İstanbul Film Festivali – Ocak Seçkisi İstanbul Modern – Kısa Film Seçkisi Sundance Film Festival Rotterdam Film Festival (IFFR) Online platformlardan öneriler: – Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest) – Yarının Sınırında (Edge of Tomorrow) – Hayat Var – Hitchcock Truffaut – Otel Transilvanya
Sinemalar kapalı olduğu için online festival ve platformlardan film izlemeye devam. Bu hafta, çok fazla kişinin dikkatini çekmeyen bir film seçkisinden bahsetmek istiyorum. Yaz aylarında MUBİ’nin kütüphanesini açması sonrasında, dikkatlerden kaçmış pek çok filme erişebilir duruma geldik. Kendi adıma genellikle seçkiden yakın zamanda ayrılacak olan filmleri takip etmeye çalışıyorum. İki hafta önce, 7 Arjantin filminin seçkiden ayrılacağını fark ettim. Filmlerin hiçbirini izlememiştim. Son dönemde Arjantin sineması yükselişte olduğu için, bu filmleri izleme planıma dahil ettim ve kendi adıma çok güzel bir sürprizle karşılaştım.
Öncelikle bu 7 filmin hepsine Mariano Llinás’ın bir şekilde dahil olduğunu fark ettim. Mariano Llinás adı, 2018’de Locarno’da gösterilen, 14 saatlik filmi La Flor ile dikkatimi çekmişti. Biraz daha inceleyince, bu filmlerin hepsinin El Pampero Cine isimli yapım firmasından çıktığını gördüm. Bu firma 2002 yılında, Mariano Llinás, Laura Citarella, Agustín Mendilaharzu ve Alejo Moguilansky tarafından kurulmuş. Neredeyse 20 yıllık bu ekibin filmlerini yeni keşfetmiş olmak, kendini sinefil olarak tanımlayan biri için utanç verici ama geç olsun da güç olamasın diyelim. Bu filmlerin hiçbiri vizyona girmedi zaten. Festivallere geldiyse bile, bana denk gelmemişler. MUBİ’deki seçkide de çok yankı uyandırmamasının sebebi, Türkçe altyazılarının olmayışı idi sanırım.
Filmleri izledikçe pek çok ortak nokta yakalamaya başladım. Bu anlamda 7 filmi arka arkaya izlemek güzel bir deneyim oldu. Belli ki El Pampero Cine, klasik anlamda bir yapım firması olmaktan çok, sinema üzerine düşünen, yazan, çizen arkadaşların kurduğu bir firma ve kolektif bir üretim süreci yürütüyorlar. Zaten ekip içinde, aynı zamanda akademisyenlik yapanlar da var. Farklı yönetmenlerin ellerinden çıkan filmler olsa da belli bir fikir yapısı üzerinden ilerledikleri görülüyor. Ayrıca hemen hemen tüm filmlerde kamera önü ve arkasında aynı kadro var ama farklı rollerde. Bir filmde yönetmen olan isim, diğerinde kurgucu, öbüründe senaryo yazarı, hatta oyuncu olabiliyor. Filmlerin neredeyse hepsinde sesçilik yapan bir başka isim, bir filmde başrolü üstlenebiliyor.
Filmlere ayrı ayrı ufak bakışlar atarız ama ortak noktalarını belirlemek daha önemli bence. Bunlar 7 filmin hepsinde görünmüyor belki ama farklı filmlerde, farklı şekillerde karşımıza çıktığı için üzerinde durmalıyız. Filmlerin hepsini izlediğimiz zaman fark ettiğimiz en baskın unsurlardan biri, dış ses. O an perdede ne olduğunu, ne olacağını, geçmişte ne olduğunu, karakterlerin duygu ve düşüncelerini bize anlatan, genellikle karakterlerden herhangi birine ait olmayan, her şeyi bilen bir, hatta bazen birden fazla dış ses. Bu dış ses filmin, roman ile bağlantısını da güçlendiriyor. Dış sesin en baskın olduğu filmlerde, roman uyarlaması olmayan bir roman izliyor ve dinliyor gibiyiz. Filmleri bölümlere, hatta bölüm içinde alt bölümlere bölme olayı da çok sık karşımıza çıkıyor. Bunu da romanla bağlantılı olarak düşünebiliriz ama bir yandan da bu bölümlerde filmlerin anlatım tarzları da değişiyor çoğunlukla. Bu da aynı film içinde, farklı denemeler yapmaya imkân sağlıyor.
El Pampero Cine filmlerinde sıklıkla rastladığımız bir diğer ortak tema da film çekme sürecini doğrudan filmin içine dahil etmek ve kurmaca ile gerçekliğin arasındaki çizgiyi muğlaklaştırmak. Bir filmin konusu, o filmin çekim süreci olabiliyor ya da normalde bir filmin kamera arkasında kalmasına alışık olduğumuz bazı unsurları, kamera önünde görebiliyoruz. Bu filmler içinde belgesel olan ya da belgesel olduğunu iddia eden filmler de var. Ama benzer şekilde, bunlar da belgesel olup olmadığı tartışmalı filmlerken, kurmaca olup belgesele çok yakın duran yapımlar da var. Bu anlamda, türler arasındaki sınırları da zorlayan filmler.
Şimdi kısa kısa, izlediğim 7 filmden, yapım yıllarına göre sıralayarak bahsedeyim. Aslında bunların hemen hepsi, üzerine uzun uzun yazılabilecek filmler. Burada genel olarak filmlerin konularından ve temel özelliklerinden bahsetmekle yetineceğim.
Balnearios – 2002:
2002’de El Pampero Cine, Mariano Llinás’ın yazdığı ve yönettiği Balnearios ile yola çıkıyor. Llinás’ın daha sonra çekeceği çok uzun süreli filmlerin aksine, bu film sadece 80 dakika sürüyor ama yukarda bahsettiğim tipik özelliklerden bazılarına bu filmde rastlayabiliyoruz. Balnearios, Arjantin’in plajları üzerine bir belgesel ama ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca tam olarak bilemiyoruz. Farklı bölümlerden oluşuyor ve hatta bir bölümün altında alt bölümler de mevcut. Ve bu bölümler farklı anlayışlar ile hazırlanmış. İlk bölüm, arşiv fotoğraflarını kullanarak plajlardaki malikanelerden birinin hikayesini anlatıyor (acaba gerçekten arşiv fotoğrafları mı?). İkinci bölümde kışın ıssız, yazın cıvıl cıvıl olan plajların hikayesini anlatırken, insanlara adeta bir doğa belgeselindeki mevsimlere göre göç eden hayvanlar gibi yaklaşan bir anlatım yapısı kuruyor. Bir diğer bölüm ise, plajda yaşayan sıradışı bir sanatçının günlük yaşamı üzerine söyleşi ve görüntülerden oluşan bir belgesel türünde anlatılmış. Görüldüğü gibi, tek bir film içinde farklı belgesel anlatım kalıpları kullanılıyor ama izlediğimiz bazı şeylerin ne kadar gerçek olduğunu da sorgulamamız sağlanıyor. Tüm bölümlere dış sesin eşlik ettiğini, bu seslerden birinin, yönetmen Mariano Llinás’ın kardeşi, Verónica Llinás olduğunu da vurgulayalım. Neden vurguladık? Çünkü kendisi daha sonra tekrar karşımıza çıkacak.
2008 yılına geldiğimizde karşımızda yine Mariano Llinás’ın yazıp yönettiği bir film var (El Pampero Cine ekibi, arada başka filmler de yapmış. Bu yazıda, sadece MUBİ’deki 7 filmden bahsettiğimi tekrar hatırlatıyorum). Bu sefer tümüyle bir kurmaca filmle karşı karşıyayız. Ama bu kez 245 dakikalık dev bir film (kaynaklarda bu şekilde yer alsa da MUBİ’deki versiyon 252 dakika idi). Film temel olarak 3 farklı karakterin hikayelerini anlatsa bunlar tıpkı önceki filmde olduğu gibi, farklı bölümlere ve alt bölümlere ayrılmış ve bu kadar uzun süreli bir filmde takip etme kolaylığı da sağlıyor. 3 ana hikâye dışında pek çok yan hikâye ve karakter de mevcut. Hatta tümüyle karakterlerin kafalarında kurdukları ve gerçekle, daha doğrusu filmin gerçekliği ile ilgili olmayan hikayeler de var. Tüm hikayelere 3 tane dış ses eşlik ediyor ve bu dış sesler aslında karakterlerin ve bizim bilmediğimiz pek çok bilgiye sahip. Zaman zaman filmin ilerleyen sahnelerinde neler olacağını bile bize söylüyor.
Filmin 3 başrolünden birini Llinás’ın kendisi oynarken, diğerini Agustín Mendilaharzu canlandırıyor ki, o da aynı zamanda filmin görüntü yönetmeni. Üçüncü başrol olan Walter Jakob ise ekibin, burada incelemeyeceğimiz başka filmlerinde yönetmen, kurgucu ve senarist olarak çalışmış. Bu filmin kurgucusu Alejo Moguillansky’nin adını da not ediniz, birazdan tekrar karşımıza çıkacak. Ve evet, dış seslerden biri, yine Verónica Llinás’a ait.
Castro – 2009:
Az önce Alejo Moguillansky’nin adını kurgucu olarak not etmiştiniz, değil mi? Kendisi, bu filmin yönetmeni olarak karşımıza çıkarken, bu sefer kurguyu kiminle beraber yapıyor? Evet, yanılmadınız: Mariano Llinás.
Film, adından da anlayabileceğimiz gibi, Castro adında bir karakteri takip ediyor. Aslında hikâye, Samuel Beckett’in Murphy romanının serbest bir uyarlaması ama Moguillansky, hikayesini anlatırken, neden sonuç ilişkisini çok da dikkate almamış. Filmin giderek absürt bir hale dönüşmesinden, bunun bilinçli bir tercih olduğunu anlayabiliyoruz. Film boyunca, Castro birilerinden kaçıyor ama bunun nedenini bilmiyoruz. Onu kovalayanlardan biri, koltuk değneği ile yürümesine rağmen, yeri geliyor, koltuk değneklerini atıp koşabiliyor, hemen arkasından tekrar koltuk değneği kullanmaya başlıyor. Castro’nun dolabın içinde uyuması gibi enteresan detaylar da mevcut. Film zaman zaman, bir slapstick komedi havasına da bürünüyor. Kimi diyalogları bir tenis maçı temposunda izlemek de mümkün. Hiçbir yere bağlanmasa da izlemesi keyifli diyaloglar bunlar. Hiçbir yere bağlanmaması da gayet bilinçli bir tercih, belli ki.
Ostende – 2011:
Şu ana kadar bahsettiğimiz filmlerde, yapımcı koltuğundaki isimlerden biri, her zaman Laura Citarella idi. Zaten web sitesinde, şirketin ana yapımcısı olarak da onun adı geçiyor. Ama belli ki o da klasik bir yapımcı portresi çizmiyor ve yaratıcı ekibin de içinde yer alıyor. Ostende, ilk uzun metraj yönetmenlik deneyimi. Film, bir yarışma sonrası Ostende otelinde bir haftalık bir tatil kazanmış, genç bir kadının hikayesini anlatıyor. Bu kadın erkek arkadaşının haftasonu için yanına gelmesini beklerken, bir yandan oteldeki diğer müşterileri izleyip onlarla ilgili birtakım hikayeler üretiyor, bir yandan da oteldeki geveze barmenle muhabbetler ediyor.
Söz konusu 7 film içinde, ilk izlediğim film buydu. En başta çok başarılı bulmamıştım ama diğer filmleri de izledikten sonra, farklı bağlantıları yakalayabildim. Hitchcock’un Arka Pencere’sini çağrıştıran, başkalarını izleyip onlarla ilgili gerçekliğini bilmediğimiz hikayeler uydurma olayının çok benzeri, Historias Extraordinarias filminde de var örneğin. Ya da Ostende, şirketin ilk filmi olan Balnearios’da da karşımıza çıkan bir otel mesela. Bu tip bağlantılar, filmden alınan keyfi arttırıyor. Geveze barmenin anlattığı senaryo taslakları için de filmin içinde bir yere bağlanmıyor diye demiştim ama sonraki filmlerde karşımıza çıkan bazı detaylar, bu taslakların ilerde izleyeceğimiz bazı filmlerin konuları olabileceğini de düşündürdü.
Bu arada, bu film için, yönetmen koltuğuna bir kadının oturması ile, şimdiye kadar yoğunlukla erkek hikayeleri anlatan ekibin, kadın hikayelerine de eğilmeye başlamalarının ilk adımı diyebiliriz.
El Loro y el cisne (The Parrot and the Swan) – 2013:
Alejo Moguillansky, bu filminde çok belirgin bir biçimde filmin çekim sürecini de izlediğimiz filme dahil ederek, belgesel ve kırmaca arasında gidip geliyor. Film, farklı dans grupları hakkında belgesel çeken bir ekibi anlatıyor. Ama bir yandan filmin kendisi de, belli bir noktaya kadar, farklı dans grupları hakkında bir belgesel. Filmin içindeki hikâyede bu belgesele konu olan kadın dansçılardan biri ile, filmin sesçisinin romantik ilişkisini izliyoruz. Peki bu rolleri kimler oynuyor? Kadın karakterimiz Luciana Acuña gerçekten de filmin belgesel kısımlarında gördüğümüz gerçek bir dansçı (ki bu filmden sonra El Pampero Cine’nin neredeyse tüm filmlerinde oynuyor). Erkek karakterimiz Rodrigo Sánchez Mariño ise, gerçekten de filmin sesçisi. Zaten asıl mesleği de bu ve kariyerindeki şimdiye kadarki tek oyunculuğu da bu filmde.
Alejo Moguillansky, olayı bir adım daha ileri götürüyor. Erkek oyuncuyu hemen her gördüğümüz sahnede, elinde bir boom mikrofon var ve aslında kendisini her gördüğümüz sahnede bir yandan oyunculuk yaparken, bir yandan da filmin seslerini kaydediyor. Mikrofonun karakterlere yaklaşıp uzaklaşmasından bunu fark edebiliyoruz. İlk bakışta, orta karar bir romantik komedi olarak görülebilecek olan film, bu tarz ayrıntılar ile değer kazanıyor.
El Escarabajo de oro (The Gold Bug) – 2014:
Alejo Moguillansky, bir önceki filminde yaptığı gerçek ve kurmacayı kesiştirme olayında burada nerdeyse kusursuz bir noktaya ulaşıyor. İzlediğim 7 yapım içinde en keyif aldığım filmin bu olduğunu söyleyebilirim. Arjantinli bu ekip, bu kez İsveç’le bir ortak yapım işine girmiş. Yanlarına ilk kez ekip dışından, Fia-Stina Sandlund isminde İsveçli bir kadın yönetmen almışlar. Filmin konusu içine de İsveçli feminist bir yazarın hayatını dahil etmişler. Peki film genel olarak ne anlatıyor? Karşımızda, Arjantinli bir film ekibi var. Bunlar İsveç’ten bir fon bulup, bir ortak yapım işine girişiyorlar. Aralarına Fia-Stina Sandlund isminde İsveçli bir kadın yönetmen alıyorlar ve anlaşmaları gereği İsveçli feminist bir yazarın hayat hikayesini anlatmaya çalışıyorlar! Film ekibinin esas amacı ise, yüzyıllar öncesinden kalan, efsanevi bir hazineyi bulmak.
Film çekim süreci ile ilgili kısım, Arjantin sinema sektörü ve dünya sinemasındaki yeri adına pek çok yorumda bulunurken, hazine arama ile ilgili olan kısım da filmin macera-aksiyon-gizem boyutunu güçlendiriyor. Tek tek isimlerini saymaya gerek yok ama filmin oyuncu ve teknik ekip kadrosu da diğer filmlerle benzerlikler taşıyor. Filmde, finale doğru etkisini iyice arttıran bir dış ses olduğunu da ekleyelim.
Filmin feminist tarafından da bahsetmek gerekli. El Pampero Cine’nin ilk dönem filmlerinin genellikle erkek hikayeleri anlattığını söylemiştim. Bu film de öyle başlıyor aslında. Film içindeki filmin ekibinin neredeyse tümü erkek, kadın yönetmen sadece telefondaki bir sesten ibaret ve ekipteki oyuncu kadınlar ise zorunluluktan olaya dahil olmuş gibiler. Hatta en başta İsveçli feminist yazarın bile erkek olduğu zannediliyor. Fakat film ilerledikçe, hikayedeki kadın karakterlerin ağırlığı giderek artmaya başlıyor. Hatta hiç büyüyemeyen ve hayal dünyasında yaşayan erkekler kendi aralarında takılırken, tüm iplerin kadınlarda olduğu ortaya çıkmaya başlıyor ve film beklenmedik bir şekilde, güçlü bir feminist mesaja doğru ilerliyor.
La Mujer de los Perros (Dog Lady) – 2015:
Bu kez karşımızda iki kadın yönetmeni olan bir film var. Laura Citarella ve Verónica Llinás. Önceki filmlere sadece dış ses olarak katkıda bulunan Verónica Llinás, bu kez ortak yönetmen ve yazar olmanın dışında, filmin başrolünü de üstlenmiş. Film, köpeklerle beraber yaşayan bir kadının bir seneye yayılan hikayesini anlatıyor. Kadın, köpeklerle beraber kırsal bir alanda yaşıyor, tüm ihtiyaçlarını doğadan karşılıyor. Şehre pek inmiyor ama şehre indiğinde görüyoruz ki, orada arkadaşları da var. Demek ki hayatının bir döneminde orada yaşamış ama filmin derdi onun geçmişine dair bir şey anlatmak değil, mevcut yaşantısını göstermek.
