26 Eki 2013 için arşiv

Altın Portakal 2013 İzlenimleri – 6. Gün: 36, Gündüz Gözüyle

36:

36, sabit kamera ile çekilmiş 36 kesintisiz çekimden oluşuyor. 36 rakamı analog fotoğraf makinelerinde yer alan poz sayısı. Film de zaten bir yandan analog/dijital ayrımı üzerine cümleler kurarken bir yandan da fotoğraflar ile belleğin ilişkisi üzerine eğiliyor. Filmin sonrasında başroldeki iki oyuncunun katıldığı söyleşide de belirtildiği üzere hatırlamak için fotoğraf çekiyoruz, hele günümüzde dijital makineler sayesinde herhangi bir olay hakkında elimizde onlarca hatta yüzlerce fotoğraf olabiliyor ama hatırlama olayı yine de bellek ile sınırlı. Filmin uzun kesintisiz çekimlerden oluşması üstelik kameranın da hiçbir çekimde hareket etmemesi zaten seyirciyi zorlayan bir seçimken yönetmen Nawapol Thamrongrattanarit bununla yetinmemiş. Hemen hemen hiçbir sahnede başrol oyuncularını, özellikle erkek oyuncuyu net bir şekilde görmüyoruz. Çoğu sahnede sırtı kameraya dönük, bir kısmında da kamera ile karakter arasına bir bulanık bir cam benzeri bir engel giriyor. Belli ki bilerek ve isteyerek yapılmış bir seçim ama seyircinin filmden iyice uzaklaşmasına neden oluyor açıkçası. Her ne kadar söyleşide sadece oyuncular olsa da yönetmenle bu konuyu konuşmuş olabileceklerini düşünerek bu seçimin nedenini sordum. Filmin, kadın karakterin hatırladıklarına dayandığı için onun anılarının çok net olmaması ile ilintili olduğu gibi bir cevap geldi. Bu şekilde açıklandığı zaman hak veriyorsunuz ama demek ki film sırasında bu cevabı alamamışız filmden. Nihayetinde filmi bir biçim denemesi olarak ilginç buldum ama farklı konulara değinse de daha ötesinde pek başarılı bulamadım. Hadi çekinmeden açıkça söyleyeyim, filmi izlerken epey sıkıldım.

Genel olarak seyircilerin de sıkıldığını gözlemledim ama görünen o ki bizim gibi düşünmeyenler de varmış. Mesela jüri üyeleri. Uluslararası Yarışma bölümü filmlerinden olan 36, ödül gecesinde jüri üyelerinin beni çok şaşırtan kararıyla en iyi film ödülünü aldı. Bir jüri özel ödülü ile bu farklı biçimsel denemeye bir destek verilmesine bir itirazım olmazdı ama en iyi film ödülü gerçekten fazla geldi bana.

Gündüz Gözüyle (Al-khoroug Lel-nahar / Coming Forth by Day):

Gündüz Gözüyle ölmek üzere olan yatalak babası ve annesiyle yaşayan genç bir kadının bir gününü anlatan bir Mısır filmi. Filmin büyük kısmı neredeyse gerçek zamanlı olarak babanın bakımına ayrılmış. Üstünün değiştirilmesi, yaralarının pansumanı gibi işlemleri tüm ayrıntıları ile izliyoruz. Yönetmen Hala Lotfy, hastalığın tüm eve, anneye ve kızına yayılan basıcı etkisini vermek istiyor belli ki. Bu boğuculuğu verince genç kadının günün sonunda kendisini evden dışarı atabildiğinde yaşadığı kısmi ferahlama daha iyi anlaşılıyor ama bu kadar boğuculuğa da gerek var mıydı acaba diyor insan. Benzer bir dönem yaşamış insanlar filmi çok gerçek bulacaklar ama bir yandan da insanlara kendi yaşadıklarını anımsatacağı için izlemesi zor da olabilir. Mesela filmin son repliği olarak finalde sorulan bir soru var ki ne kadar acıtıcı olabildiğini kendi deneyimlerimden biliyorum. Ama işte gerçek bu olsa da sinemada acının ve boğuculuğun bu kadarına gerek var mı çok emin değilim gerçekten.

Altın Portakal 2013 İzlenimleri – 5. Gün: Uzun Yol, Kahramanlarımız Bu Gece Öldüler, Ölüler ve Yaşayanlar, Ateşli Bakışlar, Cennetten Kovulmak

Uzun Yol:

Ozun Yol (filmin başında adını böyle yazdıklarına göre biz de böyle diyelim), Altın Portakal öncesi vizyonda gördüğümüz 3 Kadın 3 Kader filminde gördüğümüz bir hikâyenin az daha iyisi. Birbirine âşık iki genç kaçıyorlar ve evleniyorlar. Uzun yol şoförü olan erkek kumara düşkün. Bir türlü kendini bu alışkanlığından kurtaramıyor, ara ara kazansa da nihayetinde kaybediyor (değişmez kural: her zaman kasa kazanır). Karısı ise hamile kalıyor, doğum yaptıktan sonra evin ihtiyaçlarını karşılamak için kocasının muhalefetine karşın çalışmaya başlıyor ama kumar meselesi yüzünden aile giderek kaçınılmaz bir çöküşe doğru gidiyor. Bu arada bir de mahallede bunlara yardım eden mert bir abi var. O da kadına platonik olarak âşık ama mert bir insan olduğu için hiçbir şey yapmıyor. Elbette kız evden kaçtığı için tüm film boyunca onu arayan birileri de var.

Böyle olaylar yaşanıyor, anlatılması lazım denebilir ki doğrudur da ama keşke biraz daha iyi anlatılsa. Yeşilçam’da defalarca benzerini gördüğümüz bir hikâye yeniden anlatılabilir, onda bir sorun yok aslında. Neticede bu filmin de göndermeler yaptığı Selvi Boylum Al Yazmalım benzer bir konuyu anlatan bir klasik olarak yıllara direnerek sapasağlam duruyor. Ama aradan geçen zamanda hala aynı kalıplarla ve sinema anlayışıyla film yapıyorsanız ortada bir sıkıntı var. Uzun Yol, tam da bu sorundan mustarip. İşin daha kötüsü, film sanki çok aceleye getirilerek festivale yetiştirilmiş. Daha filmin başında adının yanlış yazılması bir yana film içinde de öyle vahim kurgu hataları var ki oturup filmi izleyen bir kurgucunun ve yönetmenin gözünden kaçmasına imkân olmamalı diye düşünüyor insan. Gösterime gireceği zaman yeni bir kurgu bile yapılabilir gibime geliyor. Bunun yanında festival sonunda filmin erkek oyuncuları Hakan Yufkacıgil ve Ahmet Özarslan’ın en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini almasını da ilginç buldum açıkçası. Kötü oyunculuklar değildi belki ama çok öne çıkacak ya da akılda kalacak performanslar olmadıkları da açık.

Kahramanlarımız Bu Gece Öldüler (Nos Héros Sont Morts ce Soir / Our Heroes Died Tonight):

Altın Portakal’ın Uluslararası Yarışma filmlerinden Kahramanlarımız Bu Gece Öldüler hiç kuşkusuz yarışmanın en stilize filmiydi. Siyah/beyaz görselliği başarılı kullanımı, bunun yine etkileyici bir müzik eşliğinde ve başarılı oyunculuklar ile sunulması takdir edilmesi gereken noktalardı ancak 1960’lar Fransa’sında geçen senaryosu çok tatmin edici değildi. Dönemin popüler sporlarından köstüm giymiş sporcuların dövüşmesi çerçevesinde gelişen hikâye seyircilerin destekleyecekleri kahraman karşısında nefret etmekten hoşlanacakları bir kötü adam görmek istemeleri üzerinden umut verici şekilde başlıyordu ama daha iyi geliştirilebilirdi. Yönetmen David Perrault, kurduğu görselliği daha iyi bir senaryo ile birleştirmiş olsa karşımızda yarışmanın en iyi filmlerinden biri olabilirdi. Uluslararası Yarışma’da en iyi görüntü yönetmeni ödülü veriliyor olsaydı bir numaralı adayımdı.

Ölüler ve Yaşayanlar (Die Lebenden / The Dead and the Living):

Ölüler ve Yaşayanlar, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen Nazi Almanyası’nda yaşananların hala hayatları etkileyebildiğini gösteriyor. Başkarakter Sita, ailesinin geçmişindeki sırlarla yüzleşirken kendi hayatını da temize çekiyor. Filmin en büyük sıkıntısı da burada çıkıyor bence. Filmin başında karakterin bugünü üzerinde dururken ailesinin geçmişi devreye girince bugün unutuluyor. Çok sonlara doğru geçmişin bugünü etkilemesi ise hem çok geç hem de fazla yüzeysel kalıyor. O zaman da en başta Sita’nın kişisel problemleri ile fazlasıyla haşır neşir olmamızın pek bir anlamı kalmıyor. Finale doğru karşılaştığımız hastalık meselesi de bir anlamda geçmişin günahlarının kefareti gibi yorumlanabilir ama biraz zorlama bir hareket olmuş kanımca. Yine de filmin başrolündeki Anna Fischer’in performansı başarılı. Uluslararası yarışma bölümünde kadın oyuncu ödülü verilseydi ciddi bir şansı olabilirdi (rakipleri de Köksüz‘den Ahu Türkpençe ve Lale Başar olurdu). Bu arada filmin gayet sağlam soundtrack’inde bir şarkıda Alev Lenz’in sesini duymak da mümkün (rock müzik sevenler hatırlar sanırım kendisini).

Ateşli Bakışlar (The Look of Love):

Michael Winterbottom filmleri her zaman eşit derecede başarılı olmasa da mutlaka bir yerinden ilgi çekici olmayı başarıyor. Ateşli Bakışlar da ele aldığı gerçek hikâye ile ilgi çekici ama bir yerden sonra ahlak dersine dönüyor. Winterbottom bu kez striptiz salonlarının sahipliğinden başlayıp dev bir yetişkin eğlenceleri (adult entertainment) imparatorluğu kuran Paul Raymond’un hayatını anlatıyor. Bir nevi İngiliz Hugh Hefner ya da Larry Flint olarak tanımlayabiliriz Raymond’u. Aslında Winterbottom’un ahlakçı bir bakış açısı da yoktur ama filmde Raymond’a bakış açısı konusunda kararsız kalmış sanki. İlk yıllarını anlatırken Raymond’un yaşam tarzına uzaktan da olsa anlayışlı bir bakış açısıyla yaklaşırken özellikle kızının başına gelenlerde suçlunun o olduğu gibi bir sonuca bağlanıyor adeta. Yine de Winterbottom’un sinema duygusu, film ilerledikçe anlatılan zaman dilimine ve hikâyeye göre değişen görsel yapısı sağlam. Bir de Steve Coogan tabii ki. Her nedense Winterbottom dışında sinemanın bir türlü kullanamadığı Coogan yine çok iyi.

Hikâyesi gereği filmde çıplaklık var ama yine de Winterbottom kendini bayağı tutmuş (ki 9 Songs’dan biliriz, yeri gelince hiç çekinmez) ve rahatsız edici değil. Zaten Antalya’da çıplaklık gözüken her filmi terk eden bir seyirci kitlesi gözlemliyorum. Bu filmden çıkanların yok denecek kadar az olduğu düşünülürse filmdeki çıplaklığın çok olsa da geniş kitleyi rahatsız etmediği anlaşılıyordu. Yine aynı örneğe dönersek, 9 Songs’da salonun yarısının çıkacağını tahmin etmek zor değil.

Cennetten Kovulmak:

Cennetten Kovulmak’ı izledikten sonra ilk aklımdan geçen şey keşke biraz daha iyi olsaydı oldu. Daha derli toplu bir senaryo ile türünde ve anlattığı konuda geleceğe kalacak bir film olurmuş. Bu haliyle evet kötü bir film değil, hatta izlediğim üç Ulusal Yarışma filminin en iyisi (festival öncesi izlediğim Meryem’i de katarsak dört ) zaten festival sonunda da en iyi film ödülünü paylaşan filmlerden biri oldu ama ilerde ne kadar hatırlanır emin değilim.

Film ne anlatıyor? Bir tarafta İstanbul’da çoğunlukla Kürt işçilerin çalıştığı bir inşaatta yeni çalışmaya başlayan beyaz Türk, genç elektrik mühendisi Emine ve ailesi var. Diğer tarafta da Muş’ta bir köyde yaşayan ve İstanbul’u merak eden Ayşe ve onun hikâyesi.  Yakalanan konu iyi, iki hikâye arasındaki geçişler başarılı ama bazı karakterler sadece belli bir meseleye değinmek ya da iki ailenin hikâyeleri arasında paralellikler sağlanmak için filme konulmuş tiplemeler gibiler. Örneğin beyaz Türk ailenin oğullarının şehit düşmesi hikâye içinde bir kırılma noktası olarak gerekli ama Kürt ailenin oğlunun da Jitem tarafından öldürülmesi sadece bakın iki tarafta da benzer acılar var demek için gibi. Ayrıca yine film içinde okulda Kürt öğrencilerin Türkçe konuşmaya zorlanmasından tutun da yaşı küçük kaçak işçi çalıştırılmasına kadar pek çok konuya değinmeye kalkınca senaryo çok dağılıyor. Halbuki diğer meseleleri biraz törpüleyip mühendis Emine’ye platonik olarak âşık olan genç Kürt işçi Kürşat hikayesine ağırlık verilse çok daha iyi bir film çıkacakmış sanki. Özellikle Emine’nin Kürşat’a âşık olmaması bir yana onun kendisi için böyle hisler duyabileceğini aklına bile getirmemesi üzerinden daha ilginç noktalara gidilebilirdi.

Belki ufak bir ayrıntı ama genç ve güzel bir kadının tüm çalışanların erkek olduğunu bir inşaatta bütün gününü geçirmesinin etkisi de filmde gördüğümüzden farklı olurdu (Bu rolü Ezgi Asaroğlu oynuyor bu arada). İlla ki bir taciz ya da benzeri bir olaydan bahsetmiyorum, hatta olmadığı iyi olmuş ama filmde arkasından yapılan konuşmalarda en fazla yürüyüşünü taklit etmeyi görüyoruz. Hâlbuki onlarca erkeğin olduğu bir ortamda arkasından neler neler konuşulabileceğini herhalde herkes tahmin edecektir.

Genel olarak oyunculukların da çok iyi olmasa da sınıfı geçtiğini söyleyebiliriz. Hatta küçük kızı oynayan Rojin Tekin jüriden özel bir ödül de aldı. Ama işte film tam olarak hedefi vuramıyor. Kaçmış bir fırsat diyebiliriz. Zaten bu yazıya dâhil beş filmin de ortak noktası, buradan çok daha iyi bir film çıkarmış duygusu oldu galiba.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Ekim 2013
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: