Kanal B – Günce Programı (11 Mart 2021)

Bu haftaki program konuları:

İstanbul Film Festivali – Mart Seçkisi
Berlin Film Festivali (Berlinale)
Dijital platformlardan öneriler:
-Pardon
-Muhsin Bey
-Üç Renk: Mavi (Trois couleurs: Bleu)
-Kabakçığın Hayatı (Ma vie de Courgette)
-Silahlar Fora (Guns Akimbo)

Sundance Film Festivali 2021 – Bölüm 1

(Bu yazı ilk olarak, 31 Ocak 2021 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)

İçinden geçtiğimiz bu dönem, hepimizin farklı deneyimler yaşamasına da olanak sağlıyor. Festivallerin online olması ile, bu yıl ilk kez Sundance Film Festivali’ni takip etme fırsatı buldum. İlerde fiziksel olarak gitme şansı bulur muyum bilinmez ama bir kısmı yıl içinde çokça adında söz ettirecek, bazıları unutulup gidecek bu filmlerin çoğunun dünya prömiyerlerinde izlemek güzel bir duyguydu.

Festival devam etmekteyken, şimdiye kadar izlediğim filmlerle ilgili sosyal medyada yazdığım yorumları toparlayıp buraya alıyorum. Şimdilik bu filmleri başka yerde bulma şansınız olmasa da yıl içinde karşınıza çıkacaktır.

Suçlular:

Önce bir kısa filmle başlayalım. Sundance 2021’de ilk izlediğim film, Serhat Karaaslan’ın yeni kısa filmi oldu. Görülmüştür ile sevdiğimiz Serhat Karaaslan, tekrar kısa film dünyasına dönmüş. Genç bir çiftin, otelde romantik bir gece geçirmek isterken, olayın vardığı gerilim dolu noktaları anlatan bir film. Romantik bir filmden gerilime giderken zaman zaman sinir bozucu bir kara mizah da kurmuş. Lorin Merhart ve Deniz Altan, birbirine yakışan bir çift olmuşlar. Otelci rolünde Ercan Kesal’ı görünce, yine mi dediğimi itiraf edeyim ama yine rolüne yakışmış. Filmin gerilim atmosferini yükselten isim ise Erdem Şenocak. Görülmüştür’deki karakterinin bir çeşitlemesi diyebiliriz. Yine görüldüğü anda sinir bozan, bir dakika bile yanında durmak istemeyeceğiniz bir tip.

Mutlaka yıl içinde pek çok festivali dolaşacaktır. Yolu açık olsun.

CODA:

Sundance 2021’in açılış gecesindeki filmlerden biri CODA idi. Karşımızda tipik bir büyüme, ailesini bırakıp kendi ayakları üzerinde durma hikayesi var. Ana karakterimiz Ruby’nin ilk aşkını, sesinin güzelliği sayesinde doğup büyüdüğü kasabadan ayrılma, bir konservatuvardan burs alma şansını yakalamasını izliyoruz. Filmi ve karakteri benzerlerinden ayıran şey, tüm ailesinin işitme engelli olması. Bana bu konu da biraz tanıdık geldi diyorsanız haklısınız. Film, Türkiye’de Hayatımın Şarkısı adıyla gösterime giren La Famille Bélier’in yeniden çevrimi. Orijinal filmi izlememiş olsanız bile, Ruby’nin ailesi ve sevgilisi ile yaşadıklarından, okuldaki sorunlarına, konservatuvar seçmelerine kadar her şey o kadar tanıdık ki. Ama oyuncuların uyumu ve Emilia Jones’un doğallığı sizi filme bağlıyor. Eugenio Derbez’in oynadığı müzik öğretmeni karakterinin de fazla karikatürize olduğunu düşündüğümü ekleyeyim. Diğer oyuncuların doğallıkları arasında sırıtıyor.

 Çok klişe bir film ama bir yandan da yabancıların deyimiyle tam bir crowd-pleaser. Sinemalar açılır da iyi bir dağıtım ağı ile gösterime girebilirse, yılın çok izlenen bağımsızlarından biri olabilir. Nitekim daha festivalin üçüncü gününde yüksek bir bedel karşılığında dağıtım haklarının alındığı haberleri geldi.

Flee:

90’larda Afganistan’dan Rusya’ya oradan da Danimarka’ya göçmek zorunda kalan bir mültecinin hikayesini anlatan bir belgesel. Bu kişi ile yapılan söyleşiden, geçmişte yaşadıklarına kadar her şeyi animasyon şeklinde izliyoruz. Aralara, o yıllardan Afganistan ve Rusya görüntüleri de giriyor. Son yıllarda animasyon belgeseller sıkça karşımıza çıkmaya başladı. Geçmişi bu şekilde daha rahat anlatıp, belgeseli konuşan kafalar belgeseli olmaktan kurtarıyorsunuz. Söyleşi kısmı için de genellikle o kişinin kimliğini gizlemek gibi bir etkisi olabiliyor. Burada Amir’in (ki büyük ihtimalle gerçek adı bu değil), Danimarka’ya girebilmek için söylediği bir yalanı öğreniyoruz çünkü. Yıllarca, oturma izni geri alınabilir diye gerçeği kimseye açıklamamış. Anlattıkları, onlarcasını, belki yüzlercesini dinlediğimiz mülteci hikayelerine yeni bir şey katmıyor ama bir yandan da 25-30 yıl önce de aynı şeyler oluyormuş diye düşünüyorsunuz. Hikâyenin eşcinsel bir mülteci olmak gibi bir tarafı var. Aslında orada da epey dramatik bir hikâye yatıyor. Ama o konu, en azından Amir’in kendi tahmin ettiği kadar zorlu bir şekilde çözülmediği için filmde de çok büyük yer tutmuyor.

Muhtemelen bu film de yıl içinde çeşitli festivalleri dolaşacak. Özellikle insan hakları temalı festivallerde mutlaka karşımıza çıkacaktır.

Censor:

Festivalin Geceyarısı Sineması bölümünde, tam da bu bölüme uygun bir film. 80’lerin Thatcher dönemi İngiltere’sinde sansür kurumunda çalışan bir kadın ve kendi geçmişi ile hesaplaşırken filmlerle gerçekliğin iç içe girmesi. Başlarda sadece film içindeki filmlerde gördüğümüz kan ve vahşet, giderek tüm filme yayılıyor, giderek daha stilize olmaya başlıyor ve politik göndermelerini de ihmal etmeyen sağlam bir finale bağlanıyor. Şiddet sahnelerinin bazıları komik gelebilir ama tam da o yılların korku filmleri model alınarak yapılmış. Bugün onların bazıları da bize komik geliyor ya, tam da öyle. Zaten bu filmden keyif almak için birinci şart, 80’lerin korku filmlerini sevmek.

Yönetmen Prano Bailey-Bond’u türü seven ve hangi noktalara doğru açılabileceğini gören bir isim olarak buldum. Elini de korkak alıştırmamış. Böyle devam ederse, takipçisi olacağımız yeni bir korku filmi yönetmeni bulmuş olabiliriz.

In the Same Breath:

9 yıldır Amerika’da yaşayan Çinli yönetmen Nanfu Wang, Çin’in ve Amerika’nın pandemi sırasındaki yaklaşımlarını, sağlık çalışanlarını, yakınlarını kaybedenleri anlatan bir belgesel yapmış. Pandemi ile ilgili ilk büyük belgesel sanırım. Zaman içinde mutlaka daha kapsamlı ve farklı ülkelerden farklı açılardan bakan filmler de çıkacaktır. Nanfu Wang, iki ülkenin yaklaşımlarını anlatırken çoğunlukla iki ülkenin yönetim kademelerinde alınan yanlış kararlara, söylenen yalanlara odaklanmış. İki ülkenin de vatandaşlarına ve dünyaya yalanlar söylediği açık. Ancak filmde dikkatimi çeken şöyle bir bakış açısı var. Çin tarafına bakarken, suçlu tamamen komünist parti ve onun kurduğu sistem olarak gösteriliyor. Yönetimde kim olursa olsun, değişmeyecek bir sistem olarak anlatılmış. Amerika tarafında ise Trump ve yönetim kademesi kötü adam olarak çizilmiş. Orada, sisteme yönelik bir suçlama yok. Amerika’daki sorunun sistem değil, yöneticinin kendisi olduğu yönünde bir söylem var çoğunlukla. Hatta finalde neredeyse, salgının tüm dünyaya yayılmasının tek suçlusu, Çin Komünist Partisi gibi gösteriliyor ki, abartılı bir söylem olduğu açık.

Film bu bakış açısıyla bende soru işaretleri uyandırsa da olayı kişisel hikayelere taşıdığında çok etkili. Vefat edenlerin yakınları ve sağlık çalışanları ile yapılan söyleşiler, onların duyguları ve isyanları, belki de dünyanın her yerinde asıl bakmamız gereken yönü gösteriyor.

Der menschliche Faktor (Human Factors):

Kafa dinlemek için gittikleri yazlıklarına giren hırsızların etkisiyle değişen aile dinamiklerini anlatan film, başlarda yeni bir Funny Games mi geliyor dedirtti ama rotasını Ruben Östlund’un Turist’ine doğru çevirdi. Kriz anında aile üyelerinin neler yaptıklarından yola çıkarak aslında derinlerde yatan bambaşka sorunları kazıyan film, o anı her karakterin bakış açısından, tekrar tekrar anlatan bir yap-boz şeklinde planlanmış. Bir noktadan sonra, aslında gerçeğin ne olduğu o kadar da önemli değil deseniz de son noktayı hiç beklemediğimiz birinin bakış açısı koyuyor ve bulmacayı tamamlıyor. Mekânı çok iyi kullanan görüntü yönetimini de filmin artıları arasına yazalım.

Alman bir erkek ve Fransız bir kadından oluşan çiftimizin ilişkisinde dil de önemli yer tutuyor. Her ikisi ve çocukları da her iki dili kullanıyorlar ama özellikle kadın karakter, sürekli Fransızca ve Almanca arasında geçiş yapıyor. Açıkçası ben İngilizce altyazıdan takip ettiğim için bunun biraz geç farkına vardım ama ilerde tekrar izlersem, karakterin nerelerde ana diline döndüğüne, bunun özel bir anlamı olup olmadığına da dikkat etmeyi düşünüyorum. Festivalin şu ana kadarki iyi filmlerinden.

Cryptozoo:

Yönetmen Dash Shaw’un önceki filmi gibi bu da tümüyle elle çizilmiş bir animasyon. Günümüzde bu tip filmleri görmek giderek zorlaşıyor. Görsel olarak izlemeye doyum olmayan yerleri olsa da hikâye anlamında çok da beklediğimi vermediğini söyleyebilirim. Cryptozoo, bir takım mitolojik yaratıkların toplandığı bir çeşit hayvanat bahçesi. Bu yaratıkların peşinde olan kötü adamlar ve onları korumak isteyen iyiler var. Bu yaratıkların bir kısmı da insanların arasına karışmışlar ve iki tarafta olanları da var. Aslında filmin bu temel hikâye yapısı, çok rahatlıkla bir Disney, bir Dreamworks animasyonunda karşımıza çıkabilir. Tıpkı onlarda olduğu gibi pozitif bir mesaja doğru gidiyor zaten.

Fakat film belli açılardan da tam bir yetişkin animasyonu. Epey kanlı şekillerde ölen karakterler, çok grafik olmasa da filmi açan sevişme sahnesi ya da karakterlerden birinin filmin sonuna kadar çıplak dolaşması, filmin çocuklara göre olmadığını gösteriyor. Fakat hikâye yapısı fazla basit kalınca, film de tam ortada kalmış. Beklentim daha yüksek olduğu için bir miktar hayal kırıklığı oldu ama animasyon sevenler yine de karşılarına çıktığında bir şans versin derim. Sanırım sevenleri de az değil.

In the Earth:

Ben Wheatley’nin pandemi döneminde yazıp yönettiği bu filmle köklerine döndüğü söylenebilir. Gerçi buna da o kadar bayılmadım ama Tomb Raider 2, Meg 2 gibi projelerle adının anılmasındansa, bunu tercih ederim. Film her ne kadar doğrudan Covid’le ilgili olmasa da ona benzer bir virüsün etkilediği bir dünyada geçiyor. Ülkeler bölge bölge karantinaya alınmış. Üçüncü karantina dönemi bitmiş. Maske takımı dışında, bir bölgeden diğerine geçişlerde kan ve idrar örneği veriliyor vs.

Film, bir ormanda bilimsel çalışma yaparken kendisiyle iletişimin kesildiği bir bilim insanını arama çalışması ile başlayıp, ormanda bizim bilmediğimiz bir varlık var şeklinde özetleyebileceğimiz bir folk korkusuna doğru evriliyor. Belli bir yere kadar düz bir şekilde devam etse de özellikle ormandaki varlığın (ormanın ruhunun diyelim), insanların zihinlerine de etki etmesi ile birlikte film de görsel ve işitsel olarak çığırından çıkıyor. Bu sahneleri sinemada izlemek daha güzel olurdu, ondan eminim. Ama bu çığırından çıkma hali, filmin hikaye yapısını da bir kenara bırakıyor. Yine de orman da yaşayan bir varlık ve insanlara zarar veriyorsa, bunu kötü olduğundan değil, hayatta kalmak istediğinden yapıyor gibi bir noktaya geliyor ki, bunu gerçek salgınla da birleştirebiliriz.

Knackningar (Knocking):

Festivalin Geceyarısı Sineması bölümünden bir film daha. Ama bu kez kan ve şiddet üzerinden giden bir film değil, çok daha dipten ve derinden işleyen bir psikolojik gerilim. Yaşadığı bir kayıp sonrasında bir süre klinikte yatan bir kadın, çıktıktan sonra ilaçlarına devam etmek zorundadır. Yeni taşındığı apartmanda sürekli olarak yukarı katlardan sesler duymaya başlar. Yukarıda hayatı tehlikede olan bir kadın olduğuna inanınca da apartman görevlilerine, polise ve ulaşabildiği her yere haber vermeye çalışır ama geçirdiği rahatsızlıktan ve histerik davranışlarından ötürü kimse ona inanmaz. Belli ki yönetmen kadınların seslerini duyuramaması üzerine bir film yapmak istemiş. Finalde geldiği noktayı düşünürsek, bu sorun için bir önerisi de var ama atmosferi fena kurmasa da seyirciyi ikna etmekte zorluklar yaşıyor. Ayrıca mesajını da çok fazla gözümüze sokuyor. Tıpkı filmin daha en başında, psikolojik sorunları olan İsveçli bir kadını tanıtırken, karşımıza Persona’dan alınmış bir sahne getirmesi gibi. Seyircisine biraz daha güvense, daha iyi bir film olabilirmiş.

Haftaya görüşmek üzere.

Kanal B – Günce Programı (4 Mart 2021)

Bu haftaki program konuları:

Altın Küre Ödülleri
İstanbul Film Festivali – Mart Seçkisi
Berlin Film Festivali – Berlinale
Dijital platformlardan öneriler:
-Anlat Bakalım (Analyze This)
-Pan’ın Labirenti (El laberinto del fauno / Pan’s Labyrinth)
-Güzel Adam Süreyya
-Başlangıç (Beginning)
-Boyalı Kuş (The Painted Bird)

Dünyadan Kadın Hikayeleri

(Bu yazı ilk olarak, 24 Ocak 2021 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)

İlkbaharda gösterime girmesi planlanan büyük bütçeli filmler, birer birer ertelenirken evde film izleme deneyimlerimiz devam ediyor. Geçen hafta başladığımız İstanbul Film Festivali Ocak seçkisi izlenimlerine ara verip, çeşitli dijital platformlardan ve Oscar sezonunun gelmesi ile birlikte yapılan gösterimlerden izlediğim, farklı coğrafyalardan kadınların hikayelerini anlatan filmlerden bir seçki ile devam edelim.

Pieces of a Woman (Bir Kadının Parçaları):

Macar yönetmen Kornél Mundruczó, özellikle bir önceki filmi, Jupiter’s Moon ile Hollywood’a açılma niyetinde olduğunu belli etmişti. Pieces of a Woman ile ilk İngilizce filmini çekerek, bu yolda ilk adımını attı. Geçen yıl düzenlenen az sayıdaki fiziksel festivalden biri olan Venedik Film Festivali’nde gösterilen Pieces of a Woman, orada Vanessa Kirby’ye en iyi kadın oyuncu ödülü kazandırmıştı ve hemen sonrasında da Netflix, dağıtım haklarını almıştı.

Film, çok çarpıcı yarım saatlik bir bölümle açılıyor. Doğum yapmak üzere olan bir kadın ve sevgilisi, bu işi evde gerçekleştirmeye kadar vermişler ve bu konuda bir ebe ile anlaşmışlardır. Doğum başladığı anda ebenin müsait olmaması ve yerine başkasının gelmesi ile birlikte başlayan terslikler, giderek daha kötü bir noktaya gidiyor. Mundruczó’nun büyük bir kısmını plan sekans olarak, kesintisiz çektiği bu bölüm Kirby’nin çok başarılı performansıyla da seyirciye o sürecin duygusal ve fiziksel yoğunluğunu adım adım hissettiriyor. Ancak belki de filmin sıkıntısı da bu noktada başlıyor. Bu kadar yüksek bir yerden açılan film, aynı yoğunluğu ve gerçekliği bir daha yakalayamıyor. Her ne kadar Vanessa Kirby, kadının içine düştüğü boşluk ve amaçsızlık halini vermekte filmin sonuna kadar başarılı performansını sürdürse de Shia LaBeouf’un duygusal patlamaları ona ayak uyduramıyor. Anneyi canlandıran Ellen Burstyn için yazılan sahneler de karaktere bir derinlik kazandırmak için düşünülmüş ama o konu üzerinden bir yere de varılamıyor. Elimizde sadece Ellen Burstyn’in başarılı performansı kalıyor. Üstelik “şu parayı al da kızımı bırak” gibi Yeşilçam filmleri hatırlatan sahneler ve finaldeki sıradan Amerikan mahkeme filmlerini anımsatan bölüm, filmi iyice düşürüyor.

İlk yarım saatte yarattığı beklentiyi karşılayamayan ama Kirby’nin performansı için izlenebilecek bir film diyelim.

Quo vadis, Aida? (Nereye Gidiyorsun, Aida?):

Bosna Hersek bu yıl Oscar’ın Uluslararası Film kategorisine, çok fazla ülkenin ortaklığı ile gerçekleştirilen (yapımcı ortaklar arasında TRT de var) bu film ile katıldı. Venedik’te de yarışan film, Antalya’da da Uluslararası yarışmada en iyi film ödülünü almıştı. Grbavica filmi ile tanıdığımız Jasmila Zbanic, bir kez daha kamerasını 90’ların ortasında Avrupa’nın göbeğinde yaşanan soykırıma, o utanç yıllarına götürüyor. Filmin merkezinde, Birleşmiş Milletler için çevirmenlik yapan Aida var. Aida, görevi nedeniyle, gelişen olaylar ile ilgili vatandaşlarından ve ailesinden daha fazla şey biliyor ve daha korunaklı bir pozisyona sahip. Birleşmiş Milletler bir grup Bosnalıyı koruma altına aldığında, ailesini de onların içine sokmak ya da Sırpların neler yapabileceğini anladığında onları korumak için elinden geleni yapıyor.

Aslında film temel olarak, yaşanan döneme ve soykırıma dair yeni şeyler söylemiyor. Bu nedenle ilk yarısının çok etkili olduğunu söyleyemeyeceğim. Ancak film ilerledikçe, Aida’nın ailesini korumak için umutsuz çırpınışları ve her defasında giderek umutsuzluğa doğru düşmesi filmin duygusal yoğunluğunu artırırken, bu bölümde kamera da onu dar koridorlar arasına hapsederek çıkışsızlık hissini arttırıyor. Finalde, aradan geçen yılların neleri değiştirdiğine bir göz atsa da o kısma çok gerek olmadığı, yaşanan dramatik bir olay sonrasında kameranın o olayı göstermemeyi seçip, yavaş yavaş geri çekildiği sahnede bitseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

Netice olarak, Bosna’da yaşananlara dair yeni bir şey söylemese de duygusal yoğunluğu sömürüye kaçmadan kurabilen bir film olduğunu söyleyebiliriz. Oscar adaylık şansı pek olmasa da bu sene 15 filme çıkartılan kısa listeye girme ihtimali var.

To the Ends of the Earth (Dünyanın Öbür Ucu):

Kiyoshi Kurosawa’nın 2019’da Locarno’da yarışan bu filminin MUBİ’deki son haftası olduğunu belirterek başlayalım. Kurosawa, Özbekistan’da çektiği bu filminde, Japonya’dan Özbekistan’a giden bir televizyon ekibinin hikayesini, merkezine bu ekipteki sunucu kadını alarak anlatıyor. Filmi temel olarak, evinden ve erkek arkadaşından uzakta olan bu genç kadının, kültürüne yabancı olduğu bir coğrafyada kendini yeniden keşfetme çabası olarak özetleyebiliriz. Kurosawa özellikle kadının tek başına kaldığı anlarda başarılı bir atmosfer yaratmış olsa da zaman zaman batılı sinemacıların yaptığı hataya da düşüyor ve Özbekistan’a oryantalist bir bakış da atıyor. Filmi izledikten sonra, projenin Japonya ve Özbekistan arasındaki diplomatik ilişkilerin 25. yılı kapsamında geliştirildiğini öğrendim. Belki de bu yüzden, yapay kalan yerleri de var.

Açıkçası, beklentimi karşılamayan bir film oldu. Yine de Japon bir yönetmenin gözünden Özbekistan’a bakmanın nasıl olduğunu merak edenlere.

Miu Miu Woman’s Tales:

MUBİ’den geçtiğimiz hafta ayrılan (gerçi Youtube’da da var) “Miu Miu Women’s Tales” serisindeki 20 kısa filmi de izledim. Bilmeyenler için söyleyelim, Miu Miu, Miuccia Prada tarafından kurulan ve Prada’ya bağlı bir moda evi (moda dünyasına ilgim sıfıra yakın olduğu için, ben bilmiyordum). Bu serideki yapımlar da 2011’den beri her yıl, Miu Miu yaz ve kış koleksiyonu için yapılmış kısa filmler. Hemen hepsi de son dönemin heyecan verici kadın yönetmenleri tarafından çekilmiş. Çoğunu sevdim ama yapım sırasına göre favori dörtlüm, Lucrecia Martel, Miranda July, Agnès Varda ve Lynne Ramsay’in filmleri.

Proje, ilk yıllarda bu moda evinin tanıtım filmi olarak düşünülmüş belli ki. Kıyafetler çok ağırlıkta ve filmler neredeyse bir reklam filmi kıvamında. Belli ki, sonraki yıllarda yönetmenler daha özgür bırakılmış. Martel’in filmi, ilk döneme dahil olmasına rağmen, B-sınıfı filmlere ait tekinsiz bir atmosfer kurarak, farklı bir film yapmayı başarmış.

Miranda July’ın filmi, seçkinin en eğlenceli filmi. Filmde yaptığı şeyi, gerçekte de bir sanat projesi olarak hayata geçirmiş üstelik. Varda, genç bir kızın gündelik hayatını anlatırken gerçekle masal arasında bir ton tutturmuş.

Ramsay’in filmi ise galiba en sevdiğim film oldu. Seçkinin tek belgeseli ve 30 dakikalık süresiyle en uzun filmi. Bir fotoğrafçı olan, Brigitte Lacombe üzerine bir belgesel. Ramsay, kamera arkasındaki başka bir kadını anlatırken kendisini de hem bakan hem bakılan olarak konumlandırarak filme dahil oluyor. Ufak bir not, filmde çok kısa da olsa, Damla Sönmez’i de görüyoruz. Tahminimce, İstanbul Film Festivali’nde beraber jüri olduktan sonra projeye dahil olmuş.

Alice Rohrwacher ve Mati Diop’un filmlerini de bu dörtlünün arkasına koyabilirim. Özellikle Mati Diop, karantina günlerinde çektiği filminde çok kişisel bir hikâyeyi anlatarak, benzer bir durumu yaşamışsanız, sizi derinden etkiliyor. Crystal Moselle ve Haifaa Al-Mansour gibi bazı yönetmenler de bu kısa film projelerini sonraki uzun metrajlarına birer prova gibi çekmişler belli ki. Her ikisinin de sonraki filmlerinde, bu kısa filmlerin çok fazla etkisi var.

Önümüzdeki yıllarda da devam edecek gibi gözüken bu proje ile ilgili olarak tartışmaya açılabilecek olan nokta, büyük bir firmanın bütçe sağlayarak çektirdiği bu filmler, ne ölçüde sanat eseri, ne ölçüde reklam filmi olarak değerlendirilmeli? Her ne kadar, her filmde Miu Miu’nun kıyafetlerini kullanmak zorunlu olsa da yukarda da belirttiğim gibi, ilk filmlerden sonra yönetmenlere çok daha fazla özgürlük alanı bırakılmış ve kıyafetler odak noktası olmaktan çıkmış. Yönetmenlerin filmografilerinden söz edilirken, genellikle bu filmlerin adı hiç anılmıyor ancak çoğu da onların özelliklerini yansıtıyor. 2012’den beri, bu filmlerin Venedik Film Festivali’nde gösterilmekte olması da tartışmaya ayrı bir boyut katabilir diyerek, üzerine düşünmek üzere konuyu ortaya atıyorum.

Haftaya görüşmek üzere.

Kanal B – Günce Programı (25 Şubat 2021)

Bu haftaki program konuları:

İstanbul Film Festivali – Şubat Seçkisi
İstanbul Modern – Oscar’ın Yabancıları
Berlin Film Festivali (Berlinale)
Altın Küre Tahminleri
Dijital platformlardan öneriler:
– Doğum Günü 4 Temmuz (Born on the Fourth of July)

İstanbul Film Festivali – Ocak Seçkisi: Bölüm 1

(Bu yazı ilk olarak, 17 Ocak 2021 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)

Sinemalar kapalıyken, film izleme deneyimlerimiz evlerimizdeki ekranlardan devam ediyor. Geçen ay üst üste gelen online festivaller, bu ay hızını biraz azalttı ama İstanbul Film Festivali bizi filmsiz bırakmamaya kararlı. Ocak ayında, 15 filmlik bir seçki ile karşımıza çıktı. Bu kez Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri birer film olmak üzere haftada üç filmi gösterime açıyorlar. Filmlerin 5’er gün gösterimde kaldığını da hatırlatalım. Bu hafta, bazılarını önceden izlediğim, ilk iki haftanın filmlerine bir göz atalım. Önümüzdeki haftalarda, bir ya da iki bölüm daha yaparız.

85 Yazı (Eté 85):

Aslında François Ozon’un bu yeni filmini, sinemaların açık olduğu aylarda, beyazperdede izlemiştim. Dönüp bakınca, filmin iyiliği, kötülüğü bir yana, iyi ki sinema perdesinde izledim diyorum. Adından anlaşılabileceği gibi, 1985 yazında geçen film, iki genç erkeğin aşk hikayesi üzerinden gelişiyor. Ozon’un en iyi filmlerinden biri değil belki ama yine de sevdiğim, keyifle izlediğim bir film oldu. Biraz bildik bir ilk gençlik ve aşk hikayesi ama yer yer Ozon’un oyunbaz tarafını da hissetmek mümkün. İzlerken, filmin finalini baştan açık etmesinin büyük risk olduğunu düşünmüştüm ama aslında o finale nasıl gittiğimiz daha önemli demiş oluyor. Bir yandan da filmin hikâye anlatıcılığı ile kurduğu ilişkiyi de sevdim. Tüm filmi karakterlerden birinin anlatımıyla ve bakış açısıyla izliyoruz ki, aslında bizim bakış açımız da onun hatırladıkları, onun tercihleri ile sınırlı. Hatta bir sahnede hınzırca, “bunu merak ediyorsunuz ama size göstermeyeceğim” bile diyebiliyor.

Ozon, hikâye anlatıcılığı meselesini, Dans la maison (Evde) filminde çok daha iyi işlemişti belki ama burada da filme ayrı bir boyut katmayı başarıyor. Ozon, 85 yazında 17 yaşındaymış. Film bir roman uyarlaması belki ama atmosferiyle, bazı detaylarla mutlaka kendi gençliğinden de izler koymuştur. Bizi de o günlere götürebiliyor doğrusu.

Çirkin Masallar (Favolacce):

Bu filmi de aslında yine haftalar önce Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nda izlemiş ve burada yorumlamıştım. Düşüncelerim değişir mi diye tekrar izledim ama pek değişmedi. O halde, bütünlüğü bozmamak adına, o zamanki yorumumu tekrar alıyorum:

Bu sene Berlin’de senaryo ödülü almasıyla öne çıkan bu film, seçkinin de en merak ettiğim filmlerinden biriydi. İzlemem biraz maceralı oldu ama beklentimi tam olarak karşıladığını söylemeyeceğim. Film, İtalya’nın banliyö mahallelerinden birinde yaşayan insanlar üzerinden kimi hikayeler anlatıyor. Çoğunun ana karakterleri de yeni ergenler ve gençler. Bunların baskıcı ya da umursamaz anne-babaları, öğretmenleri vs. de hikayelerin diğer karakterleri. Filmin, yer yer çok iyi sahneleri var. Özellikle çocukların cinsellik merakı ile ilgili kısımlar iyi işlenmiş. Aileleri ile olan ilişkileri de öyle. Fakat toplamda tatmin edici bir sonuca ulaştığını söyleyemiyorum. Özellikle finalde yaptığı hamlenin altını daha fazla doldurabilirdi diye düşünüyorum. Yine de kurduğu dünya, yönetmen D’Innocenzo kardeşlerin sonraki filmleri merak etmemiz için bir kapı aralıyor.

Fotoğrafı Göster: Jim Marshall’ın Hikâyesi (Show Me the Picture: The Story of Jim Marshall):

Hayran olduğumuz sanatçıların bazılarının fotoğrafları da zihnimizin bir köşesinde, ona ait imgeler arasında yer alır ama özel bir ilgimiz yoksa, genellikle o fotoğrafları kimin çektiği ile pek fazla ilgilenmeyiz. İşte Jim Marshall da o fotoğrafçılardan biri. Bu film de onun hayatını anlatan bir belgesel. Jim Marshall, genellikle ünlü müzisyenlerin konserlerinde ve sahne arkalarında, bazıları ikonik hale dönüşmüş fotoğraflarını çekmiş. Hendrix’den Beatles’a, Dylan’dan Cash’e pek çok müzisyenin halen hatırladığımız fotoğraflarını çekerken, onlarla yakın ilişkiler de kurmuş, en önemlisi güvenlerini kazanmış. Ancak 60’lar ve 70’ler sonrası uyuşturucu ve alkol problemleri ile şiddete olan yatkınlığı, sektördeki yerini sarsmış ve ilerleyen yıllarda, çok istese de o eski günlerine dönememiş. Ama bunda sistemin farklı bir noktaya doğru ilerlemesinin, stüdyoların en ufak ayrıntıları bile kontrol etme çabasının payı da büyük. Marshall’ın spontane olarak çektiği fotoğrafların, sistemde çok fazla yeri kalmamış, her türlü fotoğraf çekimi, planlanarak yapılır olmuş.

Filmin Jim Marshall’ı tanımamıza vesile olmasını bir kenara bırakıp, belgesel olarak değerine bakarsak aslında karşımızda klasik bir yapı var. Marshall’ın arşiv kayıtları, arkadaşları ile yapılan söyleşiler, mesleğindeki önemini vurgulamak için ondan sonraki dönemdeki fotoğrafçılar ile söyleşiler ve elbette çektiği fotoğraflar, filmin omurgasını oluşturuyor. Bu anlamda, sinemasal anlamda özel bir film değil ama konu ilginizi çektiyse, film de tatmin edecektir.

Umudun Dili (Persian Lessons):

İkinci Dünya Savaşı sırasında, bir toplama kampında, hayatını kurtarabilmek için İranlı olduğunu söyleyen bir adamın hikayesi. Kimi etkileyici sahneleri olsa da izlediğimiz onlarca toplama kampı filmine yeni bir şey katmıyor, farklı bir bakış açısı getirmiyor. En büyük sıkıntısı, hikâyenin çıkış noktasının bir türlü inandırıcı olamaması. Bir insanın, o şartlarda, sıfırdan hiç bilmediği bir dil uydurması, uydurduğu kelimeleri ve gramer kurallarını çok ufak bir istisna dışında hiç şaşırmaması için ya keşfedilmemiş bir dâhi ya da dilbilim profesörü falan olması lazım. Üstelik bunu inandırdığı kişi de hiç öyle şapşal bir nazi subayı olarak çizilmemiş. Gayet akıllı ve kültürlü bir karakter. Karşı taraf bir dil uydurmayı başarmış olsa bile, tutarsızlıkların farkına varması gerekirdi diye düşünüyorsunuz. Konunun, gerçek olaylardan alındığı söyleniyor. Olabilir ama farklı örneklere bakınca, o gerçek olayların filme aktarılırken ne kadar değişebildiğini de biliyoruz.

Film teknik açıdan fena değil aslında. Nahuel Pérez Biscayart ve Lars Eidinger de iyi oyuncular. Burada da ellerinden geleni yapıyorlar ama konu tatmin edici olmayınca, film de benzerleri arasında kayboluyor.

Jumbo:

Bu hafta bahsedeceğim filmlerin en ilginci. Annesiyle birlikte yaşayan, çevresi ile rahat bir ilişki kuramayan ve içe kapanık bir genç kadın olan Jeanne, o güne kadar romantik bir ilişki de yaşamamıştır. Günün birinde, çalıştığı lunaparkta aşkı bulur. Peki bunun nesi ilginç? Çünkü Jeanne, lunaparktaki aletlerden birine âşık olmuştur. Cansız bir nesneye duyulan aşk hissinin mümkün olabildiğini biliyoruz. Bu filmin başında da gerçek olaylardan esinlenilmiştir ibaresi var zaten. Ancak, Umudun Dili’nin aksine, bu ibare filmin başında olmasa da inandırıcı olmayı başarıyor. Filmin en önemli başarısı da bu zaten. Bir çoğumuz için inandırıcı gelmeyecek bir durumu doğal kılmayı ve ana karakterini komik duruma düşürmemeyi başarıyor. Bunda yönetmen Zoé Wittock kadar, Jeanne rolünde Noémie Merlant’ın da payı var. Özellikle ana karakterimizin, lunaparktaki cihazla yalnız kaldığı sahnelerdeki görüntü yönetimini de filmin artıları arasına yazmalıyız.

Filmin eksileri ise başka filmleri fena halde çağrıştırdığı anlar. Özellikle makine ile yaşanan bir cinsel birliktelik sahnesi var ki, doğrudan Under the Skin filminden alınıp buraya konulmuş gibi. Yine görsel olarak başarılı ama başka bir çözüm bulunabilirdi. Ayrıca filmin finalinin de tüm sorunların çözüldüğü, son derece güvenli sulara doğru kaydığını söylemek lazım. Olayların mutlu sona doğru gitmesinde katalizör etkisi gösteren annenin erkek arkadaşı ise filmin en inandırıcı olmayan karakteriydi. Olumsuz noktalarına karşın, yine de izlemeye değer bir film olarak anabiliyorum.

Merkez Üssü (Epicentro):

Her ne kadar filmin özetinde, Küba tarihinin son 100 yılına odaklandığı belirtilse de karşımızda Küba’nın tarihini anlatan bir belgesel yok. Filmin ilk kısmında, 100 yıl önce Amerika’nın Küba’ya yardım adı altındaki ilk adımı atmasında, sinemanın ne kadar manipülatif bir rol oynadığı üzerinden anlatısını kuruyor. O yıllarda yeni gelişmekte olan bir sanat türü olan sinemanın, bu amaçla kullanılabileceğinin çözülmüş olması gerçekten ilginç. Bugünden bakınca çocuklar bile bunu görebiliyor belki ama günümüzde izlediğimiz pek çok görüntünün gerçekliğini de sorgulamamız gerektiğini düşündürüyor. Buradan hareketle bugün Küba’nın dünya genelindeki imajı da sorgulanıyor. Kimileri için erişilecek en iyi nokta ve bir ütopya olarak görülen Küba, kimileri için de tam tersi. Ama gerçek bu ikisinin arasında bir yerde duruyor ve film de bu iki tarafa da yaslanmıyor zaten. Bunun yanında film zaman zaman kendi gerçekliğini sorgulatan anlar da kuruyor ama bunlar çok kısıtlı. İzlerken, keşke daha fazla olsaydı diye düşündüm. Aslında, Küba’da da Avengers’ın hayranlıkla izlendiği anlar görüyoruz ama bunlar da çok anlık görüntüler olarak kalıyor.

Gerçeklik ve sinema arasında kurduğu bağlantılar dışında filmin büyük kısmı, Küba vatandaşları ile yapılan söyleşilerden oluşuyor. Özellikle çocuklara yapılan söyleşilerde, onları geleceğe dair bir umut olarak konumlasa da bu kısımlar, benzer belgesellerden çok da farklı değil. Neticede ilgi çekici anlar ve tartışmalar yaratsa da beklentimin biraz altında kalan bir film olduğunu söyleyebilirim.

Haftaya görüşmek üzere.

Kanal B – Günce Programı (11 Şubat 2021)

Bu haftaki program konuları:

Oscar Uluslararası Film Adayları
İstanbul Modern Oscar’ın Yabancıları Seçkisi
İstanbul Film Festivali – Şubat Seçkisi
Rotterdam Film Festivali (IFFR)
Dijital platformlardan öneriler:
– Büyük Hesaplaşma (Heat)
– Parazit (Parasite)
– Çılgın Aptal Aşk (Crazy, Stupid, Love.)
– Mutluluk (Le Bonheur)
– Tavşan Peter (Peter Rabbit)

2021’de Sinema

(Bu yazı ilk olarak, 10 Ocak 2021 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)

Geçen hafta, sinema dünyasında nasıl bir 2020 yılı geçirmiştik, ona bakmıştık. Bu hafta da nasıl bir 2021 yılı bekliyoruz, kısmetse hangi filmleri izleyeceğiz onlara bir göz atalım.

Öncelikle elbette en fazla istediğimiz şey, 2020’nin neredeyse tümünde başımıza bela olan pandeminin, 2021’de azalarak bitmesi ve sinema salonlarının açılması. Elbette sadece sinema salonlarının açılması da yetmiyor, kendimizi o salonlarda güvenli hissetmemiz, festivallerde ve popüler filmlerde tümüyle dolu salonlarda film izlemekten çekinmeyeceğimiz bir noktaya gelmemiz gerekiyor. Ülkemizde şu an sinemalar Mart başına kadar kapalı. Umuyorum ki, o tarihte aşılama belli bir noktaya ulaşmış olur ve sinemalar açılır. Mart’ta sinemalar açılsa bile, henüz sosyal mesafe ve maske kurallarından vazgeçmiş olmayacağımızı tahmin ediyorum. Bu durum, yüksek gişe beklentili filmlerin biraz daha ertelenmesine yol açabilir. En azından yaz aylarında kurallar kalkmış olursa, sektör açısından daha iyi bir 2021 geçirebiliriz. Pandemi döneminin sinema salonlarına etkisini ise, tam olarak yılın ikinci yarısında görmüş olacağız sanırım.

Bir de işin festivaller tarafı var. Yılın ilk aylarında düzenlenecek olan Sundance, Rotterdam, Berlin gibi uluslararası festivaller, şimdiden ya tümüyle online’a geçeceklerini açıkladılar ya da Şubat-Mart aylarında bir online seçki, yaz aylarında da fiziksel bir festival yapmayı planlıyorlar. Muhtemelen uluslararası alanda belirleyici olan festival, Cannes olacak. Eğer Mayıs ayında, eskisi gibi bir festival yapabilirlerse, diğer festivaller de o yoldan gidebilir. Türkiye’de İstanbul Film Festivali şimdiden online gösterimlere devam edeceğini açıkladı. Haziran ayında açıkhava mekanlarında ve online olarak ulusal yarışmaları yapacaklar. Görünen o ki, şu an klasik tarihleri olan Nisan ayı için bir fiziksel festival niyeti yok. Diğer festivallerin nasıl pozisyon alacağını zaman gösterecek.

Gelelim 2021’de izlemeyi beklediğimiz filmlerden bazılarına. İşin ilginci, geçtiğimiz yıl bu yazıyı yazmış olsaydık, hemen hemen aynı filmlerden bahsedecektik herhalde.

No Time to Die:

Daniel Craig’i son kez Bond olarak izleyeceğimiz, yönetmen koltuğuna da Cary Fukunaga’nın oturduğu bu Bond filmi, pandemi döneminde ilk ertelenen büyük bütçeli film olmuştu. Şu an planlandığı gibi, Nisan ayında sinemalarda vizyona girerse, sembolik de olsa normalleşmenin ilk adımlarından biri olacak gibi gözüküyor. Tekrar ertelenme ihtimali, her zaman mümkün ama umarım sadece online platformlarda seyirci karşısına çıkacak filmlerden biri olmaz.

Black Widow:

Çizgi roman severler olarak, Iron Man’in vizyona girdiği 2008’den beri her yıl en az bir Marvel filmi izlemeye alışmıştık. Marvel sinematik evreninin ilk aşamalarında 2009 boş geçmişti belki ama o zamandan beri yeni bir Marvel filmi izlemediğimiz tek yıl, 2020 oldu. Sanki Black Widow en başta da o kadar merak uyandırmadı, ertelemeler ile merak iyice söndü ama o da Mayıs ayında gösterime girebilirse, yine Bond gibi sembolik bir anlamı da olacak.

Eternals:

Bu yıl gösterime girmesi planlanan dört Marvel filminden bir diğeri ise Eternals. Şu ana kadar Marvel filmlerinde hiç görmediğimiz, ölümsüz bir uzaylı ırkının maceralarını anlatacak olan filmin başrollerinden birinde Angelina Jolie olsa da aslında yönetmeni ile dikkat çekiyor. 2020’de Nomadland ile çok büyük övgüler toplayan, Nisan ayında en iyi yönetmen Oscar’ı alma ihtimali epey güçlü olan (adaylık kesin zaten), Chloé Zhao bu filmin yönetmen koltuğunda. Bambaşka tarzda bir sineması olan Zhao’nun büyük bir stüdyo filminde nasıl bir performans göstereceği, kendi tarzını filme ne kadar yansıtabileceği merak konusu.

Not: Çevresinde bir sürü dedikodu dönen yeni Spider-Man filmi de bu yıl içinde gösterime girecek gibi gözüküyor ama içimden bir ses 2022’ye kalacağını söylüyor.

The French Dispatch:

Wes Anderson’un yeni filmi, 2020’nin en çok merak edilen filmlerinden biriydi. Her Wes Anderson filmi gibi, yine deli bir oyuncu kadrosu var. Burada saymaya kalksak, epey uzun sürer. Aşağı afişini koyalım, merak eden oradan baksın diyelim. Filmin, Cannes’da açılması, Oscar’da da adaylıklar alması bekleniyordu. Cannes yapılamayınca, yapsaydık festivalde olacaktı diye açıkladıkları filmler arasında yer aldı gerçekten de ama Oscar sezonu için filmi öne sürmediler ve tümüyle 2021’e kaldı. Büyük ihtimalle açılışını yine Cannes’da yapacağı söyleniyor. Bekliyoruz.

The Tragedy of Macbeth:

Yeni bir Macbeth uyarlaması mı? Fassbender’li, Cotillard’lı uyarlamayı izleyeli ne kadar oldu ki? Yenisine gerek vardı mıydı derken yönetmen olarak Joel Coen’in adını görünce dikkat kesiliyoruz, Ethan Coen’in projede olmamasından işkilleniyoruz, Denzel Washington ve Frances McDormand’ın Macbeth’leri oynayacağını görünce de 2022 oyuncu Oscar’ları için iki yeri şimdiden ayıralım diyoruz.

The Souvenir: Part II:

The Souvenir’in ilk bölümü, 2019’da Sundance’de açılmış ve o yılın en beğenilen filmlerinden biri olmuştu. İkinci bölümünün çekimleri de 2019 yılında tamamlandı aslında. Bu nedenle, 2020’deki büyük festivallerden birinde karşımıza çıkması bekleniyordu ama belki pandemiden, belki de post prodüksiyonun uzamasından dolayı, karşımıza çıkmadı. 2021’de Berlin ya da Cannes’da bekliyoruz.

Top Gun: Maverick / Mission: Impossible 7:

Tom Cruise, oradan oraya koşuyor, her türlü atlamayı zıplamayı kendisi yapıyor, yeri geliyor uçak kullanıyor ama hiç dublör kullanmıyor filmlerinden iki tanesinin bu yıl gösterime girmesi planlanıyor. Ben bunların birinin 2022’ye kalma ihtimali olduğunu düşünüyorum ama belli de olmaz. Yıllar sonra gelen Top Gun’un devam filminin çekimleri zaten çok önceden bitmişti ve film hazır bir şekilde bekliyor. MI7’ın çekimleri ise pandemi nedeniyle birkaç kez durduktan sonra yakın zamanda bitti sanırım. Yıl sonuna yetişip yetişmeyeceğini göreceğiz.

Dune:

Yıllar önce Jodorowsky’nin çekmek isteyip hayata geçiremediği, David Lynch’in stüdyonun da etkisi ile başarılı bir filme dönüştüremediği (ben suçlu zevk olarak severim gerçi) Dune serisi, bu kez Denis Villeneuve’ün ellerinde. Villeneuve genellikle beklentileri boşa çıkarmayan bir isim. Blade Runner’ın devamında bile orijinal filme ihanet etmeyen bir iş ortaya çıkarmıştı. Her ne kadar, Timothée Chalamet’nin nasıl bir Paul Atreides olacağına dair şüphelerim olsa da yönetmene güveniyor, filmi sinema dünyasının büyük çoğunluğu gibi merakla bekliyorum.

The Matrix 4:

Ve bir efsanenin yıllar sonra gelen ve hemen hemen aynı kadro tarafından yapılan devamı. Normal şartlarda, kapı baca indirmesi, biletlerin ilk çıktığı anda, büyük ölçüde tükenmesi beklenirdi. 21 Aralık 2021 tarihine kadar çok zaman var, kim bilir belki de öyle olur. Filmi büyük bir merakla beklediğimiz doğrudur ama ilk Matrix’i sevip, diğerlerini pek sevmeyen gruptan olduğum için kafamda bir soru işareti de var. Ayrıca Matrix, 90’lar sonu, 2000’ler başına o kadar iyi oturan bir filmdi ki, oradan 2020 dünyasını aynı şekilde kapsayabilecek bir hikâye kurulabilecek mi göreceğiz. Ama görmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz.

Elbette 2021’de beklediğimiz filmler sadece bunlar değil. Yukardaki filmleri seçerken üzerinden geçtiğim diğer filmlerin bir listesini de buraya bırakayım (bir kısmının 2022’ye kalması muhtemeldir):

A Quiet Place Part II, Three Thousand Years of Longing, Elvis, Nightmare Alley, Soggy Bottom, Annette, Last Night in Soho, The Northman, Bigbug, Triangle of Sadness, Petite Maman, Don’t Look Up, Blonde, The Power Of The Dog.

Bunların yanına, bir de şu adından bile haberimiz olmayan, festivallerde ve vizyonda karşımıza çıkacak olan sürprizleri eklemek isteriz. Umarım her alanda, 2020’den daha iyi bir 2021 olur.

Haftaya görüşmek üzere.

Kanal B – Günce Programı (4 Şubat 2021)

Bu haftaki program konuları:

Altın Küre Adayları
İstanbul Film Festivali – Şubat Seçkisi
Sundance Film Festivali
Dijital platformlardan öneriler:
-Kuzuların Sessizliği (Silence of the Lambs)
-Ölümlü Dünya
-Sıra Sende (Your Turn)
-Iron Man

2020’de Sinema

(Bu yazı ilk olarak, 3 Ocak 2021 tarihinde, http://www.sinemamuzik.com/ sitesinde yayımlanmıştır.)

Yılsonlarında, o yılın genel bir değerlendirmesi yapılırken genellikle hangi filmler öne çıktı, büyük festivallerde kimler ödül aldı, seneye Oscar yarışında kimler öne çıkıyor gibi konulardan bahsederdik. 2020’de sinema dediğimizde ise öne çıkan gündem maddesi, pandemi sektörü nasıl etkiledi, bundan sonra neler değişecek oluyor. Bu nedenle bu yazıda, genel olarak bunlara değinmeye çalışacağım.

Gişe ve seyirci sayıları – Türkiye (*):

Pandeminin sektöre etkileri dediğimiz zaman, bunu somut olarak görebileceğimiz yer elbette gişe verileri. Öncelikle ülkemizdeki durumdan başlayalım. Ülkemizde, sinemaların seyirci sayıları 2017 ve 2018 yıllarında 70 milyon barajını aşarak, tepe noktaya ulaşmıştı. 2019 yılında, medyada popcorn savaşları olarak adlandırılan kriz ile birlikte, seyirci sayısı 60 milyon civarına düştü. 2020’de bir toparlama beklenirken pandemi işin içine girince, yaklaşık 17.5 milyon seyirci ile kapanmış. Hasılat değerleri bize daha da iyi bir fikir verebilir. 2019’da krize rağmen 1 milyar TL’nin eşiğine gelen toplam gelir, 2020’de sadece 300 milyon TL’de kalmış durumda. Hasılatın sinema salonları, dağıtımcı, yapımcı ve Kültür Bakanlığı arasında dağıldığını düşünürsek sektör için çok büyük bir kayıp olduğunu söyleyebiliriz. Yapımcıların çoğunlukla online platformlara yöneldiğini, yabancı filmlerin Türkiye dağıtımcılarının da filmlerini yine online platformlara verebildiğini düşünürsek, sektörün o ayağının varlığını sürdürebildiğini söyleyebiliriz. Ancak burada asıl sıkıntı sinemalarda. Sinemaların açılmasına izin çıktığı noktada, ne kadarının yoluna devam edebileceğini göreceğiz. Sonrası için de seyircinin film izleme alışkanlığının ne kadar değiştiği önemli bir gösterge olacak.

Türkiye’de bu sene sinemalarda en çok izlenen filmlere baktığımızda, ilk 10 filminin hepsinin Ocak ya da Şubat aylarında gösterime girmiş olduğunu görüyoruz. Ağustos ayında vizyona girerken kendisinden çok şey beklenen Tenet, ancak 12. sırada kendine yer bulabilmiş.  Hatta şöyle diyelim, ilk 30 film arasında Ağustos ve sonrasında gösterime giren sadece iki yapım var. Sinemaların korona gölgesinde açık olduğu sürede, seyirciler sinema salonlarını çok tercih etmemişler. Aşı nasıl sonuç verir, sonrasında sinema salonları tekrar açıldığında neler değişir göreceğiz.

2020’de, 1 milyon seyirci barajını geçen sadece 2 film var. Eltilerin Savaşı ve Bayi Toplantısı. Eltilerin Savaşı’nın 31 Ocak’ta gösterime girdiğini düşünürsek, 3.5 milyonluk seyircisi, normal şartlarda da en fazla 4 milyona çıkardı muhtemelen. Bayi Toplantısı ise 21 Şubat’ta gösterime girmiş ve 1 milyon seyirciyi çok az geçmiş. Normal zamanındaki potansiyelinin epey altında kaldığı söylenebilir.

Gişe ve seyirci sayıları – Dünya:

İçinden geçtiğimiz bu tuhaf yılda dünyadaki durumu da farklı açılardan değerlendirmek gerekli. Çin, virüsün ilk çıktığı ülke olarak, sinemaları da ilk kapatan ülke oldu. O dönem çok büyük kayıp yaşadıkları konuşuldu ama sinemaları ilk açan ve açık tutmaya devam edebilen ülke de Çin oldu. Böyle olunca, geçmiş yıllarda yavaş yavaş sinyallerini veren bir olay 2020’de ilk kez gerçekleşmiş oldu. Geçmiş yıllarda dünyada en çok izlenen filmler listesinde bir ya da iki Çin filmi olur, bu film de Çin dışında pek bir yerde gösterime girmemiş olurdu. Diğer filmler ise Amerikan filmleri olurdu. Bu yıl, dünya genelinde en çok izlenen 10 filmden 4’ü Çin’den, biri Japonya’dan geliyor. Hatta 2020’nin dünyada en çok izlenen filmi olan Sekiz Yüz, ülkemiz sinemalarına kadar gelebildi ama pek ilgi görmedi (kendi adıma koca IMAX salonunda, tek başıma izlemiştim). Ayrıca Çin ilk defa, gişe hasılatında en büyük pazar payına sahip ülke haline geldi. Tenet, dünya genelinde 4. olabilse de temel olarak Amerika dışında ulaştığı seyirci ile bunu başarabildi.

Amerika özelinde bakacak olursak, aslında orada da bize benzer bir tablo görüyoruz. En çok izlenen 10 filmin 8’i yılın ilk 3 ayında gösterime giren filmler. Tenet Amerika’da, her şeye rağmen 8. olabilmiş. 100 milyon doları aşabilen ise sadece iki film var. Bad Boys for Life ve Sonic the Hedgehog. Büyük ihtimalle normal şartlarda bu filmler belki, ilk 10’un sonlarında yer alırdı, belki de hiç listeye giremezdi. Hatta listede Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild) gibi, listeye gireceğini hiç tahmin etmeyeceğimiz filmler de var. Sektör açısından kaybın büyüklüğünü anlamak için yine toplam hasılat verilerine bakalım. Amerika’da 2009’dan beri toplam gişe geliri, her yıl 10-11 milyar dolar civarında gerçekleşmiş. 2020’de bu değer 2 milyar dolar. Düşüş oranlarını karşılaştırırsak, Amerika’daki durumun ülkemizden daha kötü olduğu görülebilir (daha sağlıklı bir karşılaştırma için, her iki ülkenin enflasyon oranlarını da işin içine katmak gerekir ama şimdilik onu bir kenara bırakalım).

Online platformların yükselişi:

Bu konu üzerine yıl içinde çok fazla yazıldı, çizildi. Aynı şeyleri tekrarlamayalım ama yukardaki tablo, bunun nedenlerini gösteriyor aslında. Pandemi döneminde sinemaya gitmeyen seyirciler elbette film izlemeyi bırakmadı, hatta daha fazlalaştırdı. Festival meraklıları çareyi giderek artan online festivallerde bulurken, genel seyirci kitlesi de online platformlara kaydı. Zaten yükselişte olan online platformlar da bu yükselişlerinin hızını, muhtemelen kendilerinin de beklemediği kadar arttırmış oldular. Hatta pandeminin ilk dönemlerinde Netflix’in Avrupa’da oluşan talebi karşılamak için, görüntü kalitesini bir miktar düşürdüğü haberleri çıkmıştı.

Elbette içeriklerde de belirgin bir değişim yaşandı. İlk defa sinemada vizyona girmesi planlanan pek çok film, online platformlarda seyirci karşısına çıktı. Yıl ortasında Tenet ile sinema salonlarını kurtarma iddiasında bulunan Warner Bros, yıl sonunda bombayı patlatarak, 2021’de tüm filmlerini sinemalar ile aynı anda, kendi online platformları olan HBO Max’de de gösterime sunacağını açıkladı. Bu durum sektörde çok büyük tepki yarattı ama ilk örnek olan Wonder Woman 1984, ilk bakışta sinemalara belli bir seyirci de çekmiş gibi gözüküyor ama ilerleyen örneklerde sonuç ne olacak göreceğiz. Amerika özelinde, Warner’ın bu filmlerin sinema gösterimlerinden alacağını payı azalttığını da not olarak düşelim. Yani sinema salonları, daha az seyirci ile aynı parayı kazanabilecek.

Online platformların son yıllardaki yükselişi ile farklı stüdyolar ve yatırımcılar da bu işe girmeye başladılar. Amerika’da pazara HBO Max ve Disney+’ın girmesi ile ortalık epey karıştı. Türkiye’de de 2021 itibariyle, Exxen ve Gain de olaya dahil oldular. Disney+’ın da bu yıl içinde geleceğine dair haberler duyuyoruz. Pazar bu platformların hepsini kaldırabilecek kadar büyük mü, bu sayı daha da artacak mı, yoksa azalacak mı, bunları da zaman gösterecek.

Yılın en iyileri:

Bu yazıda filmlerden bahsetmedik, daha çok olayın ekonomik boyutuna değindik ama âdettendir, bir en iyiler listesi vermeden de bitirmeyelim. Sinema Müzik sitesi yazarları olarak, 2020’de Türkiye’deki sinema salonlarında vizyona giren filmler içinden seçtiğimiz en iyileri açıklamıştık. Site içinde bulunabilir. Ben burada kişisel olarak 2020’de fiziksel ve online festivallerde izlediğim filmler içinden yaptığım, vizyona girmeyen filmlerden oluşan bir listeyi paylaşayım:

  1. Rizi (Days)
  2. La llorona (Ağlayan Kadın)
  3. Submissão (Teslimiyet)
  4. First Cow
  5. Shirley
  6. Sanctorum
  7. A Metamorfose dos Pássaros (The Metamorphosis of Birds)
  8. Never Rarely Sometimes Always
  9. Vitalina Varela
  10. Mimaroğlu
  11. Antigone
  12. Petite Fille
  13. Walchensee Forever
  14. Hutsulka Ksenya
  15. Il peccato (Günah)

Haftaya görüşmek üzere.
(*: Türkiye gişe verileri, Box Office Türkiye, dünya gişe verileri ise Box Office Mojo ve Wikipedia’dan alınmıştır.)


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 308.860 hits
Nisan 2024
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.