Eylül 2013 için arşiv

Tayfa Kitapkafe’de ‘Türk Sineması ve Arabesk’ kitabı konuşulacak

Ankara’da gerçekleştirdiği sinema etkinlikleriyle dikkatleri çeken Tayfa Kitapkafe, sonbahar dönemine film gösterimi ve söyleşiyle başlıyor. Derviş Zaim’in unutulmaz filmi Tabutta Rövaşata gösteriminin ardından, yazar Ahsen Yalvaç’la ilk kitabı “Türk Sineması ve Arabesk” üzerine söyleşi gerçekleşecektir.

Yazar Ahsen Yalvaç’ın Agora Kitaplığı’ndan çıkan ‘Türk Sineması ve Arabesk’ kitabı üzerine gerçekleşecek söyleşide, yenilikçi Türkiye sinemasının ‘Tabutta Rövaşata’, ‘Üçüncü Sayfa’, ‘Kasaba’ ve ‘Güneşe Yolculuk’ filmleri üzerine yoğunlaşılacak, bir ‘şehir sanatı’ olan sinemada,  yine şehrin doğurduğu bir popüler kültür olarak ‘arabesk’in nasıl işlendiğini ve günümüz toplumunun kültürel dokusunda bu öğelerin nasıl yer ettiği tartışılacak. Kitapta yer alan filmlerden biri olan Derviş Zaim’in yönettiği ‘Tabutta Rövaşata’ söyleşi öncesi seyirciyle buluşacak.

Film Gösterimi ve Söyleşi – 27 Eylül Cuma
19:00 – Tabutta Rövaşata (Yönetmen: Derviş Zaim, 1996)
20:30 – ‘Türk Sineması ve Arabesk’ kitabı üzerine söyleşi

Konuk: Ahsen Yalvaç
Moderatör: Sinan Yusufoğlu
Film gösterimi ve söyleşi ücretsizdir!

Adres:
Tayfa Kitapkafe
Selanik Cad. 82/32 Kızılay-Ankara
Tel: 0312 424 11 99

Altın Koza 2013 İzlenimleri – 6. Gün: Sadece Aşıklar Hayatta Kalır, Uçan Balıkların Yazı

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive):

Jim Jarmusch vampir filmi çekiyor haberleri ilk çıktığında kafamda ufak bir şüphe oluştuğunu itiraf etmeliyim. Yoksa Jarmusch popüler akımlara mı kayıyordu? Cevap tabii ki hayır. Evet, Only Lovers Left Alive‘ın ana karakterleri vampir ama film şimdiye kadar izlediğiniz vampir filmlerinden epey farklı. Evet filmde bir aşk hikayesi var, yakışıklı ve güzel vampirler de var ama işte film nihayetinde bir Jarmusch filmi. Adam ve Eve yüzyıllardır bu dünyada yaşayan iki vampir (isimler tesadüf mü sizce, elbette değil). Filmin başında dünyanın ayrı köşelerinde yaşasalar da birbirlerine olan aşları hala devam ediyor. Adam halen teknolojinin son olanaklarından faydalanmayı reddeden, mümkün olduğunda analog olarak yaşamak isteyen bir kişilikken Eve’i iPhone kullanan bir vampir olarak görüyoruz. Yine de her ikisi de bulundukları dünyaya yabancılaşan sanatla iç içe yaşayan karakterler onlar (o kadar çok sanat eserine gönderme yapılıyor ki, saymak zor). Sadece sanat değil tarih boyunca yaşayan bilimadamları ile ilgili göndermeler bile var film içinde. Dünyanın gittiği yerden de pek memnun değiller. İnsanları zombi olarak adlandırmaları da bu yüzden.

Tom Hiddleston ve Tilda Swinton da o kadar iyiler ki. Sadece oyunculuk olarak değil perdeden yayılan enerjileri ile de seyirciyi etkiliyorlar. Zaten belli ki Jarmusch da onlara hayran hayran bakmış. Sadece sokakta yürüdükleri kimi sahnelerde bile ağır çekimde yavaş yavaş izlememizin nedeni bu belki de. Zaten filmin büyük kısmı seyircide yarattığı his üzerinden gidiyor. Çok sevdiğiniz, bunu içinizde hissettiğiniz ama neden sevdiğinizi kelimelere tam olarak dökemediğiniz bir film bir anlamda. Vampir filmi deyince bol kan ve korku görelim diyenlere göre de değil, Twilight isterim diyenlere de. Jarmusch sevenleri ise buraya alalım.

Uçan Balıkların Yazı (El Verano de Los Peces Voladores / The Summer of Flying Fish):

Keşke Altın Koza’nın kapanışını Only Lovers Left Alive ile yapsaymışım. Son anda Uçan Balıkların Yazı‘nı programa katınca iş değişti. Film Şili’de toprak sahipleri ve işçiler arasındaki bazıları ufak, bazıları daha ciddi bir takım sorunları arka arkaya sıralayarak şeyler söylemeye çalışıyor ama olamıyor. Yönetmen iki taraf arasındaki bu olaylarla filmin altını dolduruyor, dolduruyor, dolduruyor ama gerisini getirmiyor. Tabir yerindeyse ateşin altına odunları koyuyor ama bir türlü o kıvılcımı çakamıyor. Karakterler de ilgi çekici olmayınca daha doğrusu bir karakter yaratamayınca film de zayıf kalıyor.

Altın Koza 2013 İzlenimleri – 5. Gün: Zombi ve Hayalet Tren, Tanrı ve Şeytan Güneşin Ülkesinde, Uyumsuz Adam, Hamlet İş Dünyasında

Zombi ve Hayalet Tren (Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train):

Zombi ve Hayalet Tren, ismini ilk duyanların beklediğinin tersine bir korku filmi değil. Zombi lakaplı bir müzisyenin hüzünlü yokoluş hikâyesi. Ama yönetmen Mika Kaurismäki öyle tümüyle hüzünlü bir film de yapmamış beklenebileceği gibi. Kahkaha ile güldüren sahneler ve rock’n roll da var filmde. Film hakkında hiç bilginiz yoksa göreceğiniz bazı mekânlar ve sahneler sizi oldukça şaşırtacak. Açılış ve kapanış İstanbul’da geçiyor çünkü. Ali Özgentürk ve Halil Ergün gibi isimler de filmde karşımıza çıkan tanıdık isimler. Aslında filmi komedi ve hüznün bir birleşimi olarak düşünürsek işin komedi yönünün Finlandiya, hüzün kısmının ise çoğunlukla İstanbul ile özdeşleştiğini söyleyebiliriz. Filmin hikâyesinin çıkış noktası olan müzisyen de hayatının bir bölümünü İstanbul’da geçirmiş zaten. Filmde aklıma takılan bir nokta Zombi’nin İstanbul’a düşkünlüğü oldu. Finlandiya’da kendi başına kalmayı seçtiği mekânlarda bile İstanbul’dan hatıralar var. Onun bu bağlılığının nedenlerini filmde bulamadım tam olarak.

Tanrı ve Şeytan Güneşin Ülkesinde (Deus e o Diabo na Terra do Sol / Black God, White Devil):

Bazı filmler hakkında hiçbir şey bilmeseniz bile adları ile hemen dikkat çekiyorlar. Tanrı ve Şeytan Güneşin Ülkesinde de bu filmlerden biri. 1964 yapımı olan bu Brezilya filmi bugünden bakınca biraz eskimiş görülebilir ama dönemi için gayet başarılı. Film, halk şarkıları eşliğinde anlatılan epik bir hikâye olarak kurulmuş. Aynı zamanda belirgin bir western havası da var. Patronunu öldürmek durumunda kalan ve karısıyla beraber kaçmaya başlayan Manuel’in öyküsü bir din adamı ve bir çete liderinin güç savaşları arasında kalıyor. İşin içine bir de kiralık katil girince işler karışıyor. Aslında böyle anlatınca film bir aksiyon filmi olarak gözükse de söz konusu western teması sadece filmin altyapısını oluşturuyor. Kimi sahnelerin epey yavaş olduğunu da söylemeli. Örneğin epey uzunca süren bir taş taşıma sahnesi var ki seyircilerin bir kısmının sıkılıp çıkmasına neden oldu. Ama bu film de sabredildiği takdirde karşılığını veren filmlerden.

Filmin anlattıkları hala geçerli. Temel olarak halkın farklı güç odaklarının kendisini yönlendirmesine izin vermemesi gerektiğini söylüyor. Bu anlamda Tanrı ve Şeytan olarak tanımlanan iki farklı uç değil halkın kendi gücü önemli deniyor. Zaten bu iki farklı ucun kimi zaman birbirinden çok da farklı olamadığını da belirtiyor film.

Uyumsuz Adam (Den Brysomme Mannen / The Bothersome Man):

2006 yapımı Uyumsuz Adam, zevkine güvendiğim arkadaşların izleyip çok sevdiği bir filmmiş meğerse. Bunca festival takip eden birisi olarak atlamışım nedense. Gerçekten çok iyi bir yapım. Film, bir gün kendini yeni bir şehirde ve yeni bir işte bulan Andreas’ı anlatıyor. Durumu çok fazla sorgulamadan işinde çalışmaya başlıyor, bir kadınla tanışıp birlikte yaşamaya başlıyor. Ara sıra kopan parmağının yerine gelmesi gibi tuhaf olaylar da oluyor ama Andreas burada iyi bir yaşam da kurunca bu durumun üzerinde de fazla durmuyor. Ama zamanla şehirde bir şeylerin eksik olduğu Andreas’ın giderek daha fazla dikkatini çekmeye başlıyor. Herkes yaşadığı hayattan mutlu ama şehirdeki insanlar duygusuz gibi. Andreas ise farklı bir şey aramaya başladıkça dışlanıyor. Şehir sürreal gibi duruyor aslında ama yönetmen Jens Lien ve senaryo yazarı Per Schreiner belirgin bir şekilde modern yaşamı betimliyor. Ne de olsa farklı bir şey aramadıkça, düzene ayak uydurdukça çok mutlu olabilirsiniz. Uyumsuz Adam için rahatlıkla festivalin en iyilerinden diyebilirim.

Hamlet İş Dünyasında (Hamlet Liikemaailmassa / Hamlet Goes Business):

Hamlet İş Dünyasında, Aki Kaurismäki’nin kendi meşrebince yaptığı bir Hamlet uyarlaması. Shakespeare’in eserlerinin zamansız olduğu söylenir. Film bunu bir kez daha gösterirken Kaurismäki filmlerinin özelliklerini de taşıyor. Kaurismäki’nin kendisine özgü mizahı, vazgeçemediği rock’n roll ve elbette fetiş oyuncusu Kati Outinen yerli yerinde. Hikayeyi bir fabrikaya taşıyan Kaurismäki, belli bir noktaya kadar bildiğimiz Hamlet hikayesini anlatmış. Oyundaki pek çok karaktere yer var filmde. Hatta Rosencrantz ve Guildenstern bile ihmal edilmemiş. Bazen isimlerde ufak tefek değişiklikler var ama. Ancak Hamlet’in bildiğimiz olay kurgusu finalde yaşanan bir hatta iki sürpriz ile değişiyor. Orada da Kaurismäki belli ki işçi sınıfını öne çıkarmış. Hamlet İş Dünyasında  en iyi Aki Kaurismäki filmlerinden biri değil belki ama en azından ustanın ilk dönem filmlerini tamamlamak için izlenmeli.

Altın Koza 2013 İzlenimleri – 4. Gün: Heli, Her Şeyi Yok Eden Makine, Benim Babam Benim Oğlum, Sen Şarkılarını Söyle

Heli:

Bu yıl Cannes Film Festivali’nde filmleri yer alan nice ünlü yönetmen varken Amat Escalante en iyi yönetmen seçilince epey şaşırmıştım. Ama diyecek bir şey yok, Heli iyi film. Escalante, Gabriel Reyes ile birlikte senaryosunu da yazdığı filmde, bir uyuşturucu meselesi sonrası yoğun bir şiddete maruz kalan bir aile ile bu aileden Heli’nin intikam hikâyesini anlatıyor. Çoğunlukla kaydırmalı çekimlerden oluşan filmde Escalante’nin seçtiği çerçeveleri ve kamerasının nerede durup nerede devam edeceği konusundaki kararlarını çok başarılı buldum. Şiddetin yoğun olduğu filmde kamera bazen bunu tüm açıklığı ve olanca rahatsız ediciliği ile göstermeyi seçiyor, bazense uzaktan izliyor. Yine Altın Koza’da izlediğim Uyum Dersleri için şiddetin içine işlediği bir toplumu anlatıyor demiştim, Heli‘de durum daha da beter. Kimi sahneleri izlemek gerçekten zor. Her ne kadar hikâye içinde bu sert sahneler filmin ortalarından itibaren başlasa da filmin başında gösterdiği sahne ile Escalante bir anlamda seyircisine gerekli mesajı veriyor. Heli kesinlikle izlenmesi gereken sağlam bir film ama şiddetten rahatsız olanlar temkinli olsun derim.

Her Şeyi Yok Eden Makine (Manqana, Romelic Kvelafers Gaaqrobs / The Machine Which Makes Everything Disappear):

Her Şeyi Yok Eden Makine, Sundance dâhil pek çok festivalde ödül almış bir belgesel ama benim için bugünün filmleri arasında zayıf halka idi. Bir oyuncu seçimi ilanına gelenlerle yapılan söyleşileri ve onlarla çekilen kimi sahneleri izlemek bana hiç çekici gelmedi açıkçası. Yönetmen Gürcistan gençliğinin bir portresini çizmek istemiş olabilir, belli ki kimilerine göre iyi de yapmış ama bana hitap etmedi diyelim.

Benim Babam, Benim Oğlum (Soshite Chichi ni Naru / Like Father, Like Son):

Doğumda karışan çocuklar, bunun yıllar sonra ortaya çıkması ve aileler üzerindeki etkileri. İlk başta ben bunu Yeşilçam’da da gördüm diyebilirsiniz. Ama kamera arkasında Hirokazu Koreeda olunca iş değişiyor. Aslında karakterleri tanıdıktan sonra filmin gidişi bizi şaşırtmıyor. Ama Koreeda, beklediğimiz tüm hamleleri öyle incelikli bir şekilde yapıyor, ayrıntılarla güçlendiriyor ki bu da filmi güçlü kılıyor. Zaten film yönetmenin şimdiye kadarki filmografisi ile uyumlu. Koreeda her zamanki gibi yine aile ilişkileri üzerine kuruyor hikâyesini. Filmin adından da anlaşılabileceği gibi daha çok baba-oğul ilişkisi üzerine eğiliyor. Bu kez iki aile arasında sosyal sınıf ve buna bağlı olarak çocuklarını yetiştirme tarzları üzerine de sağlam cümleler kurmayı ihmal etmiyor. Koreeda filmlerinin sürelerini uzun tutmayı seviyor. Yeni filmi bu yönden de filmografisi ile uyumlu. Bu film için de gereğinden biraz uzun demek mümkün.

Bu arada Benim Babam, Benim Oğlum‘u Cannes’da izleyen bir de ödül veren Spielberg, Dreamworks için yeniden yapım haklarını almış. Yeni filmden fazlasıyla abartılı bir duygusallık beklenebilir.

Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis):

Inside Llewyn Davis için Coen biraderler döndü demek mümkün. Nereye gitmişlerdi ki derseniz onda da haklısınız ama uzun zamandır Coen’lerden bu kadar renkli bir karakter geçidine sahip bir film izlememiştik. Filmde en az görünen, çok az diyaloğu olan karakterler bile bir iz bırakıyor. Hatta bu karakterler galerisine bir kedi bile dâhil oluyor. Genellikle filmlerinde daha önce beraber çalıştıkları oyuncuları kullanmayı seven Coen’ler bu kez Coen oyuncuları diyebileceğimiz isimlerden sadece John Goodman ile beraber çalışmışlar. Ama diğer oyuncuları da Coen dünyasına gayet iyi uyum sağlamışlar. Hatta ismini duyunca aklımızda bir şüphe oluşan Justin Timberlake bile aksamıyor.

Bir folk şarkıcısının yol hikâyesini anlatınca müzikler büyük önem taşıyor. T-Bone Burnett bir kez daha Coen’lerin istediği ruhu yakalamış. Film, müzikleri ve yapısı ile O Brother, Where Art Thou? filmini hatırlatıyor ki zaten Coen’ler de film içinde bariz bir gönderme yapıp haksız değilsiniz demişler.

Hafif spoilerımsı not: Finalde sahneye çıkan kişinin kim olduğundan emin değilseniz jenerikte kast akarken son ismi kaçırmayın.

Altın Koza 2013 İzlenimleri – 3. Gün: Suları Kesen Adam, Bana Anlatılan Anılar, Sefertası, Düş ve Gerçek

Altın Koza Film Festivali bitti ama izlediğim filmlerle ilgili notlarımı paylaşmaya devam edeyim. Bu filmlerin bir kısmı Film Ekimi’nde de gösterileceği için seçmekte faydalı olabilir.

Suları Kesen Adam (Menatek Ha-maim / The Cutoff Man):

Suları Kesen Adam, tek bir kişinin hikâyesi üzerinden bir toplumun portresini çizmeye çalışan filmlerden biri. İsrail’in yoksul mahallelerini ele alan filmde Gaby, kendisi gibi insanların, bazen arkadaşlarının suyunu kesmekle görevlendiriliyor. Bunu yaparken de kimse bu adamın işi de bu diye bakmıyor ve bin bir türlü hakaretle karşılaşıyor. Ancak film neredeyse tümüyle Gaby’nin işini yaparken uğradığı aşağılanmalar ile geçtiği için çok çabuk tekrara düşüyor. Seçim dönemlerinde su kesintilerinin durması gibi birkaç ayrıntı ve başroldeki Moshe Ivgy’nin doğal oyunu dışında film çok ilgi çekici değil.

Bana Anlatılan Anılar (A Memória que me Contam / Memories They Told Me):

Görünen o ki hemen her ülkenin 68 kuşağı ile ilgili bambaşka hikâyeleri var. Bana Anlatılan Anılar, Brezilya’da o günlerde yaşananlara bugünden bir bakış. Otobiyografik özellikler de taşıdığı belli olan filmde dönemin aktif isimlerinden biri hastalanınca tüm eski arkadaşları toplanıyorlar. Hasta olan Ana karakterini hasta yatağında görmüyoruz hiç. O, arkadaşlarının gözünde hep o yıllardaki genç halinde. Tüm film boyunca genç hali ile görünmesi o günlerin simge isimlerinin halk gözünde de hep o şekilde kaldıklarına bir gönderme olarak düşünülebilir. Oysa film kimileri için köprünün altından çok sular aktığını da güzel bir şekilde anlatmış. Bir zamanlar aynı dünya görüşünde olan, aynı amaçla mücadele eden arkadaşlar aradan geçen yıllarda bambaşka noktalara gelebilmişler.

Sefertası (The Lunchbox):

Sefertası, hiç beklemediğim kadar hoş bir film çıktı. Özellikle sonlara doğru duygusal yönleri de olan, keyifle izlenebilecek bir komedi. Film, emekli olmak üzere olan aksi bir adamla, kocası ile sorunlar yaşayan genç bir kadının bir karışıklık sonucu başlayan ilişkisi üzerine. Kadının kocasına yaptığı yemekler kuryenin hatası sonucu bu aksi adama gidince ikili arasında sefertasları içindeki notlarla bir yazışma başlıyor. Birbirini görmeyen iki insan arasında yavaş yavaş gelişen duygular ve iki karakterin de film boyunca yaşadıkları değişim başarılı ve eğlenceli bir şekilde verilmiş. Deneyimli aktör Irrfan Khan rolüne çok iyi oturmuş. Filmin komedi unsurunu oluşturan Nawazuddin Siddiqui de işi devralmak için başlayan genç rolünde önce itici, sonra sevimli olmayı başarmış.

Düş ve Gerçek (Jimmy P.):

Düş ve Gerçek, İkinci Dünya Savaşı sonrası, savaşa katılmış bir kızılderilinin yaşadığı hastalığın ne olduğunun çözülmesi sürecini anlatıyor. Bir türlü doğru teşhis konulamayan hastalığı çözmek, önceden de kızılderililer ile çalışmış Fransız bir doktora kalıyor. Film boyunca bir yandan vakanın çözülüşünü takip ederken bir yandan da bu iki kişilik arasındaki dostluğun gelişimine tanıklık ediyoruz. Düş ve Gerçek, Cannes’da yarışmış bir film. Benicio del Toro ve Mathieu Amalric gibi gayet iyi oyuncuları da var ama benim çok ilgimi çekmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse ne tıbbi vaka ne de odak noktasındaki iki karakter seyircinin ilgisini yeterince çekebilecek ilginçlikte değildi. 114 dakikalık süresinde zaman zaman gayet sıkıldığımı söyleyebilirim hatta. Olmamış diyoruz.

65. Emmy Ödülleri Sahiplerini Buldu

65. Emmy Ödülleri bu gece yapılan ödül töreni ile sahiplerini buldu. Epey sıkıcı geçen gecenin galipleri Breaking Bad, Modern Family ve Behind the Candelabra oldular. Aslında ödüller hemen her kategoride çok fazla dağılmış gözüküyor. Sadece mini dizi-tv filmi kategorisinde Behind the Candelabra‘nın belirgin üstünlüğü olduğunu söyleyebiliriz.

Öncelikle bu yılki ödül töreninin son derece sönük geçtiğini vurgulamalıyız. Neil Patrick Harris son derece başarılı bir sunucu olsa da bu yılki espriler ve yayın akışı gayet sıradandı. Ödüllerde kimi sürprizler vardı ama ödül sunumlarında ya da konuşmalarında da çok fazla dikkat çeken bir şey olmayınca bu yılki Emmy ödülleri son yılların en sıkıcı ödül töreniydi belki de. Bunun yanında ödül töreninin izlenme oranlarının da son 7 yılın en yüksek oranı olduğunu da vurgulamak gerek.

Drama dizisi alanında bu haftalarda son bölümleri yayınlanmakta olan ve geniş bir hayran kitlesi olan Breaking Bad en iyi dizi ödülünü kazandı ve hayranlarını sevindirdi (ki ben de onlardanım). Ancak bu ödül dışında sadece Anna Gunn’a en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü kazandırdı. Dizinin çok iyi ve gösterişli performanslar sunan oyuncuları yanında biraz geri planda kalsa da dizinin başından sonuna kadar çok kilit bir karakteri tam da gerektiği gibi canlandıran Anna Gunn’un bu ödülü de sevindiriciydi. Ancak Bryan Cranston’un en iyi erkek oyuncu seçilmemesi pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğrattı. Her ne kadar ödülü kazanan Jeff Daniels da The Newsroom ile başarılı bir performans sunsa da Cranston, Hamm ve Spacey üçlüsünün önünde bu ödülü alması ilginçti. Son yılların öne çıkan dizilerinden Homeland ise bu yıl sadece Claire Danes’e kazandırdığı en iyi kadın oyuncu ve senaryo ödülü ile yetindi. Yıllardır Oscar’lardan eli boş dönen David Fincher ise House of Cards‘ın yönetmenliği ile bir Emmy kazanmayı bildi.

Komedi dizisi kategorisinde de geçen yılların Modern Family çılgınlığı bitmişe benziyor. Her ne kadar en iyi dizi seçilseler de bunun yanına sadece en iyi yönetmen ödülünü ekleyebildiler. Buna karşın Jim Parsons rüzgarı dinmişe benzemiyor. Parsons, güçlü rakiplerine karşın The Big Bang Theory ile üçüncü kez Emmy ödülünü kazandı. Julia Louis-Dreyfus’un yeni dizisi Veep de ilk sezonu ile 2 Emmy alarak iyi bir başlangıç yaptı. 30 Rock ise final sezonunu en iyi senaryo ödülü ile kapatmış oldu.

Mini dizi ya da televizyon filmi kategorisinde Behind the Candelabra‘nın ağırlığını hissettireceği zaten beklenen bir sonuçtu. Bu dalın en iyisi seçilmekle kalmadı, aynı zamanda Michael Douglas’a ve Steven Soderbergh’e de en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen ödülleri de kazandırdı (bu arada Fincher ve Soderbergh gibi sinema ile ön plana çıkan iki ismin Emmy’de en iyi yönetmen seçilmeleri de ilginç bir not). Behind the Candelabra sinema filmi olarak çekilseydi Oscar’larda şansı ne olurdu acaba? Bu kategoride en iyi senaryo ödülünün The Hour’a gitmesi bir sürpriz olarak değerlendirilebilir.

İşte gecenin ödül kazanan isimleri:
Not: Bizi çok ilgilendirmeyen reality, yarışma türü programların ödüllerini koymadım listeye. Meraklısı zaten bulacaktır.

En İyi Komedi Dizisi: Modern Family
En İyi Drama Dizisi: Breaking Bad
En İyi Mini Dizi ya da Televizyon Filmi: Behind the Candelabra
En İyi Erkek Oyuncu (Komedi Dizisi): Jim Parsons (The Big Bang Theory)
En İyi Erkek Oyuncu (Drama Dizisi): Jeff Daniels (The Newsroom)
En İyi Erkek Oyuncu (Mini Dizi ya da Tv Filmi): Michael Douglas (Behind the Candelabra)
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi Dizisi): Julia Louis-Dreyfus (Veep)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama Dizisi): Claire Danes (Homeland)
En İyi Kadın Oyuncu (Mini Dizi ya da Tv Filmi): Laura Linney (The Big C)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Komedi Dizisi): Tony Hale (Veep)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama Dizisi): Bobby Cannavale (Boardwalk Empire)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Mini Dizi ya da Tv Filmi): James Cromwell (American Horror Story)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Komedi Dizisi): Merritt Wever (Nurse Jackie)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama Dizisi): Anna Gunn (Breaking Bad)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Mini Dizi ya da Tv Filmi): Ellen Burstyn (Political Animals)
En İyi Yönetmen (Komedi Dizisi): 
Gail Mancuso (Modern Family – Arrested bölümü ile)
En İyi Yönetmen (Drama Dizisi): David Fincher (House of Cards – Chapter 1 bölümü ile)
En İyi Yönetmen (Mini Dizi ya da Tv Filmi): Steven Soderbergh (Behind the Candelabra)
En İyi Senaryo (Komedi Dizisi): 
Tina Fey, Tracey Wigfield (30 Rock – Last Lunch bölümü ile)
En İyi Senaryo (Drama Dizisi): Henry Bromell (Homeland – Q & A bölümü ile)
En İyi Senaryo (Mini Dizi ya da Tv Filmi): Abi Morgan (The Hour)

Altın Koza’da “Kısa Film Yarışmaları”nın Sonuçları Belli Oldu

22 Eylül 2013 tarihine kadar devam edecek Adana Büyükşehir Belediyesi
20. Altın Koza Film Yarışması’nda “Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması “ve “ Uluslararası Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması”nın sonuçları açıklandı.

ULUSAL ÖĞRENCİ FİLMLERİ YARIŞMASI
Adana Altın Koza Film Festivali’nin ayrılmaz bir parçası olan ve birçok genç yönetmenimizi sanat dünyasına kazandıran “Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması” geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da dört ayrı kategoride gerçekleştirildi. Ahmet Hızarcı, Necla Algan ve Tankut Kılınç’ın ön jüri üyeliğini yaptığı, Belma Baş, Yekta Kopan, Göksel Gülensoy, Nermin Er ve Serkan Ercan’ın ödülleri belirlediği bu yarışmada dağılım şöyle gerçekleşti:

*En İyi Kurmaca: EKSİK / Yön: Eren Çukurluöz – Umut Subaşı – 9 Eylül Üniversitesi
*En İyi Belgesel: MEĞER / Yön: Uğur Egemen İres – Anadolu Üniversitesi
*En İyi Canlandırma: LEKE / Yön: Güven Şahinkanat – Anadolu Üniversitesi
*En İyi Deneysel: AYAKKABI / Yön: Musab Tekin – Marmara Üniversitesi
*Belgesel Jüri Özel Ödülü: GECEKONDU MAHALLESİ / Yön: Emrah Kılıç – Marmara Üniversitesi

Her dört dalda, ayrı ayrı, en iyi seçilen filme 7.500 TL ödülün verildiği yarışmada, öğrenciler her yıl olduğu gibi bu yıl da festivalde konuk edilerek, film gösterimlerine katıldılar, yurtiçi ve yurtdışındaki sektör profesyonelleriyle  bir araya gelme şansı yakaladılar.

ULUSLARARASI AKDENİZ ÜLKELERİ KISA FİLM YARIŞMASI 

Türkiye’nin de içinde yer aldığı Akdeniz havzası ülkeleri, sinema sanatının çok önemli yönetmenlerinin yetiştiği topraklar olarak biliniyor. Adana Büyükşehir Belediyesi Altın Koza Film Festivali, hem bu zenginliğe yeni değerlerler kazandırmak, hem genç yönetmenler arasındaki dostluğu pekiştirmek, hem Adana kentini uluslararası sanat platformuna taşımak ve hem de kısa film üreten yönetmenlere destek olmak amacıyla, 2008 yılından bu yana aralıksız olarak bu alana özel bir önem veriyor.

Bu yıl da, Portekiz, İspanya, Fransa, İtalya, Malta, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Sırbistan, Bosna Hersek, Kosova, Arnavutluk, Makedonya, Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs, Suriye, Lübnan, İsrail, Ürdün, Filistin, Mısır, Tunus, Libya, Fas, Cezayir gibi ülkelerden onlarca film festivale başvurdu.

Yapılan seçki sonucu programa alınan filmlerin yönetmenleri Adana ya davet edilerek onlara hem kentin zengin ve özgün yüzü tanıtıldı, hem de filmlerinin seyirci ile buluşması sağlandı.

Adana Büyükşehir Belediyesi “Altın Koza Film Festivali Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması” bugün artık ulusla arası sinema çevrelerinde adı saygınlıkla anılan, bir etkinlik olmuştur.

Bulgaristan’dan Zlatina Rousseva, Yunanistan’dan Patrice Vivancos, Belçika’dan  Eric ledune, Sırbistan’dan  Miroljub Vučković ve Türkiye’den Sevin Okyay’ın görev aldığı seçici kurul, tüm filmleri büyük bir özenle izleyerek aşağıdaki ödül dağılımını gerçekleştirmiştir.

Her dört dalda en iyi seçilen film, 10.000 TL ile ödüllendirilmektedir.

* En İyi Kurmaca Film : KÜÇÜK SEVGİLİ / Yön: Igor Mirkovic / Hırvatistan
* En İyi Belgesel Film: GÜNAYDIN DİRENİŞ / Yön: Adrian Orr / İspanya
* En İyi Canlandırma Film: TORNİSTAN / Yön: Ayce Kartal / Türkiye
* En İyi Deneysel Film: SHUNPO / Yön: Steven Briand / Fransa
* Kurmaca Jüri Özel Ödülü: BOŞLUK / Yön: Onur Güler / Türkiye

Türkiye’nin En Kült Festivali FANTASTURKA Başlıyor!

İlk kez 2011 yılında, Ankara Kısa Filmciler Derneği tarafından düzenlenen FANTASTURKA ‘Türk İşi Filmler Festivali’, bir yıllık aradan sonra, Kültür ve Turizm Bakanlığı- Sinema Genel Müdürlüğü desteğiyle, 19- 22 Eylül 2013 tarihleri arasında, İstanbul- Beyoğlu’nda yer alan Majestic Sineması’nda izleyici ile buluşacak. Festival; Fantastik Türk Sineması’nın son dönem temsilcilerinden olan Can Evrenol’un Baskın adlı kısa filminin galası ile başlayacak. Tüm etkinliklerin ücretsiz olacağı festivalin kapanış töreni, 22 Eylül Pazar günü saat 19:30’da gerçekleştirilecek ve Fantastik Türk Sineması’nın emekçilerine ‘Onur Ödülleri’ takdim edilecek.

Türk Sineması’nın 100 Yıllık Sırrı FANTASTURKA’da Gün Yüzüne Çıkacak!

Türk sinema tarihinin ilk filmi ve senaryosu olarak kabul edilen, Fuat Uzkınay tarafından 14 Kasım 1914’te çekilen Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı, 100 yıllık Türk Sineması’nın en tartışmalı filmlerinden birisi. Film yıllardır,  Türk Sineması’nın ilk filmi olarak literatürde yerini alırken,  kopyasının bulunamamasından dolayı filmin varlığı şimdiye kadar kesinlik kazanamamıştı. Filmin son kopyasının kaderi yapıalacak olan basın toplantısında yapımcı ve yönetmen Kunt Tulgar tarafından açıklanacak.

Festival Film Programı Belli Oldu!

Bu yıl festivalde 2 Kısa Film ve 14 Kült Fantastik Türk Filmi yer alacak. Gösterilecek kısa filmler arasında, Can Evrenol-  ‘Baskın’ ve Tan Tolga Demirci- ‘Enterchat’ filmleri yer alacak. Festivalin uzun metraj programında ise, 1953- 1994 yılları arasında çekilen 14 Fantastik Türk Filmi yer alacak. Gösterilecek filmler ise alfabetik sıraya göre şöyle: 3 Dev Adam, Aybiçe Kurt Kız, Drakula İstanbul’da, Dünyayı Kurtaran Adam, Korkusuz Kaptan Swing, Karanlık Sular, Klink Süpermen’e Karşı, Sihirbazlar Kralı Mandrake Klink’in Peşinde, Ölüler Konuşmazki, Pamuk Prenses ve 7 Cüceler, Süpermen Dönüyor, Tarzan İstanbul’da, Turist Ömer Uzay Yolunda, Yılmayan Şeytan. Festivalde film gösterimlerinin yanı sıra film yönetmenleri, yapımcıları ve sinema yazarları ile çeşitli söyleşiler gerçekleştirilecek.

Altın Koza 2013 İzlenimleri – 2. Gün: Yarım Kalan Şarkı, Popüler, Uyum Dersleri, Kız Evlat

Yarım Kalan Şarkı (Song for Marion / Unfinished Song):

Yarım Kalan Şarkı biri ölmek üzere olan yaşlı bir çift hakkında olan filmlerden bir diğeri. Ancak bu kez ne Amour, ne de dün izlediğimiz Hayuta ve Berl kadar ağırlıklı bir film. Karşımızda popüler sinemaya çok daha yakın bir film var. Hem duygusallığı, hem de eğlencesi yerli yerinde. Marion (Vanessa Redgrave) çevresine neşe saçan bir kişilikken kocası Arthur ise tam bir aksi ihtiyar. Bölgede yaşlılar tarafından oluşturulmuş bir müzik grubuna katılan Marion, hayatının son günlerinde hem kendisini, hem çevresini mutlu etmek istiyor. Özellikle müzik grubunun çalışmaları ve performansları filmin en eğlenceli sahneleri arasında  ( filmde “Let’s Talk About Sex” şarkısı daha öne çıksa da bence bu gruptan “Ace of Spades”i dinlemek daha keyifliydi). Bu anlamda filmin The Full Monty, Brassed Off ve Calendar Girls gibi İngiliz filmlerinin izinden gittiği söylenebilir.

Filmin senaryosu çok beklendik gidiyor. Bir tek müzik öğretmeni Elizabeth’in (Gemma Arterton) Marion’un oğlu ile bir aşk yaşamasını beklemiştim, o olmadı. Ama filmin en büyük kozu Terence Stamp ve Vanessa Redgrave zaten. Her ikisi de sadece varlıklarıyla bile filme öyle bir yaşanmışlık duygusu ve derinlik katıyorlar ki sadece bu bile izlemek için yeterli oluyor.

Popüler (Populaire):

Popüler de başrol oyuncularının uyumu sayesinde yükselen bir film. Yakışıklı bir patron ve onun sekreteri arasında filizlenen aşkı anlatan film, sekreterin çok hızlı daktilo yazdığı için katıldığı yarışma çevresinde şekilleniyor. Romantik komedi kalıplarının çok dışına çıkmıyor aslında. Ama Romain Duris’deki şeytan tüyü ve Déborah François ile uyumları filmi izlenir kılıyor. Filmin gittiği yönü bilseniz de keyifle izliyorsunuz. Yönetmenin dinamik kurgu anlayışı da daktiloda yazı yazma yarışması gibi modası geçmiş hatta belki de bugünden bakınca eleştirel yaklaşılması gereken bir olayı Rocky’deki boks müsabakası tadında heyecanla izlettirmemeyi başarıyor. Ayrıca filmin geçtiği yıllara (50’lerin sonları, 60’ların başları) ait atmosfer, kostümler, davranış kalıpları da genellikle filmi eğlenceli bir hale getirmek için kullanılmış ve bunda da başarılı oluyor. Sonuç olarak sinema adına çok şey beklenmese de keyifli bir film izlemek için ideal bir seçim.

Uyum Dersleri (Uroki Garmonii / Harmony Lessons):

Uyum Dersleri belki içine girmesi biraz zor bir film ama biraz sabredip filme kapılırsanız karşılığını fazlasıyla veriyor. Bir okulda sürekli aşağılanan Aslan adlı çocuğun hikâyesi yavaş yavaş gelişiyor, geliştikçe de insanın içine işliyor. Kazak yönetmen Emir Baigazin, gençler arasında yaşananlar, çeteler, polisler ve doğa ile kurduğu bağlantılar ile şiddetin iliklerine kadar işlediği bir toplum portresi çiziyor. Asıl önemlisi Darwin’in güçlü olan yaşar teorisini hiç beklemediğimiz bir şekilde somutlaştırıyor. Filmin başındaki koyun kesme sahnesinden itibaren defalarca gücü elinde bulunduranın uyguladığı fiziksel ve psikolojik şiddeti görüyoruz. Ama unutmayalım ki gücü elinde bulunduran her zaman tahmin ettiğimiz kişi olmayabilir.

Film sadece teması ile değil çok başarılı görüntü çalışması ve profesyonel olmayan oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Çok mu iddialı olur, arada bir şeyleri atlar mıyım bilmiyorum ama Uyum Dersleri izlediğim en iyi Kazak filmi olabilir.

Kız Evlat (I Kori / The Daughter):

Kız Evlat ismini görünce cinsiyet rolleri üzerine bir şeyler söyleyecek bir film gibi duruyor ama değil. Ana karakter bir erkek çocuğu da olabilirdi rahatlıkla. Kaybolan babasını bulmak için bundan sorumlu olduğuna inandığı ailenin küçük çocuğunu kaçırmak, onu tehdit etmek bir kız çocuğuna daha zor yakıştırılabilen bir davranış sadece. Ama bunun dışında filmin asıl derdi Yunanistan’da yaşanan kriz ve sokak gösterilerinin nedenleri zaten. Filmde bu gösteriler çok kısa bir süre gözükse de atmosfere sinmiş durumda. Zaten bu da filmi farklı bir boyuta getiriyor. Yine de filmin tam bir başarı olduğunu söylemek zor. Hikâye biraz daha derli toplu olabilirdi, özellikle de finali.

Altın Koza 2013 İzlenimleri – 1. Gün: Cereyansız, Bela, Hayuta ve Berl

Sinema Manyakları olarak bu yıl ilk kez Adana’da Altın Koza’yı takipteyiz. Böylece Ankara’daki festivaller ve Altın Portakal dışında bir festivali daha listemize katıyoruz. Yine çoğunlukla vizyonda izleme şansımız olmayan filmleri seçmeye çalışacağım sanırım. Vizyona girecek ama çok merak ettiğimiz kimi filmleri de araya sıkıştırırız herhalde. İşte ilk gün izlediğim üç film:

Cereyansız (Powerless):

Cereyansız, Kanpur’da yaşanan enerji problemine olayın iki farklı tarafından bakan bir belgesel. Hindistan’ın dericilikle uğraşan ve birçok atölyenin bulunduğu bu bölgesinde bazen 16 saate yakın elektrik kesintileri oluyor. Bu kesintilerden kurtulmak için atölyeler jeneratör ile çalışmak durumunda, bu da hava kirliliğine neden oluyor. Bölge halkı bu durumun çözümünü kaçak elektrik kullanmakta bulmuş. Küçük çocuklar bile nasıl elektrik çekileceğini biliyorlar ama bu konuda efsaneleşmiş bir isim var. Loha Singh, en zor yerlerden bile elektrik çekebiliyor. Film onun karşısına bölgenin elektrik dağıtım şirketine yeni ataman bir yönetici olan Ritu Maheshwari’yi getiriyor. Bu göreve atanan ilk kadın olarak Maheshwari’nin ilk işi bölge halkının gözünde firmanın imajını düzeltme çalışmaları oluyor. İlk başlarda başarılı gibi gözükse de zamanla olaylar değişiyor. Film de bu iki kişiliği yaklaşık bir yıl boyunca izliyor.

Filmin izleğini kapitalist şirkete karşı kahraman kaçakçı temasına oturtmak çok kolay olabilirdi ama film iki tarafın da haklı yönlerini göz önüne seriyor. Zengin mahallelere kesintisiz elektrik sağlanırken fakir mahallerin bundan yoksun kalması, bu insanların elektrik fiyatlarının yüksekliği nedeniyle zaten ödemekte zorluk çekmeleri işin bir boyutu iken dağıtımcı firma da aslında kaçak kullanımın bu sorunlara yol açtığı iddiasında. Herkes kendi açısından haklı yani. Zaten filmin bir yıl sonunda geldiği noktada da iki taraf açısından da pek fazla bir şey değişmediğini görüyoruz. Yönetmenler de bir haber belgeseli çekme niyetiyle olayı iyi bir şekilde belgelemişler ama daha ötesi de pek yok doğrusu.

Bela (La Plaga / The Plague):

Bela son dönemlerde sıkça gördüğümüz belgesel ile kurmacanın iç içe geçtiği filmlerden. Film, İspanya’nın kırsal bölgelerinde yaşayan 5 kişinin (ki kendilerini oynuyorlar) birbirleri ile çok az kesişen hikâyelerini anlatıyor. En fazla kesişen hikâyelerin bir bakımevinde çalışan hemşire ve burada kalmak zorunda kalan yaşlı kadın arasında geçtiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında 20 yıldır her gün aynı yere gidip müşteri bekleyen yaşlı fahişe karakteri de oldukça ilginç ve hüzünlü. Diğer karakterler de bölgedeki çiftliklerde çalışmaktalar. Yönetmen Neus Ballús bu karakterler üzerinden hem bölgenin bir portresini çiziyor, hem de orada yaşayanların ruh haline bizi ortak ediyor. Özellikle yalnızlık ve çıkışsızlık duygusu hâkim ve bu seyirciye de geçiyor. Bu anlamda başarılı bir film denebilir ama durağan temposunun izlemeyi zorlaştırdığını da söylemeli.

Belgeselcilikten gelen yönetmen ilk önce bu filmi de belgesel olarak çekmek istemiş, ancak karakterler ile tanışınca onları filmin bir parçası yapıp kendilerini oynatmanın daha ilginç olacağına karar vermiş. Bir belgesel olarak kalsa büyük ihtimalle yöre halkının yaşadıklarını bu kadar yakından hissedemezdik. Ancak yine de filmin biraz daha başı sonu olan bir öyküye dayanmasını da tercih ederdim sanırım.

Hayuta ve Berl (Hayuta and Berl / Epilogue):

Hayuta ve Berl (ki filmin diğer adı olan Epilog daha iyi bence), hayatlarının son dönemindeki iki yaşlı insanı anlatmasıyla hemen Amour‘u akla getiriyor. Bu da filmin aleyhine işliyor aslında. Amour o kadar iyi bir film ki Hayuta ve Berl de gayet iyi bir film olmasına rağmen gölgede kalabiliyor. Filme kendi başına bağımsız bir film olarak bakarsak, bu iki insanın artık kendi dönemlerinin geçtiğini hüzünle hissetmeleri çok iyi verilmiş. Aslında yaşlarına göre halen aktifler, yavaş da olsa, zor da olsa istediklerini yerine getirebiliyorlar ama dünyanın temposu içinde onlara yer yok artık. İyice bir kenara, bir köşeye itilmişler. Bu anlamda sadece çiftin sadece yaşı değil sol hatta sosyalist geçmişleri de önemli. Özellikle adam halen o görüşlere inanıyor, hatta yaşına rağmen hala ülkesi için iyi olacağına inandığı bir hareket örgütlemeye çalışıyor. Ancak radyoda bundan bahsettiğinde o sadece bir sonraki şarkıya geçene kadar muhabbet edilebilecek bir kişilik. Bu konudaki kitapları satmaya çalıştığında ise kitapçı artık bunları kimsenin okumadığını söylüyor. Bu şekilde filmde gençlerin o düşünceyi modası geçmiş bulmaları da vurgulanıyor. Yine de film boyunca onların halinden anlayan gençlerin de olmasını bir umut ışığı olarak algılayabiliriz. Sosyal hizmetler görevlisi onlara yardım ettiğini sanırken aslında aşağıladığının farkında değil ama eczanede, giyim dükkanında ve pizzacıda çalışan gençler onların halinden gerçekten anlıyorlar.

Böyle bir filmde başrol oyuncularına büyük iş düşüyor ve Yosef Carmon ve Rivka Gur gerçekten de çok başarılı. Yine bir kıyaslama yapacak olursak Amour’daki Trintignant-Riva çiftini aratmıyorlar. Aslında bu filmin temposu da oldukça yavaş ama yönetmen Amir Manor’un filmin temposunu ana karakterlerinin temposuna eşlediği söylenebilir. Bu yüzden filmin teması içinde bu tempo yavaşlığı tam da yerli yerine oturuyor. Genel olarak filmin fazlaca hüzünlü olmasını bir kusur olarak sayabiliriz belki. Duygu sömürüsü yaptığını söyleyemem ama tam da sınırda kalıyor.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 309.327 hits
Eylül 2013
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.