Sinema Manyakları’na uzun süredir vizyon filmleri ile ilgili bir yazı koymuyordum. Bu haftadan itibaren vizyon filmleri için bir bölüm açarak sinemada izlediğim filmlerden kısa da olsa bahsetmek istiyorum. Bunlar genelde detaylı incelemeler olmayacak ama en azında filmlerle ilgili fikir sahibi olmak isteyenlere yardımcı olabilir. Hakkında detaylı inceleme yapılması gereken filmler için zaman elverdiğince ayrı başlıklar açma yoluna da gidebiliriz.
Despero (The Tale of Despereaux):
Çizgi filmlerde sevimli hayvanların kullanılması eskiden beri popülerdir. Ratatouille’nin başarısından sonra yine sevimli bir farenin karşımıza çıkması şaşırtıcı değil. Bu filmde korkusuz fare Despero’nun birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış insan dünyası, fare dünyası ve sıçan dünyasını bir araya getirmesini görüyoruz. Yine de fareler gayet sevimli ve asil hayvanlar olarak gösterilirken sıçanların biri hariç tümüyle ya kötü ya da aptal ayak takımı olarak çizilmesi sınıf kavramının altını da çiziyor bir yandan. Yine de birinci sınıf örnekleri kadar olmasa da başarılı animasyon tekniği ve akıcı hikayesi için izlenebilir.
Mürekkep Yürek (Inkheart):
Yarıyıl tatili nedeniyle yine çocuklara yönelik bir film. Fantastik bir roman uyarlaması olarak çoğunlukla Harry Potter serisi ile karşılaştırıldı. Bir kitap okudukları zaman o kitaptaki karakterlerin gerçek dünyaya geçmesini, bu dünyadaki karakterlerin ise kitabın dünyasına geçmesini sağlayan bir güce sahip olan bir baba kızın öyküsünü anlatıyor Mürekkep Yürek. Her ne kadar Harry Potter serisi kadar görkemli ve iddialı olmasa da ait olduğu türün fena olmayan ve bir seriye dönüşebilecek bir örneği. Türün çok kötü örneklerini gördüğümüz düşünülürse bu da az şey değil. Giderek kariyerini fantastik filmler üzerine kurmaya başlayan Brendan Fraser’den çok hazzetmeyen bir kişi olarak burada rolüne oturmuş buldum. Kalan oyuncu kadrosunda ise zaten Helen Mirren, Jim Broadbent , Paul Bettany gibi birinci sınıf isimler var zaten.
Largo Winch:
Bir kısım sinema seyircisinin sıkıcı bulduğu Fransız filmlerinin yanında, şık mekanlarda geçen karizmatik, gizemli, yakışıklı bir kahraman ile güzel kadınların arzı endam ettiği bir Fransız aksiyon filmleri geleneği de vardır. Bunlar genellikle çok önemli sanat eserleri olmasa da keyifle izlenen filmler olurlar. Kendi adıma aynı türdeki Amerikan filmlerine tercih ettiğimi söyleyebilirim. İşte Largo Winch de bu filmlerden biri. Daha küçücük bir çocukken evlat edinilen Largo’nun onu evlat eden babasının ölmesi ile bir anda dünyanın en büyük şirketlerinden birini miras olarak devralması sonucu yaşananları anlatan film dünyanın pek çok egzotik yerinde geçen bolca gizem içeren hikayesi ve yakışıklı ve güzel oyuncuları ile keyifli bir 2 saat geçirtiyor ama geriye de bir şey kalmıyor doğrusu.
Güz Sancısı:
Son yıllardan başarılı bir dizi televizyon dizisinin arkasındaki isim olarak dikkat çeken Tomris Giritlioğlu’nun yaklaşık 10 yıl sonra tekrar bir sinema filmi ile karşımıza çıkması sevindiriciydi. Dizileri takip etmesem de bundan önceki filmleri seven biri olarak Güz Sancısı’nı merakla bekliyorum. Üstelik 6-7 Eylül olayları gibi tarihimizin utanç dolu ve ibret alınması gereken bir dönemini mercek altına alıyordu. Ama konunun önemli olması bir filmi başarılı yapmak için yeterli olmuyor ne yazık ki.
Giritlioğlu, filmlerinde iyi oyuncularla çalışır diye bilinirdi. Önceki filmlerinde gerçekten de öyleydi. Hatta filmlerinde aksayan noktaları oyunculuk kalitesi toparlardı adeta. Oysa burada önemli bir kısmı dizilerden gelen oyuncular rollerini sindirememişti. Filmin en önemli sorunlarından biri de bu. Zuhal Olcay, azıcık da olsa göründüğü bir sahnede keşke yaşı genç olsaydı da filmin başrolünde olsaydı dedirtti doğrusu. Oyunculuk dışında hikayenin akışını da çok başarılı bulmadım. Oyunculuklar da hikaye de ne iki karakter arasındaki aşka inandırabiliyordu ne de ana karakterin kendi vicdanı ile hesaplaşmasına. Üstelik tüm filmin üzerine döndüğü iki temel konu da buydu zaten.
Dönem filmi çekmek zor iş. Bunu biliyoruz. Dönemin mekanları, kostümleri üzerinde ince ince çalışmak, bir şeyleri atlamamak lazım. Giritlioğlu bu konuda da tecrübeli bir isim. Doğrusu bu konularda çok aksamıyor film ama ne zaman ki 6-7 Eylül olayları başlıyor, olaylar tümüyle sokaklarda geçiyor, işte o zaman daha büyük bütçeli bir filmde bu olayların çok daha görkemli anlatılabileceğini hissediyorsunuz.
Ama herşeye rağmen ele aldığı konu nedeniyle görülmesi, izlenmesi gereken bir film. Kritik anlarda iyi planlanmış kışkırtmalarla masumca sayılabilecek olayların ne hale gelebileceğini görmek açısından, ibret almak için, bunlar bir daha olmasın demek için izlenmeli.