama sevimli ve iyi bir film nitelemesinin çok iyi uyduğu bir film. Filmde 90’lı yıllarda ekonomik kriz içindeki Singapur’da orta düzeydeki bir ailenin Filipinli bir hizmetçi tutması ve gelişen olaylar anlatılıyor. Film bir yandan evin oğlunun hizmetçiyi zamanla annesinin yerine koyması, bir yandan da ailenin kötüleşen ekonomik durumu üzerinden gidiyor. Hizmetçi çocuk arasındaki ilişkinin düşmanlıktan bir nevi anne-oğul ilişkisine dönüşmesi başarılı bir şekilde anlatılmış. Çocuğun yaşı bunun için fazla küçük ama yönetmenin bu ilişki içinde çok çok hafiften cinselliği de yoklayıp oradan incelikli olarak çıkması da başarılı. Ekonomik kriz meselesinde de aslında dünyanın her yerinde yakın zamanlarda birbirine benzer olayların yaşandığını bir kez daha görüyoruz. İşini kaybedip de hala işe gidiyorum numarası yapan adam teması hiç yabancı değil. Hatta bir Uzakdoğu filminde de tamamen aynı izleği gördüğümü hatırlıyorum. Burada dikkat çekici olan unsurlardan birisi, gayet saf bir kişilik gibi duran kadının aslında her şeyin farkında olması ama durumu kocasının yüzüne vurmak istememesi. Genel olarak Ilo Ilo’nun hikayesinin çok orijinal olduğunu söyleyemeyiz belki ama güzel ve akıcı bir sinema diliyle işlenmiş.

Mavi En Sıcak Renktir (La Vie d’Adèle / Blue Is the Warmest Color):

Geldik Filmekimi Ankara’nın en ilgi çeken, biletleri en çabuk tükenen filmine. Sanırım diğer illerde de bu şekilde oldu. Hem Altın Palmiye kazanmış bir film hem de adından başka nedenlerle de çok sık bahsedilince üç saatlik bu film doldu taştı. Hayal kırıklığına uğrayan arkadaşlar oldu ama bence iyi hatta çok iyi bir film Mavi En Sıcak Renktir. Altın Palmiye biraz fazla mı? Mümkün. Ama üzerinde düşündükçe daha çok sevdiğimi anlıyorum. Sanırım vizyona girdiğinde bir kez daha izleyeceğim.

Filmin basitçe iki genç kızın aşkını anlattığını herhalde sinema ile az çok ilgisi olan herkes biliyordur artık. En başta oyuncularından bahsetmeli. Elbette Adèle ve Emma’yı canlandıran Adèle Exarchopoulos ve Léa Seydoux’dan bahsedeceğiz. Bu uzun filmin tümü onlar üzerine kurulu, diğer oyuncular neredeyse birer figüran konumundalar. Yönetmen Abdellatif Kechiche neredeyse tüm filmi yakın plan kullanarak çekmiş. Her iki oyuncu da yakın planla çalışmak zorunda kalıp yüzleri ile duyguları ifade etmekte çok iyiler. Filmin kalan kısmında da zaten bu sefer tüm vücutlarını kullanmak zorunda kalmışlar ki orada da çok başarılı ve cesurlar. Aslında Emma karakterinin başlardaki ilk tanışma sahnesini saymazsak (ki o sahneyi de atlamamak lazım aslında, sadece ufak birkaç bakışla gördüğüm en iyi ilk görüşte aşk sahnelerinden biri çıkmış ortaya) neredeyse ilk bir saat sonrasında filme dâhil olduğunu düşünürsek filmin tüm ağırlığının Adèle üzerinde olduğu daha iyi belli oluyor. Zaten filmin orijinal adı da Adèle’in Yaşamı anlamına geliyor. O yüzden her ne kadar her ikisi de çok iyi olsa Adèle’i biraz daha başarılı buldum. Yakın zamanda her iki oyuncunun da Kechiche’nin çalışma tarzı üzerine epey sert açıklamalarını okuduk, hatta onunla bir daha çalışmak istemediklerini duyduk ama ne şekilde olursa olsun yönetmen her ikisinden de çok iyi bir performans almış.

Filmin adını çokça duymamızı sağlayan uzun ve cesur sevişme sahnelerini ise film için gerekli buldum. Her sahneyi öncesinde ya da sonrasında gelen olay ışığında değerlendirirseniz anlamlı oluyor. Kısaca şöyle özetleyelim. Mastürbasyon sahnesi Adèle’in bir kadından etkilendiğini göstermesi açısından gerekli zaten. Bir erkek ile sevişmesi de benzer şekilde o sevişmeden yeterince zevk alamadığını gösteriyor. Asıl konuşulan Adèle ve Emma arasındaki on dakikayı bulan uzun sevişme sahnesi ise hem bu ilişki içinde cinselliğin yerinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor, hem de ikilinin kendilerini serbest bıraktıkları durumdaki hallerini gözler önüne seriyor. Bunun önemi de filmin ilerleyen kısımlarında ayrı ayrı her ikisinin de ailesinin evlerinde seviştiklerinde aradaki farkı görebildiğimiz zaman anlaşılıyor. Emma’nın evinde aileleri çok yakında olsa da yine kendilerini serbest bırakabilirken, Adèle’in evinde kendilerini frenlemek zorundalar. Peki film sinemalarımızda gösterime girdiğinde bu sahneler kesintisiz oynar mı? Biraz zor. Bekleyip göreceğiz bakalım.

İki karakter ve aileleri arasındaki farklar sadece cinsellikle ilgili kısımlarda ortaya çıkmıyor elbette. Filmin aileler ile yenilen ve arkadaşlar için hazırlanan yemek sahneleri ve buradan hareketle kültür farkına bakışı da başarılı. Özellikle arkadaşlar arasında yenilen yemekte Adèle’in kendini ezilmiş hissetmesi çok ince bir şekilde verilmiş. Kechiche ilişkinin başlangıcı, gelişimi ve bitişini çok iyi planlayarak adım adım perdeye yansıtmış. İkilinin hayatında yeni bir gelişme olduğunda bunun ipuçlarının filme yaymış olduğunu görüyorsunuz.

Film üç saat ama filmden şu kısımları çıkartalım diyebileceğimiz pek bir şey yok. Hatta daha ilginci bazı noktaların eksik kaldığını düşünüyorum. Mesela daha Adèle kendi cinselliğinden emin değilken onu lezbiyen olarak damgalayan ve üzerine giden okul arkadaşları (bu arada kendisi ile tanıştığımızda Adèle henüz lise öğrencisi) ile gerçekleştirdiği uzunca ve etkili bir tartışma sahnesi sonrasında Adèle’in okulda olanlarla nasıl başa çıktığı bir soru işareti olarak kalıyor. Filmin 45 dakika daha uzun bir kurgusunun daha yapılabileceğine dair haberler de okuduk yakın zamanda. Üç saatlik bir film için bunu söyleyeceğimi sanmazdım ama böyle bir kurgu daha da iyi olabilir belki de (aslında Lord of the Rings gibi bir örnek daha var bu konuda).

Bu arada her ne kadar senaryo Abdellatif Kechiche ve Ghalia Lacroix’e ait olsa da filmin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu da unutmamak lazım. Ne kadar sadık bir uyarlama olduğunu okumadığım için bilmiyorum ama çizgi romanları hala çocuk işi olarak görenler varsa (ki sayıları epey azaldı sanırım) Altın Palmiye kazanmış bir filmin çizgi roman uyarlaması olabileceğini tekrar hatırlatmak gerek. Ufak bir not daha. Çizgi romanda ana karakterin adı Clémentine. Filmde Adèle olarak değiştirilmesinin nedeni belki de Kechiche’nin başrol oyuncusunun gerçek adı ile karakterinin adının aynı olmasını istemesi.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.500 hits
Ekim 2013
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: