2008’in Kasım ayında düzenlenen Gezici Festival biteli neredeyse üç ay olmak üzere. Ancak fırsat bulup da izlenimlerimi yazamamıştım. Daha doğrusu her ne kadar Gölge e-dergi’de festivalde izlediğim filmleri, katıldığım gezileri ve konserleri bir günce şeklinde yazmış olsam da buraya bu izlenimlerimi aktarmamıştım. İlerde bu filmlerle ilgili bilgi arayanlar olursa katkı olabilir diyerek ufak tefek değişikliklerle izlenimlerimi buraya da almak istedim. Öncelikle bu yıl Ankara’da yapılamayan bu festivalin Kars ayağına davetleri için festival yönetiminden Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre’ye tekrar teşekkür etmeyi atlamamalıyım.
Festivaldeki filmleri bölüm böüm inceleyeceğim. Öncelikle yarışma filmleri:
Bulutların Üstünde (Wolke Neun / Cloud 9):
60’larını hatta 70’lerini geçmiş insanların da aşık olabileceğini hatta gayet aktif bir cinsel yaşamlarının da olabileceğini gösteren, son derece içten ve doğal bir film olan Bulutların Üstünde başarılı bir Alman filmi idi. Bu yaştaki insanlar arasında geçen bir aşk üçgenini anlatan film özellikle yaşlı insanların cinselliğini göstermekten çekinmemesi ile dikkat çekiyordu ancak sonunda geldiği nokta, ahlakçı bir nokta olarak kalıyordu. Bu nedenle filmin vermek istediği mesaj tam olarak netleşemiyordu. Ancak filmin en çok aklımda kalan tarafı ne yazık ki seyircinin tepkisi oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse Kars seyircisi zaman zaman film sırasında konuşmak, telefonlarını kapamamak gibi konularda rahatsız edici olabiliyordu. Ancak bu filmdeki kadar bir gürültü hiç bir filmde olmadı. Ne yazık ki seyirci filmdeki çıplaklık ve cinsellik dozuna, konuşmaktan gülüşmeye kadar farklı tepkiler verdiler. Değişik insanların defalarca uyarması sonucunda büyük bir grup arka arkaya sinemayı terk ettikten sonra filmi huzurlu bir şekilde izleyebildik sonunda ama dikkat dağılmıştı bir kez.
Moskova Belçika (Aanrijding in Moscou / Moscow, Belgium):
Festivalin konukları arasında yer alan ve canayakınlığı ile dikkat çeken Christophe van Rompaey’nin Moskova Belçika isimli filmi ortayaşlı ve üç çocuğu olan bir kadınla genç bir kamyon şoförünün aşkını anlatıyordu. Gayet keyifli ve eğlenceli bir film olması dışında çok fazla bir özelliği olmayan film zevkle izlenen ama geriye çok fazla bir şey bırakmayan filmlerden biriydi. Bir kez daha seyirci tepkisinden bahsetmek ve filmde ufak bir lezbiyenlik teması oluştuğunda salondan ayıplayan tepkiler geldiğini de belirtmeden geçmemek gerek.
Üç Bilge Adam (Kolme Viisasta Miestä / Three Wise Men):
Mika Kaurismäki’nin Üç Bilge Adam isimli filmi hayatlarında farklı sorunlar yaşayan üç eski arkadaşın bir karaoke barında geçirdikleri bir geceyi anlatıyordu. Belirgin bir hikayesinin olmayan film, sinemasal açıdan da çok önemi olmayışıyla vasat bir görüntü çiziyordu. Filmde yer alan her üç karakter de hatta sonradan hikayeye dahil olan kadın da birer şarkı söylüyorlardı. Filmin seyir açısından ilginç noktalarından biri, bu şarkıların sonunda Kars izleyicisinin alkışlaması sonucu yaşandı doğrusu.
Açlık (Hunger):
Festival öncesi en merak ettiğim film, Cannes’dan önemli bir ödülle dönen ve 1981 yılında Kuzey İrlanda’da yaşanan açlık grevlerini konu alan Açlık filmi idi. Festival sırasında filmi önceden izleyen bazı yabancı konuklardan duyduğumuz övgü dolu sözler de merakımı iyice artmıştı. Filmi izleyince gördük ki aldığı ödülü sonuna kadar hak etmiş. Söz konusu açlık grevlerinin öncesinde hapishanede yaşanan şiddeti, isimsiz mahkumların ve gardiyanların gözlerinden anlatan film, gardiyanların mahkumlara uyguladıkları şiddeti ve mahkumların yaşama koşullarını son derece gerçekçi ve bu nedenle aynı şekilde can acıtıcı şekilde aktarıyordu. Filmin ortasında açlık grevine hazırlanan Bobby Sands’in bir rahiple olan uzun konuşmasına yer vererek seyirciye bir soluk alma fırsatı verdikten sonra Sands’in açlık grevinde gün gün eriyişini ve ölüme giden yolculuğunu bu sefer daha sakin ama en az filmin ilk yarısı kadar iç acıtıcı bir şekilde anlatıyordu. Tüm bunları yaparken de bir duygu sömürüsü amacı gütmemesi de takdire şayandı. Ancak yaşanan olay doğal olarak insanın içinde bir yerlere fena halde dokunuyor ve bir tokat yemiş hissi veriyordu. İzlenmesi son derece güç bu film bence yarışmanın en iyi filmiydi. Konuştuğum pek çok kişi de bu görüşümü paylaşıyordu. Ancak festivalden bir ödülle ayrılamadığına göre juri bu görüşü paylaşmıyordu.
İçimdeki Çöl (Desierto Adentro / The Desert Within):
Yakın zamanda sinemalarımızda izlediğimiz ve beni fazlasıyla etkileyen bir film olan Yasak Bölge (La Zona) filminin yönetmeni Rodrigo Plá’nın yeni filmi olan İçimdeki Çöl, festivalin merakla beklenen filmlerinden biriydi. Tanrı’nın kendisini lanetlediğini ve tüm çocuklarını elinden alacağını düşünen bir adamın kendisini ve çocuklarını dünyadan soyutlamasını ve bunun sonucunda yaşananları anlatan film son derece güçlü sinema dili ile dikkat çekiyordu. Filmin çok fazla dini simge kullandığı söylenebilir ancak hikayesi gereği bu gerekiyordu belki de. Zaten sonuç olarak körü körüne bir inanca bağlı olmanın kimi zaman felaketlere yol açabileceği gibi bir yorum da çıkartılabilirdi filmden. İçimdeki Çöl benim için yarışmanın en iyi filmlerinden biryidi. Anlaşılan o ki jüri de böyle düşünmüş, hatta daha da ötesini düşünmüş olmalı ki birincilik ödülü olan Altın Kaz bu filmin oldu.
Turne (Turneja / The Tour):
Goran Marković’in Bosna-Hersek savaşının en sıcak döneminde bir tiyatro kumpanyasının savaşın her cephesiyle ayrı ayrı yaşadıklarına tanıklık eden Turne için eli yüzü düzgün bir film olmasının dışında çok da önemli bir özelliği olmayan bir film demek yeterli olacaktır sanırım.
Sonbahar:
Festival programında Sonbahar filmi Açlık filmi ile aynı güne konulmuştu. Kuzey İrlanda’daki açlık grevlerinden bahseden çarpıcı bir filmden sonra Türkiye’deki “Hayata Dönüş Operasyonları” sonrası yaşadığı hastalık sonucunda tahliye olarak evine dönen Yusuf’un hikayesini izlemek tema açısından bir devamlılık sağlıyor, adeta Açlık filminde yaşananlar Sonbahar’da devam ediyordu. Yönetmen Özcan Alper bir ilk filmden beklenmeyecek ölçüde olgun bir sinema dili kullanmış. Annesi, eski arkadaşları, yeni tanıştığı Gürcü kızı ve köydeki diğer insanlarla ilişkileri ile aslında Yusuf’un kendi iç dünyasına bir yolculuk yaparken senaryosu, görüntüleri ve oyunculukları ile hemen hemen hiç aksamayan bir film izliyoruz. Festival sonrası gösterime de giren ve halen gösterimde olan bu film, yine Gezici Festival’de izlediğimiz Gitmek ile birlikte yeni dönem Türk politik filmlerinin bir habercisi de olabilir. İlginç bir not olarak bu filmin yönetmeni olan Özcan Alper’in Gitmek filminin teknik kadrosunda olduğunu da ekleyelim.
(soldan sağa) Thomas Balkenhol, Özcan Alper, Serkan Açar, Ahmet Boyacıoğlu
Film sonrasında filmin yönetmeni, yapımcısı ve kurgucusu ile bir söyleşi yapıldı. Söyleşide filmin seyirci tarafından da çok sevildiği belli oldu. Zaten gösterime girdiğinde de bu tip bir filmden beklenmeyecek kadar çok seyirci çekmesi de filmin izleyicileri yakaladığının bir göstergesi. Söyleşide filmin yapım sürecinden bahsedildi elbette, ayrıca karakterin politik geçmişinin neden daha fazla vurgulanmadığı, filmde bir otosansür uygulanıp uygulanmadığı gibi konulara da değinildi.
Festivalin sonunda ise Sonbahar’ın hem ikincilik ödülünü hem de SİYAD jürisinin ödülünü aldığını gördük. Haklı ödüllerdi elbette ama Açlık filminin ödül kazanamamasının yarattığı şaşkınlık da vardı. Alper’in ödülünü alırken Açlık filminin kendi filminden daha iyi olduğunu söylemesi ve bu filmin ülkemizde gösterime girmesi için uğraşacağını belirtmesi de hem ne kadar alçakgönüllü bir kişilik olduğunu gösteriyor hem de kimi festivallerde ödül alamayan bazı isimlerden farkını ispatlıyordu.
Süt:
Kendi adıma 2007 yılının en iyi Türk filmi saydığım Yumurta’nın ilk halkasını oluşturduğu Yusuf üçlemesinin ikinci filmi olan Süt de festivalde izlemek için sabırsızlandığım filmlerden biri idi. Yusuf’un gençlik döneminden bir kesit sunan Süt, onun ilk gençlik bunalımlarını, annesiyle ilişkilerini, kasabadaki sıkışıp kalmışlığını anlatıyordu. Film, festivalde izlediğimde ilk yarısı ile beni yine kendine bağlasa da ilerledikçe giderek izlenmesi daha zor bir hal aldı ve ne yazık ki beklentileri karşılamadı. Ancak festival sonrası gösterime girdiğinde filmi tekrar izlemek zorunda hissettim kendimi. Bunun sonuncunda filmi daha bir sevdim, sessiz anlarına daha çok anlam kattım, Yusuf’u daha iyi anladım. Ama yine de hala filmi Yumurta’nn gerisinde buluyorum. Belki de Süt’ün Yumurta’dan çok, yönetmenin bir önceki filmi olan ve benim pek ısınamadığım Meleğin Düşüşü’ne benzediği söylenebilir. Ama hakkını vermek lazım görüntü çalışması ve oyunculukları yine birinci sınıftı. Hele Yusuf’u canlandıran Melih Selçuk çok başarılı bir keşif.
(soldan sağa) Melih Selçuk, Başak Köklükaya, Ahmet Boyacıoğlu
Film sonrasında Melih Selçuk ve anneyi oynayan Başak Köklükaya ile bir söyleşi vardı. Bu söyleşide önce kendisini Yusuf’a yakın bulan bir seyircinin yorumlarından ve birkaç övücü cümleden sonra bazı seyircilerden son derece ağır ve bana göre bir kısmı da haksız yorumlar duyduk. Aslında yönetmenin olmadığı bir ortamda bu eleştiriler yerini bulmadı ama oyuncular ellerinden geldiğince filmi savundular. Benim merak ettiğim konu, bu film Yumurta’nın 15 yıl öncesini anlattığı halde neden günümüzde geçtiği idi. Öğrendiğimize göre Semih Kaplanoğlu üç filmin de sinopsislerinin başında aynı zaman diliminde geçtiklerini özellikle vurgulamış. Bilinçli bir seçim yani. Zaten hata olmayacak kadar çok yerde filmin bugünde geçtiğine dair ipuçları vardı. Bu söyleşide öğrendiğimiz bir diğer nokta da Selçuk’un filmde oynamadan önce, bir önceki filmde Yusuf’u canlandıran Nejat İşler’i izlememiş olması oldu. Bu durum başarısını daha da önemli bir hale getiriyor doğrusu.
0 Yanıt to “Gezici Festival 2008 İzlenimleri – Yarışma Filmleri: Bulutların Üstünde, Moskova Belçika, Üç Bilge Adam, Açlık, İçimdeki Çöl, Turne, Sonbahar, Süt”