Kel ama Karizmatik, Sert ama Sevimli: Bruce Willis

Bruce Willis. Günümüzün en çok kazanan ve filmleri en çok kazandıran oyuncularından birisi. Ama bu konuda bir istikrarı yok. Bir filmde çok iyi bir gişe başarısı yakalarken hemen arkasından çektiği filmin gişesi yerlerde sürünebiliyor. Eleştirmenler açısından da benzer bir durum geçerli. Hiç bir zaman çok iyi bir oyuncu olarak kabul görmedi ama iyi bir yönetmen ve sevdiği bir proje olunca gayet iyi performanslar çıkardığını da biliyoruz. Amerika’da Cumhuriyetçi olarak bilinir (kimi zaman Cumhuriyetçi adayları açıkça desteklemiş kimi zaman da bu nitelemeyi reddetmiştir), silahlanma yanlısıdır, Amerika’nın başka ülkelerde güç kullanımını onaylar. Ama filmleri iyi ya da kötü olsun, politik görüşünü onaylayın ya da onaylamayın filmlerine ilgi duymamak mümkün değildir. O bir stardır çünkü. Starların da ortak özelliği budur herhalde. Bir şekilde ilgi göstermeden duramazsınız onlara. Bu hafta sinemalarımıza Suretler (Surrogates) filmi ile konuk olan Willis’in de bu günlere nasıl geldiğine bir bakalım o halde.

Walter Bruce Willis, 1955 yılında o zamanki Batı Almanya’da dünyaya geliyor. Doğum yeri bizi yanıltmasın, Amerikalı bir ailenin oğlu. Annesi bankacı, babası ise bir asker. Belki de Willis’in bugünkü politik görüşleri o günlere dayanıyor. Willis ailesi 1957 yılında Amerika’ya geri dönüyor ve baba Willis fabrikada çalışmaya başlıyor. İlerleyen yıllarda, 1972’de Willis’in anne babasının boşandığını görüyoruz. Bu yıllarda okuduğu okullarda Willis’in çeşitli oyunculuk denemeleri yaptığını da görüyoruz ama bunlar çok ciddi denemeler olmuyor. Liseyi bitirdikten sonra ise pek çok işe girip çıkıyor. Güvenlik görevlisi oluyor, barlarda çalışıyor hatta bir ara özel dedektiflik bile yapıyor. Ama bir süre geçtikten sonra oyunculuk eğitimini de araya sıkıştırıyor ve kimi tiyatro oyunlarında oynuyor, bazı televizyon dizilerinde ufak roller alıyor.

1985 yılına kadar Willis’in hayatı böyle gidiyor. O yıl bir televizyon dizisi için ağzı kalabalık, hiç bir şeyi ciddiye almayan, gününü keyfini çıkara çıkara yaşamayı seven, zıpır ve sorumsuz ama şeytan tüyü olan bir dedektif rolü için seçmeler yapılıyordu. Willis de bu seçmelere girdi ve pek çok adayın arasından bu rolü kaparak çıktı. Elbette bu dizi Mavi Ay’dan (Moonlighting) başkası değildi. 1989 yılına kadar süren bu dizi ile Willis biraz da kendisine benzeyen David Addison karakteri ile seyircileri kendisine hayran bırakmayı başardı. O şeytan tüyü sadece karakterde değil, kendisinde de vardı. Çoğunlukla televizyon dizileri ne kadar başarılı olursa olsun televizyon dünyasından filmlere geçiş çok karşılaştığımız bir durum değil. En azından televizyon yıldızları çoğunlukla filmlerde yan rollerde kalmışlardır. Bunun istisnaları da var ve Willis de bu istisnaların en önemlilerinden biri. Henüz dizi devam ederken Blake Edwards’ın yönetmenliğinde 2 filmde başrol oynamayı başardı Willis. Kör Talih (Blind Date) ve Sunset isimli bu filmler çok büyük başarılar değildi beki ama Willis açısından Hollywood’un ilk basamakları oluyordu.

Bu arada o yıllarda yeni ünlenmeye başlayan bir başka oyuncuyla da hayatını birleştiriyordu. 1987 yılında evlenen Demi Moore ve Bruce Willis’in evlilikleri 2000 yılında sonra erecekti ama onlar belki de evliliklerine sığdırdıkları 3 çocuklarının da etkisi ile hep dost kalacaklardı. Boşandıktan sonra da farklı ortamlarda onları bir arada sık sık gördük. 2005 yılında Demi Moore, Ashton Kutcher ile evlenirken Willis de konuklar arasındaydı. Tıpkı bu yıl içinde Willis, Emma Heming ile evlenirken Moore’un ve hatta Kutcher’ın konuklar arasında olması gibi. Bu arada bir magazin notu olarak her ikisinin de 1978 doğumlu çıtırlarla(!) evlendiğini de belirtmiş olalım.

Willis’in özel hayatına dair bu kısa parantezden sonra tekrar kariyerine dönelim. Onu asıl yıldızlığa taşıyan film yine Mavi Ay dizisi devam ederken rol aldığı Zor Ölüm (Die Hard) filmi olacaktı. Bir aksiyon filmi olarak çok başarılı olan bu filmde bir anlamda dizideki karakterinin daha sert bir versiyonunu canlandıran Willis kariyerine damgasını vuran rollerden birini oynuyordu. 80’lerin bol kaslı, sert mizaçlı, pek konuşmayan Stallone, Schwarzenegger, Seagal gibi aksiyon yıldızları yanında yine sert ve vurduğunu deviren ama yeri geldiğinde esprisini patlatmaktan da geri durmayan bir karakteri canlandırarak ayrı bir yerde duruyordu. Bu karakterin günümüzün daha gerçekçi aksiyon kahramanları ile o yılların aksiyon starları arasında bir geçiş noktası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Zor Ölüm o kadar tutmuştu ki ilerleyen yıllarda başka filmler de bu filmin adıyla anılmaya başlandı. Hız Tuzağı (Speed) için “Otobüste Zor Ölüm” ya da Dağcı (Cliffhanger) için “Dağda Zor Ölüm” tanımlamasını yapanlar az değildi. Haksız da sayılmazlardı doğrusu. Bu büyük başarıdan sonra Willis’in televizyona çok fazla zaman ayırmadığı bir gerçekti. Dizideki partneri Cybill Shepherd ile özel hayattaki anlaşmazlıkları ve onun da başka nedenlerden dolayı diziye yeterince vakit ayıramaması yüzünden belki 3-4 yıl daha sürebilecek olan Mavi Ay dizisi sona erdikten sonra Willis sinema kariyerine hızla devam etti. Bugün Willis dendiğinde ilk hatırlanan filmlerden olmasa da Norman Jewison yönetmenliğindeki In Country filminde bir Vietnam savaşı gazisini canlandıran Willis bu rolü ile sinema dalındaki tek Altın Küre adaylığını da alacaktı (daha önce Mavi Ay ile yeterince adaylık ve ödül almıştı aslında). Sonrasında seslendirmede de iddialı olduğunu, arka arkaya Bak Şu Konuşana (Look Who’s Talking) ve Bak Bu Da Konuşuyor (Look Who’s Talking Too) filmlerinde bir bebeği seslendirerek gösterecekti. Zor Ölüm’ün devamını bekleyenleri de fazla bekletmedi ve 1990’da Zor Ölüm 2 (Die Hard 2) ile karşımıza çıktı. Bu film ilki kadar sevilmese de yine de hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıyordu.

