Sinema dünyasında, beraber çalışan yönetmen kardeşler olgusu sıkça rastladığımız bir durum. Taviani kardeşler, Wachowski kardeşler hatta Türkiye’den Taylan kardeşler ilk akla gelenlerinden birkaçı. Elbette Ridley ve Tony Scott gibi kariyerlerine ayrı ayrı devam eden isimleri de unutmamak gerek. Ama herhalde beraber çalışan kardeşler içinde en verimli işbirliğini gerçekleştirenler yıllar boyu pek çok başarılı filme imza atan Coen kardeşler olsa gerek.
Hollywood’un en ünlü isimlerinden birkaçı ile çalıştıkları halde her zaman bağımsızlıklarını koruyan ikili bu anlamda sektör içinde farklı bir yerde duruyorlar. Daha ilk filmlerinden itibaren Coen kardeşlerin bir diğer dikkat çeken özelliği de sinema tarihine ve türlere olan hakimiyetleri ve her zaman korudukları mizah duyguları oldu.
Coen kardeşlerin arasında sadece 3 yaş fark var. Büyük olan Joel Coen 1954 doğumluyken, küçük olan Ethan Coen ise 1957 doğumlu. Her ikisi de üniversitede öğretim görevlisi olan anne-babaları Coen kardeşlerin donanımlı bir şekilde büyümesine etki etti belli ki. Özellikle anne Coen’in sanat tarihi hocası olması mutlaka kardeşlerin sonraki yaşamlarında önemli rol oynamıştır.
İkilinin sinemaya ilgisi daha küçük yaşlardan başlamış. Joel’in ufak ufak biriktirdiği paralarla bir Super-8 kamera alıp amatörce film çektiği biliniyor. Belli ki küçükten beri bol bol film izleyen kardeşler özellikle kimi türlere hakimiyetlerini de o yıllara borçlular. Sonradan kardeşler üniversite eğitimleri sırasında farklı dallara yöneliyorlar. Joel sinema sevgisini eğitimi ile birleştirmek isteğiyle sinema okurken, Ethan’ın tercihi felsefe oluyor.
Muhtemelen okulunun da etkisiyle Joel, sinema dünyasına ilk adım atan kardeş oluyor. O yıllarda özellikle kurgu alanında kendini geliştiren Joel, aynı dönemde efsane bir filmde de kurgu asistanlığı yapacaktı. Daha ilk filmini çekmekte olan Sam Raimi isimli gencecik bir yönetmenin bu filminin adı The Evil Dead idi.
1984’de iki kardeş beraberce ilk filmlerini ortaya çıkardılar. Blood Simple isimli bu film, kardeşlerin kara film türüne sevgisini ortaya koyarken ilk film olmasının dışında ikili için pek çok başka ilki de barındırıyordu. Daha sonra pek çok filmde yapacakları gibi filmin hemen her şeyine imza atan kardeşler yönetmenliğe Joel’in yapımcılığa ise Ethan’ın adını yazıyor, yazarlıkta ise krediyi paylaşıyorlardı. Ancak sonraki filmlerinde de hep söylendiği gibi bu sadece kağıt üzerinde ve kimi zaman belirli yasal zorunluluklar bunu gerektirdiği içindi, yoksa kardeşlerin her ikisi de bu işlerin her birini yapıyorlardı. Daha bu ilk filmlerinde kurgu hanesinde de Roderick Jaynes ismini görüyorduk. Sinema dünyasında daha önce hiç ismi duyulmamış bu kurgucu aslında Coen kardeşlerin kendilerine taktıkları bir isimden başka bir şey değildi. Filmlerinde kendi isimlerinin fazlasıyla yeraldığını düşünen Coen kardeşler, bundan böyle filmlerinin kurgusunu yaptıklarında bu ismi kullanacaklardı, hatta bu isimle Oscar’a bile aday olacaklardı.
İlk filmin ilklerine devam edelim. Kardeşler bu filmin müziklerini, yine daha sonraki filmlerinin hepsinde beraber çalışacakları Carter Burwell’e, görüntü yönetmenliğini ise kendisi de daha sonra yönetmenliğe adım atacak olan Barry Sonnenfeld’e teslim edeceklerdi. Bu, her iki ismin de ilk uzun metraj filmleri idi. Filmlerinde oyuncu olarak da bazı isimlerden vazgeçemeyen Coen kardeşler, zamanla oluşturacakları bu oyuncu kadrosundan Frances McDormand’a bu filmin başrollerinden birini vermişlerdi. Joel Coen için bu ismin bir önemli tarafı daha vardı elbette. Frances McDormand ve Joel Coen, daha bu filmin gösterime girdiği 1984 yılı bitmeden evlenmiş olacaklardı.
Coen’ler tekrar kamera arkasına dönmeden önce artık arkadaşları olan Sam Raimi ile onun çekeceği bir filmin senaryosuna imza atacaklardı. Crimewave isimli bu film fazla bir başarı kazanmayacak ama şu ana kadar Coen kardeşlerin kendi filmleri dışında senaryosunu yazdıkları tek film olarak kalacaktı (Ancak 2009 yılında George Clooney’nin yöneteceği bir filme senaryo yazacaklarından bahsediliyor). Sam Raimi sonradan bu işbirliğinin karşılığını verecek ve Coen’lerin bir filminde senaryoya katkıda bulunacaktı. Bunun dışında çeşitli filmlerde birbirleri ile fikir alışverişinde bulundukları biliniyor. Örneğin Raimi, A Simple Plan filminde yoğun kar altında çekim teknikleri konusunda Coen’lerden önemli bir destek aldığını belirtmiştir.
Coen’ler de kendi projelerine döndüklerinde Raimi’nin coşkun kamera hareketlerini çok farklı bir filmde kullanacaklardı. Raising Arizona isimli bu film temelde yine bir suç hikayesini anlatsa da bu kez komedi unsurlarını ağırlıkla kullanıyor ve Coen’ler o hınzır mizah duygularını ilk kez seyircilerle paylaşıyorlardı. Başrollerini Nicolas Cage ve Holly Hunter’ın paylaştıkları bu film, çocukları olmayan bir çiftin bu arzularını çocuk kaçırma ile gidermeye çalışmalarını anlatıyordu. Ama bu konudan beklenmeyecek kadar eğlenceli bir filmdi ortadaki. Yan oyuncu kadrosunda yine Frances McDormand’ın olmasının yanında ileride Coen oyuncularından biri olarak sayabileceğimiz John Goodman da vardı. Bu filmle birlikte kardeşler filmlerinin kurgularını yapmaya da kısa bir ara verecekti.
İkilinin hemen sonraki filmi Miller’s Crossing ise yine bir suç öyküsü ve tam bir gangster filmleri türüne saygı duruşu idi. Zaten Coen’lerin senaryosu da türün çok önemli yazarlarından biri olan Dashiell Hammett’ın bir romanına dayanıyordu. Bu gangster filminde bile Coen’ler alttan alta mizah duygularını göstermekten de geri durmuyorlardı aslında. Başrolünü Gabriel Byrne’a verdikleri bu filmin kadrosunda daha sonra pek çok filmde birlikte çalışacakları Steve Buscemi ve bir sonraki filmlerinin başrolünü teslim edecekleri John Turturro yer alıyordu.
İşte o bir sonraki filmleri, Coen kardeşlerin gerçek anlamda fanlarının oluşmasına ve bir Coen filmi kavramının ortaya çıkmasına vesile olacaktı. Coen’lerin bir önceki filmlerinin senaryosunu yazarken yaşadıkları tıkanıklıktan yola çıkarak yazdıkları bu senaryo tam da bir senaryo yazarının yaşadığı tıkanıklığı anlatıyordu. Ama bunu o kadar başarılı bir şekilde yapıyordu ki ortaya bazı eleştirmenler tarafından halen Coen’lerin en iyi filmi olarak kabul edilen bir film çıkıyordu. Bu film tabii ki Barton Fink’ti. Aynı adlı karakteri müthiş bir başarı ile canlandıran John Turturro bir yana, John Goodman da görmelere seza bir seri katil kompozisyonu çiziyordu. Coen’ler bu filmleri ile çok önemli ödüller de kazanıyorlardı. Örneğin Cannes Film Festivali tarihinde ilk kez bir film en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini birlikte alıyordu. Bu filmle birlikte görüntü yönetmeni olarak da deneyimli bir isim olan Roger Deakins ile çalışmaya başlayan kardeşler bundan sonra da kamerayı başka bir isme teslim etmeyecekler ve uzun yıllar boyu birlikte verimli bir ortaklığa imza atacaklardı.
Barton Fink’in başarısı üzerine Coen’lerin bir sonraki filmi daha bir merakla beklenir olmuştu. Coen kardeşlerin senaryo aşamasında eski dostları Sam Raimi ile çalıştıkları bu film adeta bir Frank Capra filmiydi. The Hudsucker Proxy isimli bu film saf, temiz ve biraz da aptal taşralı bir karakterin, bu özelliklerinden hiç ödün vermeden büyük bir şirketin başına geçmesini anlatıyordu. Gösterime çıktığı dönemde pek beğenilmeyen bu film Coen’ler açısından da ilk ciddi başarısızlıkları anlamına geliyordu. Kendileri açısından büyük bir bütçe sayılan 25 milyon $’a malolan film, sadece 3 milyon $ getirerek hayal kırıklığı yaratıyordu. Ancak yıllar içinde bu filmin de kendi hayranları oluştu ve bu film de Coen kardeşlerin önemli filmlerinden biri haline geldi. Filmin başrollerinde Tim Robbins, eşsiz Paul Newman ve Jennifer Jason-Leigh oynamış olsa da Coen oyuncularından Buscemi ve Goodman da filmde yerlerini almışlardı. Raimi ve değişmez oyuncusu Bruce Campbell de cabası.
Bu gişe başarısızlığının ardından 1990’ların ortalarından itibaren Coen kardeşler hem eleştirmenler hem de seyirciler bazında önemli başarılar kazanan birkaç filme imza attılar. Elbette seyirci başarısı denince gişe rekorları kıran filmleri anlamamak gerek, Coen’lerin filmleri hiçbir zaman bildik popcorn seyircisine uygun olmadı. Bu filmlerden ilki olan Fargo, yine Coen’lerin sevdiği türden bir suç hikayesiydi. Düzmece bir adam kaçırma olayının ne kadar ters gidebileceğini anlatan bu film müthiş çizilmiş karakterleri, tıpkı filmlerin geçtiği yerler gibi olan soğuk hikaye yapısı ama her zaman bir yerlerden fırlayan kara mizahı ile her sinemaseverin izlemesi gereken filmlerden biriydi. Her zamanki teknik ekipleri ile çalışan Coen’ler (kurguyu da tekrar kendileri ele almışlardı), başkarakter olarak belki de sinema tarihinin gördüğü en orijinal polis memurlarından birini yerleştiriyorlardı. Karnı burnunda hamile haliye olayları çözmeye çalışan bu kadını Joel Coen’in eşi Frances McDormand canlandırıyor ve bu rolüyle bir de Oscar kazanıyordu. Filmin kötü adamları olarak da Steve Buscemi ve Peter Stormare de hafızalara kazınan karakterler yaratmışlardı. Bu arada Coen kardeşlerin bu filmin en başına bunun gerçek bir hikaye olduğunu da yazmaları da onların muzırlıklarının ayrı bir göstergesi idi belki de. Filmin hikayesindeki kimi olaylar farklı gerçek olaylardan esinlenmişse de toplamının gerçekle bir ilgisi yoktu. Buna rağmen filmin sonunda akıbeti meçhul olan parayı aramak için filmin geçtiği yerlere giden hazine avcılarının olduğu söylenir zaman zaman. Zamanla bu filmin hayranları o kadar arttı ki Fargo filmin çekildiği yerlerde Fargo festivalleri bile düzenlenmeye başlandı.
Coen kardeşler bir sonraki filmlerinde yine komediye ağırlık verdiler ve aynı isimli ama birbirinden çok farklı iki adamın karıştırılmasından yola çıkan The Big Lebowski filmini yaptılar. Yine her biri birbirinden orijinal karakterlerle dolu bu filmde oynayan isimlerin hemen hepsi daha önce de en az bir Coen filminde oynamış isimlerdi. Bu birbirini çok iyi tanıyan ekip içinde başrolün teslim edildiği Jeff Bridges hiç yabancılık çekmiyor, daha önce Coen’ler ile hiç çalışmamış olmasına rağmen tam bir Coen karakteri olup çıkıyordu. John Turturro’nun unutulmaz bowling manyağı Jesus karakteri de fazla rolü olmamasına rağmen filmden seyircinin aklına kazınan imgelerinden birkaçına imza atarak çıkıyordu. The Big Lebowski de Coen’lerin üzerinden zaman geçtikte daha fazla sevilen ve hayran kitlesi genişleyen bir filmleri oldu.
Coen kardeşler 2000’lere Homeros’un Odysseia eserinin çok serbest bir uyarlaması ile giriyorlardı. O Brother, Where Art Thou? o kadar serbest bir uyarlamaydı ki belki de filmin başına bunu yazmasalar fark edilmeyecekti bile. Hikayeyi 1930’ların Amerika’sına taşıyan Coen kardeşler filmde özellikle kilise müziğine fazlasıyla yer ayırıyor hatta bir anlamda bir müzikal yapıyorlardı. Bu sayede bir Coen filminin soundtrack’i de ilk defa bu kadar ilgi görüyordu. Bu film özelinde müziklerde T Bone Burnett’ın imzası var gibi gözükse de yine de kimi yerlerde sadık bestecileri Caret Burwell’in müziklerini de kullanıyorlardı Coen’ler. Bu filmin Coen’ler açısından bir önemi de belki de ilk kez tam bir Hollywood starı denebilecek bir isimle çalışmaları idi. George Clooney bu filmde çok eğlenceli bir performans sunarak kendine güvenen Coen kardeşleri pişman etmiyordu.
Coen kardeşlerin bir sonraki filmi bu kez çok sevdikleri kara film türüne bir dönüş olacaktı. Tamamen siyah/beyaz olarak çektikleri The Man Who Wasn’t There filminde başrolde Roger Deakins’in muhteşem görüntülerinin olduğunu söylersek yanlış bir cümle kurmuş olmayız herhalde. İlginçtir, bu sonuca filmin önce renkli olarak çekilmesi, sonradan siyah/beyaza transfer edilmesi sonucunda ulaşılmıştı. Elbette bu stilize suç filminde Billy Bob Thornton’un tüm filmi sürükleyen performansını da yabana atmamak gerek. Bu film seyirci açısından Coen kardeşlerin son birkaç filmi kadar başarılı olmasa da eleştirmenlerden yine tam not almıştı.
Coen’lerin sonraki iki filmi Intolerable Cruelty ve The Ladykillers, başrollerindeki iki büyük star George Clooney ve Tom Hanks sayesinde daha iyi gişe başarıları elde etmiş olsa da ne seyircilerin ne de eleştirmenlerin bu filmleri pek sevdiği söylenemez. Halbuki Coen kardeşler bu iki filmle yine sinema tarihinden sevdikleri türlere saygılarını sunuyor, ilkinde adeta bir Tracy-Hepburn komedisi çekiyor, ikincisinde de zaten direk olarak bir Ealing stüdyosu klasiğinin yeniden çevrimini yapıyorlardı. Coen kardeşlerin kayıtsız şartsız hayranları bu filmleri de beğenmiş olsalar da ikilinin en iyi filmleri arasına almanın mümkün olmadığı bir gerçek.
2006’da Paris, je t’aime projesinde bir süredir birlikte çalışmadıkları Steve Buscemi ile birlikte Paris’e pek keyifli bir selam gönderen Coen’ler, bir sonraki yıl sinema dünyasına No Country for Old Men isimli bir bombayla dönüş yapıyor, senenin hemen hemen tüm ödüllerini topluyor ve ödül sezonunu koleksiyonlarına 3 Oscar daha katarak kapatıyorlardı. Bir tane de Javier Bardem’e kazandırmaları da cabası. Bu filmde genel tarzlarına göre çok daha sert ve ironi dozu da çok az olan bir hikaye anlatan Coen kardeşler üst düzey bir sinemasal anlatım tuturmuşlardı. Daha çok yeni bir film olmasına rağmen şimdiden pek çok kişinin en sevdiği Coen filmleri arasında üst sıralarda kendine sağlam bir yer edindi.
Coen’ler hiç hız kesmeden film çekmeye devam edecek gibi gözüküyorlar. Bu hafta sinemalarımızda gösterime giren ve Brad Pitt ve George Clooney gibi isimlerin başrollerini paylaştığı Burn After Reading‘den sonra sırada A Serious Man isimli, 1967’de geçen bir kara komedi var. Umarız istim üzerindeyken bir şahane film daha çıkartırlar ortaya. Bekleyelim görelim.
Not: Bu yazının orijinal hali Gölge e-Dergi’nin 6. sayısında No Country for Old Men gösterime girmeden önce yayınlanmış, siteye konarken aradan geçen süre nedeniyle ufak değişiklikler yapılmıştır.
Coen kardeşlerin her filmi bence başyapıt. Raising Arizona, Hudscuker Proxy, Fargo saymakla bitmiyor gerçekten.
Ben hem filmlerindeki kara mizahı seviyorum hem de bazı oyuncuları (Turturro, Buscemi, McDormand, Goodman, Clooney) sürekli kullanmalarını. Lebowski’de Buscemi’nin canlandırdığı karakteri nasıl unutabiliriz 😦
Burn After Reading’i izledim ve çok ama çok sevdim. Daha eski filmlerindeki o ince mizah var bence.
Bu arada Soundtrack demişken O Brother…’da güzel ama bence Big Lebowski Soundtrack çok ama çok iyi içinde bolca Creedence var 🙂