Aslında bir yanıyla, El Pampero Cine’nin diğer filmlerinden oldukça farklı bir yerde duran bir yapım. Diğer filmlerde dış sese ve hızlı gelişen diyaloglara çok fazla yer verilirken, bu filmde neredeyse hiç diyalog yok. Olan birkaç diyalog da olay akışına çok etki etmiyorlar. Daha önceki filmlerde sesini baskın şekilde duyduğumuz ama yüzünü görmediğimiz Verónica Llinás’ın, neredeyse hiç konuşmadığı bir rolle kamera karşısına geçmesi de bir tesadüf değil sanırım. Kendi içlerinde bir şaka bile olabilir.
Bunun yanında filmin, diğer filmlerin bazıları ile ortak bir noktası da var. Kurmaca ve gerçek arasında farkı belirsiz hale getirmesi. Aslında karşımızda tümüyle kurmaca bir film var. Ancak herhangi bir yerde bu film, seyirciye belgesel olarak sunulsa, hiç kimse itiraz etmez. Geçtiğimiz sene izlediğimiz Honeyland tarzı, ana karakterini uzunca süre takip eden yapıda bir belgesel gibi duruyor. Bu yüzden bu filme de ekibin türler arası geçişkenlik yapan filmlerinden biri olarak bakabiliriz.
Şu anda bu filmlerin MUBİ’den ayrıldığını tekrar belirtmek isterim. Ancak bazen lisans antlaşmalarını yenileyip, filmleri tekrar platformlarına alabiliyorlar. Böyle bir durum olursa Türkçe altyazı da eklerler umarım diyelim ve El Pampero Cine’nin diğer filmleri de gelirse, ne kadar güzel olur diye bitirelim.
İstanbul Film Festivali – Ocak Seçkisi İstanbul Modern – Kısa Film Seçkisi SİYAD – 2020’nin en iyi yabancı filmleri Online platformlardan öneriler: – Halloween – Bir Kadının Parçaları (Pieces of a Woman) – Cebimdeki Yabancı – Tavuklar Firarda (Chicken Run)
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948 tarihinde imzalanmış olması nedeniyle, Aralık ayında insan hakları ile ilgili pek çok etkinlik düzenleniyor. Eski güzel günlerde, bu konu ile ilgili filmleri, sinema salonlarında ya da kültür merkezlerinde izlerdik. Bu sene mecburen onlar da dijital ortamlara taşındı. Geçtiğimiz hafta, Avrupa Birliği İnsan Hakları Film Günleri ve TİHV İnsan Hakları Belgesel Film Günleri düzenlendi. İstanbul Film Festivali’nin Aralık seçkisi de insan hakları konusunu temel alıyordu (geçen haftaki yazımda bahsettiğim Ağlayan Kadın ve Vitalina Varela da bu seçkidendi). Aslında bir de Hangi İnsan Hakları Film Festivali olacaktı ama onlar “pek çok festivalin aynı günlerde çevrimiçi gerçekleşeceğini göz önünde tutarak” bu sene pas geçmeyi tercih ettiler. Doğru bir karar olabilir, çünkü hepsine yetişmemiz mümkün olmadı. Bu hafta, insan hakları ile ilgili filmlerden yetişebildiklerim arasından, öne çıkanlara değineceğim.
Evin’de Doğmak (Born in Evin):
Aslında oyuncu olarak tanınan, hatta Tayfun Pirselimoğlu’nun Ben o Değilim filminde de oynamış olan Maryam Zaree’nin kişisel hikayesi üzerinden İran’ın tarihine ve işlediği insanlık suçlarına baktığı bir film. Zaree, İran’da doğmuş olmasına rağmen, iki yaşında annesi ile birlikte Almanya’ya gittiği için ülkesini hemen hemen hiç hatırlamıyor. Babası ise, hapiste olduğu için, ancak birkaç sene sonra gelebiliyor. Kendisine söylenmeyen şey ise, onun da Evin hapishanesinde doğmuş olduğu. Biraz büyünce bir akrabalarının ağzından kaçırması ile öğreniyor zaten. Ancak annesi yıllar içinde Zaree’ye bu konu ile ilgili pek fazla detay vermemiş.
Bu filmde Zaree, kendi hikayesinin izini sürerken, kendisi gibi hapishanede doğmuş diğer çocukları, hapishanede doğum yapmış anneleri bulmaya, onların neler hissettiğini anlamaya çalışıyor. Bunda çok başarılı olduğu söylemez çünkü yaşanılan travma o kadar büyük ki, genellikle konuşmak istemiyorlar. Ama aynı hapishanede kalan başka kadınlarla konuşmayı başarmış ve onlardan gerçekten insanlık dışı hikayeler dinliyor. Bu süreçte, İran yakın tarihini de inceliyor ve filmin sonunda hem kendisi hem ailesi için bambaşka bir noktaya vararak, aslında en başta doğru soruları sormadığını düşünmeye başlıyor.
Gerçekten etkileyici ve üzerinde düşünmeyi gerektiren bir film. Maryam Zaree de kişisel hikayesi ile geneli birleştirmeyi, duyduğumuz korkutucu hikayelere karşın tıpkı ailesi gibi, umudu hep koruyan bir film yapmayı başarmış.
Pamir Sineması (Cinema Pameer):
Geçirdiğimiz pandemi sürecinde, biz sinemaseverler, sinema salonlarının bizim için ne ifade ettiğini çok daha iyi anladık. Zaman zaman sinema salonlarında rahatsız olduğumuz şeyleri bile özlediğimizi fark ettik (hepsini değil). Pamir Sineması, Afgantistan’daki az sayıdaki sinema salonlarından biri. Bu film de o salon hakkında bir belgesel.
Pamir Sineması, bugün elimizde neredeyse hiç kalmayan, eskinin büyük salonlu ve balkonlu sinemalarından. İzlerken İstanbul’daki Emek Sineması’nı, Ankara’daki Akün Sineması’nı hatırlattı. Halen dijitale geçmemiş ve 35 mm. makaralardan film gösteriyorlar. Film izleme deneyimi de belki de bizim Yeşilçam günlerini hatırlatıyor biraz. Bugün için, salonlarda bizi çok rahatsız edebilecek bir ortam var. İnsanlar filmle ilgili sürekli yorum yapıp konuşabiliyorlar örneğin. Perdeye lazer tutanlar, sinemada sigara ve haşhaş içenler de olabiliyor. Bu yüzden salona girerken bir arama yapılıyor ve sigara, haşhaş ve şampuan gibi malzemeler salona sokulmuyor (şampuanın nedenini hayal gücünüze bırakıyorum). Filmin en renkli karakterlerinin biri, eski bir asker olan sinema müdürü. Sinemada huzursuzluk çıkaranları yakaladığında, filmin ortasında el fenerleri ile salona dalıp sorumlu kişiyi yaka paça dışarı atabiliyor ya da film devam ederken, ona salonun huzurunu bozma diye öğüt verebiliyor.
Ama bu film sadece bir sinema salonunun belgeseli değil. Afganistan’ın durumu hakkında da söyleyecek sözleri var. Sinema personelinin hemen hepsinin geçen savaş yılları ile ilgili anıları, hikayeleri var. Seyirciler açısından da film izlemek çoğunlukla yaşanılan gerçeklikten uzaklaşmak anlamına geliyor. Ayrıca Afganistan’a film getirmek, zaman zaman bu işi yapanların hayatlarını tehlikeye atabiliyor. Bunun yanında elbette bir sansür kurulu da var. Filmler ve afişler sansürleniyor. İşin ilginci, kadınların sinemaya gitme imkânı çok kısıtlı iken, sansür kurulunda hangi sahnelerin çıkacağına karar veren kişilerden biri kadın.
Filmle ilgili yönetmenle yapılan söyleşide, ne yazık ki sinemanın geçtiğimiz sonbaharda kapandığı ve hükümetin konferans salonu olarak kullanmaya başladığı söylendi. Kovid günlerinde mecburen kapanacaktı belki, ama yine de üzücü.
Antigone:
Antigone’yi Sofokles’in meşhur tragedyası olarak çoğumuz biliriz. Yönetmen Sophie Deraspe, bu hikâyeyi günümüz Kanada’sına taşımış. Antigone ve ailesi Cezayir’den kaçmak zorunda kalan ve Kanada’ya yerleşen bir aile. Dört kardeş ve büyükannelerinden oluşan ailenin anne-babaları Cezayir’de öldürülüp, cesetleri evlerinin önüne bırakılmış. Antigone, başarılı bir lise öğrencisi, hatta Kanada’da önemli bir politikacının oğlu da erkek arkadaşı. Ablası bir kuaför salonunda çalışıyor ama abileri suç dünyasına karışmış. Bir gün abilerinden biri polis tarafından öldürülüp, diğeri de sınırdışı edilme tehlikesi ile karşılaşınca, Antigone’nin mücadelesi başlıyor.
Antigone’nin kendi doğruları ile tek başına tüm sistemin karşına çıkması, giderek onu destekleyenlerin çoğalması gerçekten etkileyici bir şekilde anlatılmış. İçine girdiği hemen her ortamda değişim yaratabilme gücü bazen biraz fazla olmuş ama yine de etkileyici. Abisinin yerine geçtiği kısımda da inandırıcılık konusunda bir problem yaşıyor ama hikâyenin ilerleyebilmesi için o adımı kabul edip geçtim kendi adıma. Tüm filmi sırtlayan Nahéma Ricci de son derece başarılı. Onun da henüz çok kısa bir oyunculuk kariyeri var ama doğru projelerle devam ederse yükselebileceği ışığını veriyor.
Aşkmobil (Lovemobil):
Almanya’da ormanların kenarlarında yaşadıkları karavanlarda seks işçiliği yapan göçmen kadınlar üzerine bir belgesel. Film Nijeryalı ve Bulgaristanlı iki kadın ve onlara karavanları kiralayan Alman kadının hikayeleri üzerinden dönüyor. Aslında iki seks işçisinin hikayesi de benzerlerine çok rastladığımız, ne yazık ki artık bizi şaşırtmayan hikayeler. Ailelerine para gönderebilmek umuduyla farklı ülkelere gitmişler, çeşitli durumlar sonrasında bu işe doğru sürüklenmişler, eski arkadaşlarına ne yaptıklarını söyleyemiyorlar ve günün birinde bu işi bırakmayı umuyorlar. Yaptıkları işin tehlikeli tarafı her zaman akıllarının bir köşesinde. Bazı müşteriler iyi davransa da dövülen hatta öldürülen arkadaşları da var. Alman kadının hikayesi ise daha ilginç. Aslında kendisi de yıllarca bu işi yapmış, zamanında bir eşi ve çocuğu da olmuş ama yürümemiş. Yaşı arttıkça kendisine olan talebin azaldığını fark edince karavan kiralama işine girmiş. Bir zamanlar sömürülen kişiyken, artık sömüren kişi olmuş. Ama bir yandan da karavanlarında çalışan kadınlara özellikle para konusunda çok sert davranırken, onları mutsuz gördüğünde de hatırlarını sorup, dertlerine ortak olabiliyor.
Yönetmen Elke Lehrenkrauss, bu üç karakterin hikayelerini anlatırken onlarla iyi bir güven ilişkisi kurmuş belli ki. Zaman zaman kendilerine ait sırları da paylaşabiliyorlar. Bazı müşterilerin filme çekilmeye izin vermiş olmaları da ilginçti. Belli ki, bir şekilde onlarda da o güveni oluşturabilmiş. Ayrıca bildiğimiz ya da tahmin ettiğimiz hikayeleri anlatsa bile sadece söyleşiler ile yetinmemiş, karakterlerin günlük hayatlarını da bize yansıtmaya çalışmış. Ancak kadınlardan birinin, arkadaşına ne yaptığını itiraf ettiği sahneler gibi bazı anlar çok inandırıcı gelmedi. Sanki önceden planlanmış ve kamera karşısında oynanmış sahnelerdi.
Filmin söyleşisinde yönetmen, başka karakterlerle çekimler yaptıklarını da söyledi. Filmden çıkarttığı isimlerden biri, yaptığı işten çok mutlu bir karaktermiş. Filmin anlatısına uymadığı için çıkardığını belirtti ama seks işçileri ile ilgili kabul gören anlayışın dışında bir bakış olduğu için filmde yer almasını isterdim açıkçası.
Çok Uzakta (Zu Weit Weg):
Yine Almanya’dan bir göçmen hikayesi ama bu kez çocuklara yönelik, kurmaca bir film. Alman bir çocuk olan Ben ile, Suriyeli bir çocuk olan Tarık’ın hikayesi. Her ikisi de yeni öğretim yılına yeni bir okulda başlayan iki çocuk. Bir anlamda her ikisi de öteki. Tarık’ın durumu daha kötü elbette. Suriye’deki savaştan kaçarak abisi ile beraber Avrupa’ya gelmişler ve o sırada onunla da yolları ayrılmış. Evleri yıkılmış, yok olmuş. Ben ve ailesi ise, kasabalarının yakınındaki maden ocağı nedeniyle evlerinden çıkan zorunda kalmışlar. Onların kasabaları da adeta hayalet kasabaya dönmüş. Her ikisi de futbolda çok yetenekli ama yeni takıma kendilerini kabul ettirmeleri de çok zor gözüküyor.
Aslında her iki karakter de filme dahil olduklarında, zamanla arkadaş olacaklarını, ortak yönlerini keşfedeceklerini, kendilerini yeni ortamlarına kabul ettireceklerini, hatta Ben’in ablası ile olan sorunlarını çözeceğini de fark ediyoruz. Bu anlamda çok bildik hikâye kalıpları üzerinden yürüyen bir film ama temel amacının çocuklara, kimsenin ötekileştirilmemesi mesajını verirken, rahat takip edilen bir hikâye yapısı kurmak olduğu da açık. Bu arada Suriyeli mülteciler ilgili temel bilgiler veriyor olması da bir artı. Bu yüzden filmin sinemasal açıdan çok büyük meziyetleri olmasa da ideal bir çocuk filmi olduğu söylenebilir.
Buñuel, Kaplumbağaların Labirentinde (Buñuel en el laberinto de las tortugas):
Aslında bu filmi geçtiğimiz aylarda, Ankara Film Festivali’nde salonlarda izlemiştik. Madem İnsan Hakları Film Günleri’ne dahil edilmiş, o zamanki fikirlerimi de buraya alayım dedim.
Luis Buñuel’in üçüncü filmi olan Las Hurdes’in çekim sürecinde yaşananları anlatan bir animasyon var karşımızda. Hikâye ilginç gerçekten. L’Age d’Or filmi sonrası, Buñuel büyük bir tepki ile karşılaşıyor. Bu tepkiler neticesinde, yeni projeleri için para bulmayınca, biraz da tesadüfler sonucunda bir arkadaşının da yardımıyla bu belgesel projesine girişiyor. Ama söz konusu Buñuel olunca bu belgesel de tartışmalı oluyor. Dramatik etkiyi arttırmak için belgesele kurmaca sahneler katıyor, hatta bazı hayvanları öldürüyor. Spoiler’lı bir örnek: Keçiler, bu yolda sıklıkla uçurumdan aşağı düşer diyorlar, yaptığı çekimlerde bu durumla karşılaşmayınca bir keçiyi kendisi vurarak, aşağı düşmesini sağlıyor.
Film, hikayesini başarılı bir şekilde anlatmış ama çok rahatlıkla canlı oyuncularla çekilen bir biyografi filmi de olabilirdi. Neden animasyon sorusunun cevabı, filmin bir çizgi roman uyarlaması olması ama sadece bu cevap yeterli gelmedi bana. Buñuel gibi bir yönetmeni anlatıyorsanız ve elinizde animasyon gibi, hayal gücünüzü sınırsız kullanabileceğiniz bir mecra varsa, daha aykırı bir şeyler beklerdim. Birkaç sahne dışında çok düz bir anlatımı var. Bu, filmi kötü yapmıyor ama bence daha iyi olma fırsatını kaçırmış. Ayrıca filmde çeşitli siyah-beyaz görüntüler de var. Eğer yanılmıyorsam, Buñuel’in filminin gerçek görüntüleri bunlar. Animasyon arasına o görüntülerin girmesi, gerçekten başarılı bir kurgu ile yapılmış. Filmin artılarından.
Sinemaların kapalı olduğu bu dönemde online festivaller ve etkinlikler, yine büyük bir hızla devam ediyor. Sokağa çıkma yasakları ile birlikte evlerde film izleme deneyimlerimiz tekrar artarken, sinemalarla buluşacağımız günleri de iple çekiyoruz. Bu hafta da geçtiğimiz günlerde izlediğim filmlerden bir seçki yapmaya çalıştım. Buyurunuz:
Ağlayan Kadın (La llorona):
Geçen yıl, Ağlayan Kadın efsanesi ile ilgili bir Hollywood filmi izlemiştik. Korku filmi türünün tüm unsurlarını kullanan, zaman zaman etkileyici anlar yaratsa da benzerlerinden öne çıkamayan bir filmdi. Aynı efsane, önceki filmi de sevdiğimiz Jayro Bustamante’nin elinde bambaşka bir anlam kazanmış. Filmde, Guatemala’da uzun yıllar süren iç savaş sonrası, işlediği suçlar nedeniyle yargılanmakta olan generalin hikayesini izliyoruz. Yavaş yavaş Alzheimer’a teslim olmakta olan general, birtakım sesler ve olmayan bir kadının ağlamasını duymaktadır. Bu sanrılar, eve yeni bir hizmetçinin gelmesi ile iyice artar ve ailenin diğer üyelerini de etkilemeye başlar. Duydukları hastalığının ve vicdanının ona oynadığı oyunlar mıdır, yoksa ortada gerçekten doğaüstü bir şeyler var mıdır?
Geçmişin günahları ile hesaplaşmaya çalışan karakterlerle ilgili çok fazla film izledik. Bu da onlardan biri aslında ama yönetmen korku sinemasının unsurlarını da işin içine sokarak, tekinsiz bir atmosfer yaratmayı başarmış. Filmin hikayesi dışında tüm teknik unsurları da çok iyi. Özellikle film boyunca artan dışardaki protesto sesleri, çok iyi kullanılmış. Politik sinema ile korku sinemasının çok başarılı ve yaratıcı bir birleşimi.
Vitalina Varela:
Yönetmen Pedro Costa’nın önceki filmlerini düşününce, bu filmine biraz korkarak yaklaştığımı itiraf etmeliyim. Çünkü, seyirciden gerçekten çaba isteyen filmlere imza atıyor. Bu da öyle bir film ama bir yandan da son derece etkileyici. Filmin adı ile başrol oyuncusunun adı aynı. Costa’nın önceki filminde de oynayan Vitalina Varela, yine yönetmenle birlikte, kendi anılarından yola çıkan ama kurmaca bir film yazmış. Film, kocası yıllardır Portekiz’de yaşayan, Cabo Verde’li bir kadının ancak onun ölümünden sonra Portekiz’e gitmesini ve onun yaşadığı evde kalmasını, dolaştığı sokaklarda dolaşmasını, hiç tanımadığı bu şehirde belki de hiç tanımadığı kocasının hayaleti ile konuşmalarını anlatıyor.
Pedro Costa, ölümün ve veda edememiş olmanın tüm ağırlığını barındıran, kasvetli bir atmosfer kurmuş. Yavaş temposu ve az sayıdaki diyalogları ile izleyiciden çaba gerektiren bir film ama o çabayı harcadığınızda, karşılığını da fazlasıyla veriyor. Filmin en büyük övgülerinden birini, görüntü yönetmeni Leonardo Simões’e göndermeliyiz. Karanlığın içindeki ışıklarla muhteşem kadrajlara imza atmış. Final dışında aydınlık bir sahne yok gibi. Tam da bu nedenle, filmi iyi bir görüntü sistemi ile izlemek önemli. Normal zamanlarda, festivalde projeksiyon sistemi karanlık olan salonlarda izlemek tam bir eziyet olabilirdi. Nitekim, Costa’nın önceki filmi Horse Money, öyle olmuştu. Evde izlerken de keşke daha kaliteli bir ekranda izleyebilseydim dediğimi söylemeliyim.
Kod Adı Curveball (Curveball):
Bu politik taşlama, Berlinale’de gösterildiğinde çok ilgimi çekmemişti ama eksikliklerine karşın, ele aldığı konuyla dikkat çekici bir filmmiş. Filmin gerçek olaylardan yola çıkan bir hikayesi var. 90’ların sonunda Almanya’da yaşayan Iraklı bir mülteci, Saddam’ın kitle imha silahlarını nasıl ürettiğini bildiğini ve kendisine Alman pasaportu ve gizlenebileceği bir ev verirlerse, bu bilgiyi vereceğini söylüyor. Başta kendisine inanılsa da kısa sürede yalan söylediği ortaya çıkıyor. Birkaç yıl sonra, 11 Eylül sonrasında, Irak’a saldırmak için bahane arayan Amerika ise bu adamı hatırlayarak, Saddam’ın kitle imha silahları var söyleminin önemli bir kısmını, onun ifadeleri üzerine kuruyor.
Yönetmen Johannes Naber, filminin ana karakterlerini bu adam ile konuşan Alman ve Amerikalı ajanlar üzerinden kuruyor ve onlar arasındaki ilişkilerden bir kara komedi çıkarıyor. Ama bir yandan da hem Almanya’nın, hem Amerika’nın çıkarları için yalan olduğunu gayet iyi bildikleri bir ifadeyi rahatlıkla kullanabildiklerini de gösteriyor. Gerçeği yeniden kurma meselesi üzerinden, onun kadar iyi olmasa da, Wag the Dog’u akla getiren bir film. Sinemasına biraz daha özenilmiş ve daha başarılı oyuncular ile çalışılmış olsa yılın dikkat çeken filmleri arasına girebilirdi.
Nefret Etme (Non odiare):
Bu sene Venedik Film Festivali’nde gösterilen bu yapım, bir doktorun kendi vicdanı ile hesaplaşmasını anlatıyor. Alessandro Gassmann’ın canlandırdığı Simone isimli doktor, bir sabah tesadüfen bir araba kazasına şahit oluyor ve kaza geçiren kişiye yardım etmek isterken göğsündeki koskoca gamalı haç dövmesini görünce, sadece ambulans çağırmakla yetiniyor. Bunun sonuncuda da ilk yardım müdahalesi yapsa belki de kurtulabilecek olan adam, hayatını kaybediyor. Sonradan öğreniyoruz ki doktorumuzun babası da hayatının bir bölümünü toplama kampında geçirmiş bir Yahudi doktor. Üstelik orada, Nazi’leri tedavi etmek zorunda kalmış. Simone, yaşadığı bu olay sonrasında, hayatını kaybeden adamın ailesini buluyor ve kim olduğunu söylemeden onlara yardım etmeye çalışıyor ve olaylar gelişiyor.
Nefret Etme, iyi bir çıkış noktası yakalayan bir film olsa da giderek klişelere fazlaca teslim oluyor. Özellikle doktor ile hayatını kaybeden adamın kızı arasındaki romantik yakınlaşma, adamın oğlunun da bir neo-nazi olması ve doktorun filmin başındaki ikilemle bir kez daha karşılaşması, çok rahat tahmin edilebilir hikâye adımları. Doktorun da ölmüş olan kendi babası ile hesaplaşma aksı ise zaten çok iyi işlemiyor. Yine de karşımıza getirdiği etik soru ve Alessandro Gassmann ve Sara Serraiocco’nun oyunculukları, filmi izlenebilir bir noktaya getiriyor.
Veletler (Figli):
İzlediğim filmler içinde hangilerinden bahsedeyim diye düşünürken, arada bir tane de eğlencelik film koymalı dedim. Veletler de İtalyan Filmleri seçkisi içinde izlediğimiz bir yapımdı. Film, artık orta yaşlılık sınırlarına gelen bir çiftin, ikinci çocukları sonrasında hayatlarının ne kadar karıştığını anlatıyor. Aslında tipik bir söylem olarak, çocuklar olmadan çok iyiydik, ilk çocuktan sonra da fena değildik ama ikinciden sonra hayatımız alt üst oldu diyen bir film. Ama popüler kanaldan akan bir komedi olduğu için, aslında esprilerini genelde beklendik yerlerden kuruyor ve elbette aile kurumuna 1-2 fiske vursa da yine de neticede kutsal aile söyleminin çok da dışına çıkmıyor. Yarına kalacak bir film olmasa da eğlenceli ve keyifle izlenen bir yapım olduğunu söylemeliyim.
Film hakkında çok fazla konuşmaya gerek yok ama iki konunun dikkatimi çektiğini de eklemeliyim. Pandeminin başlarında, İtalya’daki durumun hızla kötüleşmesinin sebebinin, oradaki yaşlı nüfusun sayısının yüksekliği olduğu söyleniyordu. Pandemi öncesi çekilen bu filmde de yaşlı nüfus fazlalığı, mizah unsuru olarak kullanılmış epeyce. Bir de filmin bizim için dikkat çeken bir noktası var. Bir sahnede baş kadın karakterimize yanaşmaya çalışan erkek çok tanıdık geldi derken bir de baktım ki, Mehmet Günsür. Aslında rolü figüran diyebileceğimiz kadar az. Sadece iki sahnede görünüyor ve temel işlevi evlilikte bir tehdit unsuru olmak. Günsür bu kısacık rolde bile, üzerine yapılan personadan kurtulamamış doğrusu. Yakışıklı ve karizmatik çocuk. Hatta, jenerikte karakteri, “Tipo Simpatico” olarak geçiyor ki, sanırım kabaca “sempatik tip” olarak çevirebiliriz.
Kas (Muscle):
Gerard Johnson’ın bu filmi geçtiğimiz ayın İstanbul Film Festivali seçkisindeydi. Üzerinden biraz zaman geçti ama söz etmeden geçmeyelim. Kas, İngiliz sinemasının geleneklerinden gelen, iki erkeğin dostluğu ve bu dostluk çerçevesindeki ilişkilerinin giderek yer değiştirmesini anlatan başarılı bir film. Telefon üzerinden pazarlama yapan bir şirkette çalışan Simon, hayatından bezmiş bir adamdır. İşinde başarısızdır, karısı ile problemlerini aşamaz, pısırık bir kişiliği vardır. Gençliğinde bir süre spor yapmış olsa da onu da bırakmış, göbeği de büyütmüştür. Zaten fiziksel olarak da çekici bir adam değildir. Spor salonundan çıkan kaslı adamları gördüğü bir gün onlara özenir ve kendisi de onlara benzemek için salona yazılır. Orada, ilk anda kendisine yaklaşan Terry’den ders almaya başlar. Giderek daha girişken ve tabiri caizse, yırtık bir insan olmaya başlar. Terry ile olan arkadaşlığı ona olumlu etki yapmıştır. Ama…
Hikâyenin nereye doğru gideceği ana hatları ile tahmin edilebilir belki ama yönetmen Johnson, iki erkek arasındaki ilişkinin dinamiklerini ve üzeri örtük homo-erotik yakınlaşmalarını vermekte çok başarılı. İki karakter arasındaki ilişkinin değişimi, filmin siyah-beyaz görselliğinin yarattığı atmosferle birlikte, akla Joseph Losey’in unutulmaz The Servant’ını getiriyor. Gerçi burada karakterler arası sınıf farkı pek fazla değil ama yine de o filmin izini sürdüğü söylenebilir.
Yara:
Online gösterimlerde pek çok kısa film de izliyoruz. Onlardan birinden de bahsetmeden geçmeyelim. Suç ve Ceza Film Festivali’nde en iyi kısa film seçilen Yara, benim için de seçkideki en iyi kısa filmdi. Yönetmen Onur Güler, bu kısa filminde ölüm raporu hazırlamak için, cenaze evine giden bir doktorun hikayesini anlatıyor. Ölen yaşlı adamı incelerken bir şeylerin ters gittiğini anlayan doktor, gerçeğin ne olduğunu ve daha önemlisi nedenini anlamaya ve bir karar vermeye çalışıyor.
Bu tarz tematik festivallerde, filmlerin bir mesajı olması beklenir. Ama pek çok kısa film yönetmeni, bu mesajı seyircinin kafasına vura vura, mesajının altını çok kalın çizgilerle çizerek anlatıyorlar. Bu da filmi bir kamu spotu haline getiriyor. Yara’nın en başarılı olduğu yer, ele aldığı önemli konuyu işlerken bunu yapmıyor olması. Bazı yerlerde diyaloglara fazlaca başvursa da bunu slogan atma noktasına getirmiyor, anlattıklarının görsel karşılıklarını da bulabiliyor. Tülin Özen ve Nihal Yalçın gibi iki önemli oyuncuyla çalışabilmiş olmasının avantajını da iyi kullanmış doğrusu. Özellikle kısa filmlerde iyi oyuncular, filmin kalitesini çok etkiliyor.
İstanbul Film Festivali – Ocak Seçkisi Başka Sinema – Başka Bir Ocak Seçkisi Online platformlardan öneriler: – Grease – Uzak – 2040 – Space Jam – Bıçaklar Çekildi (Knives Out)
Not: Evden bağlantı olunca seste bir sorun yaşanmış. Özür dileriz.
Geçtiğimiz iki hafta içinde o kadar fazla online festival ve sinema etkinliği oldu ki, sinemaseverler olarak hangi birine yetişeceğimizi şaşırdık, belki de normal dönemde bir festivalde izleyeceğimizden daha fazla sayıda film izledik. Bu hafta, bu etkinliklerde izlediğim, farklı nedenlerle öne çıkan ve farklı izleyicilere hitap edebilecek filmlere bir göz atacağım. Önümüzdeki hafta da böyle karma bir seçkiyle devam ederiz kısmetse.
En Uzun Gece (Yalda, A Night for Forgivness):
Bir İran filmi olan Yalda, İran’da gerçekten televizyonlarda yayınlanmış olan bir reality şov programını temel alarak yapılmış bir yapım. Bu programda, muta nikahı ile evli olduğu, kendisinden yaşça büyük olan kocasını bir kaza sonucu öldüren ve sonrasında idam cezası alan Meryem adında genç bir kadın ile adamın eski evliliğinden olan kızı Mona karşı karşıya getiriliyor. İran kanunları gereğince kız, kan parası almayı kabul ederse Meryem’in idam cezası affedilecek, sadece belli bir süre hapis yatacak. Programın diğer bir parçası da seyircilerden gelen SMS oyları. Meryem’in affedilmesini destekleyen oyların sayısına göre, programın sponsorlarının vereceği kan parasının miktarı da artacak.
Bu konsept gerçek programda da bu şekilde işliyormuş. Bir insanın hayatının işin içinde olduğu dramatik bir olayı, bir şovun parçası haline getirmek bile başlı başına insanın kanını donduran bir durum. Filmde de bu şovun yapımcısının ve sunucusunun her şeyi izlenme oranları ve SMS’lerden ibaret olarak gören tavrı ve programın pespayeliği çok iyi verilmiş. Öyle ki, programın bazı yerlerinde alakasız bir şekilde, bir pop müzik şarkıcısı ya da şiir okuyan ünlü bir sanatçı çıkabiliyor. Ana hikâye ise, çok eskiden beri tanışan iki kadının arasındaki gerilim üzerine kuruluyor. Aslında çatışma sadece bundan ibaret kalsa ve film de buna odaklansa çok daha etkileyici olabilirmiş. Stüdyonun dışında bekleyen ve filmin ortalarına doğru gizemlerinin ne olduğu anlaşılan çift ve hikâyenin stüdyo dışına çıktığı anlar, filmi odağından uzaklaştırıyor. Ayrıca, film her ne kadar söz konusu televizyon şovunu eleştirse de bazı yerlerde kendisi de seyirciyi etkilemek için aynı taktikleri kullanıyor ve bu da kendisiyle çelişmesine yol açıyor.
Filmin her iki kadın oyuncusu da (Sadaf Asgari ve Behnaz Jafari) çok iyi. Her ikisi de içinde oldukları duygu yoğunluğunu başarılı bir şekilde verebiliyorlar. Behnaz Jafari zaten İran sinemasında belli bir yeri olan bir isim. Daha önce bir kısa filmde de izlediğim ve beğendiğim Sadaf Asgari ise henüz genç bir oyuncu ve iyi yönetmenlerle kariyerine devam etme şansı bulursa, bundan sonra adını sıkça duyacağımızı tahmin ediyorum.
Almanca Dersi (Deutschstunde):
Nazi Almanyası’nda resim yapmanın yasaklandığı dönem, iki çocukluk arkadaşını karşı karşıya getirir. Biri bölgedeki az sayıdaki polisten biri olan Jens, diğeri de bir ressam olan Max. Hikayemizin asıl kahramanı ise Jens’in oğlu olan Siggi’dir. Savaş sonrası yıllara doğru uzanan bu filmde, baskıcı babası ile özgürlükçü ressam arasında kalan Siggi’nin hikayesini izleriz. Ailecek görüşen, zaman zaman büyük yemeklerde bir araya gelen bu iki zıt kutup arasındaki çekişme, onun üzerinde de derin etkiler bırakır.
Almanca Dersi, Siegfried Lenz’in 1968’de yazdığı meşhur romanın uyarlaması. Romanı okumadım ama film, iki saatlik uzunluğuna rağmen romanın hakkını tam olarak verememiş gibi duruyor. Özellikle Siggi’nin gençlik döneminde kapatıldığı ıslahevi kısmı üzerinde çok fazla durulmamış. Yine de gayet etkileyici anlar yakalayabilmiş bir film. Özellikle resimle ilinti kurulabilecek kadrajlar kuran, görüntü yönetmeni Frank Lamm’in filme katkısı büyük. Tüm oyuncu kadrosu da üzerlerine düşeni yapıyorlar. Filmin, yine Nazi Almanyası’nda büyüyen bir ressamın hikayesini anlatan Asla Gözlerini Kaçırma (Werk ohne Autor) filmini hatırlattığını da söylemeli.
Teslimiyet (Submissão):
Portekiz’de tanınmış ve saygın bir doktorun karısı, bir gece polise gider ve tecavüze uğradığını, şikayetçi olmak istediğini söyler. Tecavüz kendi evinde gerçekleşmiş, tecavüz eden de kocasıdır. Teslimiyet, bu sürecin devamını ve mahkemede sonuçlanmasını anlatan, son derece etkileyici bir yapım. Yönetmen Leonardo António, ekonomik bir sinema dili ama çok sağlam bir senaryo ve oyunculara kendilerini göstermelerini sağlayacak geniş bir alan bırakan bir anlayışla çekmiş filmini.
Karı-koca arasında gerçekleşen tecavüz olaylarına ülkemizde bir kesimin de suç olarak bakmadığını, daha doğrusu öyle bir suçun olmadığını düşündüklerini biliyoruz. Bu film de aslında, özellikle çiftin arasında geçenlerin detaylı olarak anlatıldığı mahkeme sahneleri ile bu şekilde düşünenlere bir cevap niteliğinde. O gece yaşananları göstermeyip, her iki tarafın konuşmaları ile önümüze seren film, olaya erkeğin ve kadının bakış açısının ne kadar farklı olabileceğini gösteriyor. Erkek, ne var canım bunda, o da seksten hoşlanmıyordu zaten, ben de o gece karımla beraber olmak istiyordum, biraz zorladım şeklinde bakarken kadının ben istemediğim halde benimle ilişkiye girdi, tecavüzün başka bir tanımı var mı dediğini görüyoruz ki, son derece haklı. Mahkeme heyeti ve erkeğin ailesi üzerinden toplumun bu olaya bakışını da görme fırsatımız oluyor. Final, erkeğin argümanlarından birini çürütmek için konulmuş belli ki ama iyi çekilmiş bir sahne olarak yerinde bir dokunuş olmuş.
Yönetmen oyunculara kendilerini gösterecek alan tanımış demiştim. Özellikle başrolde Iolanda Laranjeiro çok dengeli bir oyunculuk sergilemiş. Gördüğüm kadarıyla şimdiye kadar dizilerde oyuncu ve oyuncu koçu olarak çalışmış. Şimdiye kadar önemli bir filmde yer almamış. Halbuki ciddi bir potansiyeli var.
Macaluso Kardeşler (Le sorelle Macaluso):
İtalyan sinemasını, bu yıl fiziksel olarak gerçekleşebilen az sayıda festivalden biri olan Venedik Film Festivali’nde temsil eden bu yapım, yönetmen Emma Dante’nin ikinci uzun metrajlı filmi. Film, Dante’nin yine kendisinin yazdığı tiyatro oyunundan uyarlama. Zaten izlerken de birkaç sahne hariç, tek bir mekânda geçtiği için bunu hissediyorsunuz. Ama sinemasal yönü de güçlü bir film. Perdede tiyatro izliyoruz hissiyatı da yaratmıyor.
Filmimiz, beş kız kardeşin çocukluklarından yaşlılıklarına kadar olan yaşamlarını, belli zaman dilimlerini ele alarak anlatıyor. İlk bölümde kız kardeşlerin çocukluk ve ilk gençlik dönemlerini görüyoruz. Geleceğe yönelik hayalleri, umutları ve heyecanları var. Ve bu bölümde hayatlarını bütünüyle etkileyecek bir olay gerçekleşiyor. İkinci bölümde, kız kardeşler artık orta yaşa gelmiş, sadece biri evlenerek evden ayrılmış, diğerleri beraber yaşıyorlar. Ümitler tükenmeye yüz tutmuş. Son bölümde ise artık hayatlarının son dönemine gelmişler ve anılarla yaşıyorlar.
Emma Dante, kardeşlerin hayatlarının detaylarına çok girmeden sadece belli başlı olayların altını çizmiş. Ama kardeşlerin içinde yaşadıkları evin dönüşümü üzerinden bile hikâyenin anlatılmayan detaylarını hissetmek mümkün.
Altın Sesler (Golden Voices):
1980’ler ve 90’larda Sovyetler Birliği’nin geçirdiği değişim sonrası, pek çok Sovyet Yahudisi, İsrail’e göç etmeye karar verirler. Victor ve Raya da bu kararı almış bir çifttir. Sovyetler Birliği’nde yıllarca sinemalara batıdan gelmesine izin verilen filmlere dublaj yaparak hayatlarını kazanan, artık belli bir yaşa gelmiş olan bu çift, İsrail’de kendilerini bir bilinmezin kucağında bulurlar. İsrail’de radyo tiyatrosu yapmak gibi hayalleri suya düşünce Raya, kocasından habersiz, bir telefon seks kanalında çalışmaya başlar, bir yandan da sinemalardan korsan olarak kaydedilip, VHS kasetlere aktarılan filmlere dublaj yaparlar.
Hayatlarında yaşadıkları büyük değişimle başa çıkmaya çalışan bu çiftin hikayesi çok iddialı bir filme dönüşmemiş ama dramatik yanlarının yanında komedisini de ihmal etmeyen sevimli, sıcak bir film. Sinema adına çok şey vadetmese de izlemesi gayet keyifli.
B Filmi Gibi Hayat: Piero Vivarelli (Piero Vivarelli, Life As a B-Movie):
İtalyan B-filmi yönetmenlerinden Piero Vivarelli’nin hayatını anlatan bir belgesel. Çok tanınan bir isim değil, en azından ben tanımıyordum ama enteresan filmler çekmiş. Kariyerine müzikallerle başlayıp, avantürlere, oradan erotik filmlere geçmiş. Yönettiği filmler dışında pek çok senaryoya da katkısı var. Yıllar sonra Tarantino’nun ilgisini çeken orijinal Django bunlardan biri. Lucio Fulci ve Joe D’Amato ile de yolları kesişmiş. Müzikal film döneminde yaptığı şarkılar da daha sonra bazı filmlerde kullanılmış.
Filmin adına “B Filmi Gibi Hayat” demeleri boşa değil. İlginç bir hayatı olmuş gerçekten. Gençken İtalyan faşistlerine katılmış, aklı başına gelince Komünist Parti’ye girmiş, hatta hayatının son dönemlerinde Küba Komünist Partisi üyesi olmuş. Özel hayatı da çok çalkantılı. Filmden anlayabildiğim kadarıyla, pek çok başrol oyuncusu ile ya sevgili olmuşlar (çeviri hatası yoksa, onlardan hep nişanlım diye bahsediyor) ya da evlenmişler. Bir ara oğlunun sevgilisini bile elinden almış.
İtalyan B filmlerinden hoşlananların bir şekilde bulup izlerse hoşuna gidecek bir belgesel. Ama Vivarelli’nin kendi filmlerini bulmak zor sanırım. Son dönem çektiği erotik filmlerden birinin, 1995’te İkili Taciz adıyla bizim sinemalarımıza kadar gelebilmiş olduğu notunu da düşelim.
Sessizliği Yırtan Çığlık (Schlingensief – In das Schweigen hineinschreien):
Bir yönetmen belgeseli daha. Bu sene İstanbul Modern’in Alman Filmleri seçkisinde Christoph Schlingensief’in Egomani isimli bir filmi vardı. O film için anlatılmaz, yaşanır diyerek geçelim ama Schlingensief’in hayatı üzerine olan bu belgeselden bahsetmeden geçmeyelim. Tıpkı Vivarelli gibi, Schlingensief de kendi adıma, tanımadığım bir isimdi. Schlingensief, sinemanın deneysel tarafında çalışan, sadece sinema değil tiyatro ve diğer sanat dallarında da provokatif işler yapan, özellikle Almanya’nın Nazi dönemi ile hesaplaşması gerektiğini savunup, orayı kaşıyan, iki Almanya’nın birleşmesinin o kadar da iyi bir şey olmadığını savunan, dönemin başbakanı Helmut Kohl’e sahneden ölüm çağrıları yapan bir isim. Filmlerinde ve diğer sahne eserlerinde kandan, iğrençlikten ve çıplaklıktan hiç kaçınmamış ama söyleşilerine bakıldığında ne kadar aklı başında ve yaptığı şeyleri temellendirebilen bir kişilik olduğunu görüyoruz.
Filmlerin ilham kaynağının Fassbinder ve Buñuel olduğunu birkaç kez vurgulayan ama Wenders’den pek haz etmediğini de hissettiğimiz (hisler karışlıklı olmalı, Wenders de onun ilk filminden onuncu dakikada çıkmış) Schlingensief, 2010 yılında henüz 49 yaşındayken kanser nedeniyle hayatını kaybetmiş ama bu süreci de bir sanat eylemine dönüştürmeyi başarmış. Doğrusu Egomani ve bu belgesel sonrası, diğer filmlerini de merak ettiğim bir isim oldu. MUBİ’de dört filminin yer aldığını görmek sevindirici.
Geçtiğimiz haftalarda, sinema salonların geleceği hakkında bir fikir jimnastiği yapmıştık. Sinema salonlarının geçici olarak tekrar kapanması sonrasında online gösterimlerle baş başa kaldık. Üstelik hangisine yetişeğimizi bilemediğimiz kadar fazla gösterim olmaya başladı. Bu dönemde online festivallere de çok alıştık. Madem öyle, umarız ki yakın bir gelecekte, pandemi bitip “normal” günlere döndüğümüzde online gösterimler olmaya devam edecek mi, etmeli mi konusunda bir fikir jimnastiği yapalım.
Önden şu notu düşelim. Bu satırların yazarı, sinema salonunda film izleme deneyimini her şeyin ötesine koyar. Sinema salonlarında yapılacak olan film festivallerini ve etkinlikleri iple çekiyoruz. Beraber film izleme deneyiminin, filmin öncesinde ve sonrasında festival dostları ile yapılan muhabbetlerin, film ekibi ile yapılan söyleşilerin yerini hiçbir şey tutamaz. Hatta şimdi düşünüyorum da, filmin iptaline gitmediği sürece, gösterimlerde oluşan teknik sorunların tadı bile bir başkaymış. O yüzden aşağıda online gösterimler hakkında okuyacağınız olumlu satırlar, evde film izlemenin sinemada film izlemek yerine geçebilecek bir şey olduğu şeklinde algılanmasın kesinlikle.
Öncelikle, pandemi sırasında online gösterimler nasıl bir seyir izledi ona bir bakalım. İlk aylarda kimse tam olarak ne yapacağını bilemediği için online festival yapmak isteyenler farklı farklı yöntemler kullanmaya başladılar. Kimisi Youtube üzerinden, kimisi Vimeo üzerinden yayın yaptı. Bazı festivaller kendi sayfalarından kayıt usulü gösterim yaptılar. İlk başlarda fiziksel festivallere mümkün olduğunca benzetebilmek için, seans sistemi uygulandı. Ancak aradan zaman geçtikçe, seans sisteminin festivalleri evden takip etmek için çok uygun olmadığı ortaya çıktı. Filmlerin belli bir süre için gösterime açık olması, online festivaller için daha uygun bir gösterim yöntemi. Yine ilk başlarda tüm online gösterimler ücretsiz olarak düzenleniyordu, zamanla ücretli gösterimlerin de bir opsiyon olduğu ve fiyatların uygun düzeyde olduğu sürece, seyircilerin buna para ödemekten de kaçınmayacağı ortaya çıktı.
Online gösterimlerin de kendisine göre avantajları var elbette. Evinizin rahatlığında, kendimize uygun saatte film izlemek, sinema salonlarında konuşan ya da telefonunu açanlara maruz kalmaktan kurtulmak bir yana, asıl avantajlı durumda olanlar büyük şehirlerde yaşamayan sinemaseverler oldu kanımca. En başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerde yaşayanlar belli festivallere erişebilir durumdalardı. Ama diğer illerde yaşayanlar, kimi zaman vizyon filmlerine bile ulaşamıyordu. Ki, Ankara’da yaşayan bizler bile İstanbul’da gösterilen birçok filmden mahrum kalıyorduk. Bu sayede izleyemediğimiz ve merak ettiğimiz pek çok filme ulaşma fırsatı bulduk.
Peki, pandemi ile hayatımıza giren online festivaller, pandemi sonrası devam edecek mi? Hani bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacaktı? Festivaller ve film etkinlikleri de eskisi gibi mi olacak? Birkaç gruba ayırarak incelemeye çalışalım.
Elçiliklerin ve Kültür Merkezlerinin Etkinlikleri:
Burada Goethe-Institut, Fransız Kültür ya da farklı elçiliklerin düzenlediği, o ülkenin sinemasına yönelik film haftalarından ve özel gösterimlerden bahsediyorum. “Normal” zamanlarda bu etkinliklerde gösterilen filmler çoğunlukla Türkiye dağıtımcısı olmayan, yani sinemalarda gösterilmemiş ve gösterilmeyecek olan filmler oluyordu. Hatta, yine çoğunlukla, bu filmler çok yeni yapımlar da olmuyordu. Bu gösterimleri düzenleyen kurumların amaçları bundan maddi bir gelir elde etmek değil, belli bir ülkenin sinemasını tanıtmak olduğu için de ücretsiz gösteriliyordu. Üstelik genellikle bu tip etkinliklerin fiziksel gösterim yerleri de sinema salonları değil, gerçekte konferans salonu olarak planlanmış, ama film gösterimi de yapılabilen mekanlar oluyordu. Yani sinema salonlarının teknik yeterliliklerini sağlayamayan mekanlardı bunlar.
Bu koşullar dikkate alındığında, ilgili filmlerin daha fazla seyirciye ulaşmasını sağlamak için, online gösterimler ilerde de ciddi bir opsiyon olarak düşünülebilir. Belli bir sayı kısıtlaması yapılabilir, programda daha yeni ve/veya Türkiye dağıtımcısı olan filmler varsa, bunlar online seçkinin dışında bırakılabilir.
Tematik Festivaller:
Bu kısımda, programları diğer festivallere göre biraz daha kısıtlı, belli bir tema üzerinde yoğunlaşan ve en önemlisi söyleyecek sözü olan festivallerden söz ediyorum. Kadın Filmleri Festivali, İşçi Filmleri Festivali ya da KuirFest gibi festivallerden. Bu festivallerin film seçkilerinin diğerlerinden çok farklı olması bir yana, söyleyecek sözlerini daha geniş bir kitleye ulaştırabilmeleri önemli. Örneğin Ankara çıkışlı bir festival olan KuirFest, eğer atladığım bir gelişme yoksa, halen Ankara’da valilik kararıyla yasaklı durumda. İşçi Filmleri Festivali ve Kadın Filmleri Festivali yıl içinde ülkeyi dolaşıyor ama yine de online gösterimler, ulaşabildiği kitleyi ve farkındalığı arttıracaktır. Özellikle bu festivallerin programındaki belgesel ve kısa filmler, bu kapsamda düşünülebilir. Uzun metraj kurmaca filmler içinde Türkiye dağıtımcısı olan ya da henüz dünya festivallerindeki yolculuğuna devam eden filmler olabiliyor. Bu filmlerin hak sahipleri “normal” günlerde online gösterime izin vermeyebilirler. Ancak yine de ana seçkiden birkaç film, online’da da gösterilerek festivale ilgi arttırılabilir.
Büyük Festivaller:
Dünyadaki festivalleri bir kenara bırakalım, Türkiye’deki büyük festivallerden bahsedelim. İstanbul, Ankara, Adana ve Antalya’daki ana festivaller yani. Bu festivaller, fiziksel gösterimleri çok ilgi gören, programlarında da çok sayıda yeni filme yer veren festivaller. Ancak, özellikle İstanbul ve Ankara Film Festivallerinin programında o kadar fazla sayıda film oluyor ki, benim gibi günde 5 filme kadar çıkabilen bir sinefilin bile fiziksel olarak buna yetişmesi mümkün değil. Bazen çok merak ettiğiniz iki film arasında seçim yapmak zorunda da kalabiliyorsunuz ve kaçırdığınız filmi bir daha hiçbir yerde bulamıyorsunuz. Festivaller için şehir şehir gezen küçük bir kitleyi de bir kenara bırakırsak, bazı filmler belli bir gruba hiç ulaşamıyor. Ancak en başta söylediğim gibi bu festivallerin temel işlevi fiziksel gösterimler. Peki, bir ara çözüm bulunabilir mi?
Programda yer alan, sinemalarda vizyona çıkması planlanan filmleri bir kenara bırakalım. Bunlar zaten sinemada izlenebilecek ve sonrasında online platformlarda yerini alacak. Ancak sinemalarda vizyona girmeyecek, festival dışında asla erişemeyeceğimiz filmler ne olacak? Bu konuda benim önereceğim ara çözüm, şu anda İstanbul Film Festivali’nin yaptığı gibi yıla yayılan bir online gösterim programı. Yine İstanbul Film Festivali örneğinden gidecek olursak, Nisan ayında fiziksel gösterimler yapılır, bu dönemde online gösterim olmaz. Ancak yılın diğer aylarında festivalden seçilmiş bazı filmler online olarak, ücretli şekilde gösterilir. Bu durum, her zaman maddi zorluklardan yakınan festivallere de yıl içinde ek bir katkı olabilir. Ancak önerim şu anki kadar yoğun bir online gösterim programı değil. “Normal” zamanlarda insanlar, evde film izlemek için şu anki kadar fazla zaman ayıramayabilirler. Bu tip büyük festivaller her hafta seçkilerinden bir ya da iki film yayınlasa ve bunları hafta boyu açık tutsa, hem festivalden yıl boyu söz edilmesini sağlamış, hem de o filmleri fiziksel olarak izleyememiş seyirciler için bir alternatif sunmuş olurlar.
Bu yazıdaki naçizane fikirlerimin festivalleri ve etkinlikleri düzenleyenler ve seyirciler tarafından değerlendirilmesi dileğiyle. Üzerinde düşünüp konuşarak daha farklı öneriler ve çözüm yollarına da ulaşılabilir.