Ancak sonraki bir kaç yıl Willis için çok iyi geçmeyecekti. Şenlik Ateşi (The Bonfire of the Vanities), Hudson Hawk gibi iddialı projelerin (üstelik ikincisi kendi projesi idi) gişede çökmesi, zaten çok iddialı bir film olmayan ama Demi Moore ile beraber oynadığı için ilgi görmesi beklenen Ölümcül Düşünceler’in (Mortal Thoughts) de başarılı olamaması zor günler yaşattı belki ona ama Son Görev (The Last Boy Scout) ve Vuruş Mesafesi (Striking Distance) gibi orta karar aksiyon filmleri ile hayranlarına ulaşmaya devam ederken Billy Bathgate ile bir gangster filmini de kariyerine katıyordu. Bu dönemdeki belki de en başarılı filmi olan Ölüm Kadına Yakışır’da (Death Becomes Her) işin içine aksiyonu katmadan da komedi yeteneğini gösterme fırsatı buluyordu. Kendisini Bruce Willis olarak çok kısa bir rolde gördüğümüz Robert Altman şaheseri Oyuncu’yu (The Player) da unutmamak lazım ama rolü sadece bir cameo niteliğinde olduğu için filmin başarısını ona bağlamak mümkün değil elbette. Bu dönemi kapattığı söylenebilecek Gecenin Rengi (Color of Night) filmi ise hem film olarak hem de Willis’in performansı açısından çok kötü eleştirilere neden olacaktı. O dönem gişede de çöken bu film erotik içeriği ile ses getirmişti yine de ve sonradan video piyasasında önemli bir gelir getirdi. Anlaşılan filmi sinemada izlemeyenler, Jane March ve Bruce Willis’in çok konuşulan sevişme sahnelerini evde izlemeyi tercih etmişlerdi.

Üst üste gelen bu başarısızlıklar ve orta karar başarılardan sonra 1994 yılında, Willis inandığı bir projede hem istediği yüksek ücretten feragat edebileceğini hem de gerçekten iyi bir oyunculuk performansı gösterebileceğini ispatlıyordu. Kariyerinde sadece bir film olan Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman (Pulp Fiction) isimli projesine güveniyor ve filmin geniş oyuncu kadrosu içinde yer almayı kabul ediyordu. Filmin başrolünde değildi belki ama filmin bölümlerinden birinin onun karakteri üzerine kurulduğunu da unutmamak lazım. Herhalde bugün modern klasikler arasında sayılan bu filmde rol almasının ne kadar doğru bir tercih olduğunu burada vurgulamak gereksiz bir çaba olur. Aynı yıl gösterime giren Yaşamın İçinden (Nobody’s Fool), temel olarak bir Paul Newman filmi idi ama Willis açısından tıpkı Ucuz Roman gibi projeye inandığında gayet düşük bütçeli filmlerde yan rollerde de oynayabileceğini ve gayet iyi performanslar verebileceğini gösteren bir yapımdı.

Devam eden bir kaç yıl Willis için gayet verimli olacaktı. Önce John McClane karakterine geri dönen Willis gayet başarılı bir Zor Ölüm bölümü ile karşımıza çıkıyordu. Bu kez yanında Ucuz Roman’dan arkadaşı Samuel L. Jackson, karşısında ise eşsiz Jeremy Irons vardı. Bir kez daha ilk filmin yönetmeni John McTiernan’ın ellerine teslim edilen seri, 3. filmi ile bir kez daha kıvamını buluyordu. Arkasından 4 yönetmenli Dört Oda (Four Rooms) projesinin Tarantino’ya ait bölümünde ufak ama keyifli bir rolle karşımıza çıkan Willis sonrasında Terry Gilliam’ın başyapıtı 12 Maymun’un (Twelve Monkeys) başrolünde karşımıza çıkıyor ve bu ilk bilimkurgu filminde gayet iyi bir performans çıkarıyordu. Ama filmin başarısı Willis’in performansının çok daha üzerindeydi. Sonrasında Son Adam (Last Man Standing) ile bu kez Yojimbo’nun (ve dolayısıyla A Fistful of Dollars’ın) bir yeniden çevriminde rol alıyordu. Çok başarılı bir film olmasa da Willis’in performansında bir sorun yoktu.

Sonrasında Beavis and Butthead serisinin sinema filmine sesi ile destek veren Willis’in önünde bir bilimkurgu daha vardı. Bu kez kamera arkasında Amerikan filmlerine öykünen bir Fransız olan Luc Besson vardı. Doğrusu bu kez Besson Fransız çizgi romanlarının havası ile Hollywood filmlerinin temposunu çok güzel harmanlamış ve ortaya hem eğlenceli, hem hareketli ve heyecanlı hem de kimi yerlerden ödünç alınmış öğelerine karşın orijinal bir dünya tasarımı olan bir film çıkmıştı ortaya. Bugün Willis denince ilk akla gelen filmlerden birinin de 5. Güç (The Fifth Element) isimli bu film olmasına şaşmamak lazım.

Hemen her yıl en az 2 filmle karşımıza çıkan Willis’in her filminin iz bırakmasını ummak hata olur. 97-99 arasında Willis orta karar aksiyon filmlerinden Çakal (The Jackal), Şifre Merkür (Mercury Rising) ve Kuşatma (The Siege) ile karşımızda oluyordu. Alan Rudolph’un Şampiyonların Kahvaltısı (Breakfast of Champions) da ilginç ama başarısız bir deneme olarak kalıyordu. Yine de Willis’i bu filmde kendisi için çok farklı bir rolü kabul ettiği için kutlamak lazım. Dönemin Willis açısından en popüler filmi ise Armageddon idi. Willis bu kez dünyayı bir göktaşının çarpmasından kurtarması istenen bir ekibin lideri olarak karşımıza çıkıyordu. Michael Bay’in bildik taktiklerini uygulayarak seyirciyi tavladığı bu film, eleştirmenlere göre gayet vasat bir filmdi ama çok iyi hasılat yaptığını da unutmamak lazım.

1999 yılında Willis’in bir kez daha inandığı bir yönetmen ve inandığı bir proje ile karşı karşıya geldiği görüyoruz. Daha önce kariyerinde çok önemli bir film olmayan M. Night Shyamalan’ın yazdığı ve yönettiği Altıncı His (The Sixth Sense) filmindeki ölü insanları gördüğünü iddia eden bir çocuğa yardım eden psikiyatrist Malcolm Crowe rolü ona kariyerindeki en iyi eleştirilerden bazılarını getirecekti. Film de dönemine damga vuran filmlerden biri olacaktı. Bu başarının bir yıl sonrasında Shyamalan’ın yeni filminde başrolde yine Willis vardı. Karşısında ise Samuel L. Jackson. Ölümsüz (Unbreakable) adlı çizgi roman uyarlaması olmasa da o alanla yakın bağlantıda olan bu film belki Altıncı His kadar sansasyon yaratmadı ama en az onun kadar iyi bir filmdi. Willis’in performansı da yine gayet başarılıydı.

2000’li yılların ise Willis açısından çok parlak olmadığını görüyoruz. Yine hayranlarını sinemalara toplamayı başardı belki ama bu dönemdeki çoğu filmi geleceğe kalamayacak filmler oldu. Bu dönemde aksiyon filmi olarak Şeref ve Cesaret (Hart’s War), Güneşin Gözyaşları (Tears of the Sun), Rehine (Hostage), 16 Blok (16 Blocks) gibi yapımlarda yer alırken, aksiyon ve komedinin iç içe geçtiği Komşum Bir Katil (The Whole Nine Yards) ve devamı Katil Komşum Geri Döndü (The Whole Ten Yards), Şanslı Slevin (Lucky Number Slevin) ve Haydut (Bandits) gibi filmlerini de bu dönemde gördük. Soderbergh’in Ocean’s Eleven’ında da oynaması söz konusuydu ama sonuçta devam filmi olan Ocean’s Twelve’de kendisini canlandırmakla yetindi. Seslendirme yapmaya da devam etti. Rugrats Go Wild ve Orman Çetesi (Over the Hedge) bu dönemde seslendirme yaptığı filmlerdi.

Ama Willis’in 2000’leri boş geçirdiğini söylemek de yanlış olur. Yine bölümlere ayrılmış ve geniş bir oyuncu kadrosu barındıran Günah Şehri’nde (Sin City) bu kez Tarantino’nun kankası Robert Rodriguez ile beraber çalışacaktı. Aynı adlı çizgi romanın beyazperde uyarlaması olan bu film adeta çizgi romanı kare kare perdeye taşıyarak farklı bir tarz yaratıyor ve en iyi çizgi roman uyarlamaları arasında yerini alıyordu. Çoğunlukla sevdiği yönetmenlerin birden fazla filminde yer alan Willis’in, Tarantino ve Rodriguez’in ortak projesi olan Grindhouse’un Rodriguez ayağı olan Dehşet Gezegeni’nde (Planet Terror) de küçük ama etkili bir rolü vardı.

2007 yılında ise 12 yıl sonra yeni bir Zor Ölüm filmi daha karşımızdaydı. Bu kez yönetmen koltuğunda Len Wiseman vardı ve serinin fena olmayan filmlerinden biri ile John McClane karakterine hasretimizi gideriyorduk.

Bir süredir sinemalarımızda görmediğimiz Willis’i bu hafta bir başka çizgi roman uyarlaması olan Suretler filmi ile konuk ettik sinema salonlarına. Bu film de Willis adına çok iz bırakmadan geçip gidecek filmlerden biri gibi duruyor. Bundan sonra ise sırada Kevin Smith yönetmenliğinde başrollerden birini üstleneceği aksiyon komedi A Couple of Dicks ve 80’lerin aksiyon starlarını birleştirecek olan Sylvester Stallone’nin yazıp yönettiği The Expendables filmindeki kısa rolü var. İrili ufaklı rollerde kimler yok ki bu filmde: Sylvester Stallone, Dolph Lundgren, Mickey Rourke ve hatta çok kısa bir rolde Arnold Schwarzenegger. Daha yeni kuşaktan Jet Li ve Jason Statham’ı da unutmamalı elbette. Sonuç çok başarılı olur mu bilinmez ama bu isimleri beraberce görmek için izlenmesi gereken bir film gibi duruyor.

Belli ki Willis daha uzunca bir süre bazen iyi, bazen kötü filmlerle perdelerimize konuk olmaya devam edecek. Bize de onu takip etmek düşüyor.

Not: Bu yazının orijinal hali Gölge e-Dergi’nin 24. sayısında yayınlanmış, siteye konarken yazıda ufak değişiklikler yapılmıştır.

Reklam

7 Yanıt to “Kel ama Karizmatik, Sert ama Sevimli: Bruce Willis”


  1. 1 Yazar Okur 20 Kasım, 2011, 4:07

    insanın hiç yaşlanmasını istemediği sürekli var olmasını istediği sinema kahramanları vardır. bruce willis de bunlardan bir tanesi. insanın her filmde görmek istediği bir oyuncu.


  1. 1 Sinema Manyakları « Beyazperdeblog's Blog 13 Ocak, 2010, 19:17 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  2. 2 Sinema aşkı için güç birliği: SİBB | Kültür Mafyası 19 Mart, 2012, 3:04 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  3. 3 Sinema Blogları Birliği, SİBB kuruldu | KORKU SiTESi 19 Mart, 2012, 12:09 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  4. 4 Kahramanlar Sinemada: Süper Sinema » SİBB (Sinema Blogları Birliği) Kuruldu 19 Mart, 2012, 20:07 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  5. 5 Sinema Blogları Birliği, SİBB Kuruldu | 20 Mart, 2012, 13:40 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  6. 6 SiBB’den 2011 seçkisi 28 Mart, 2012, 10:33 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.032 hits
Ekim 2009
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: