Antalya 2008 izlenimlerini festivalin Kırılma Noktası bölümünde yer alan 2 filmle bitiriyorum.
Delta:
Genç Macar yönetmenlerden Kornél Mundruczó’nun yönetmenliğini yaptığı Delta, geçmişini bilmediğimiz genç bir adamın kendi topraklarına geri dönmesi sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Yıllar sonra döndüğü evinde varlığını bile bilmediği kız kardeşiyle karşılaşan adam, onunla enteresan ve tehlikeli sularda gezen bir ilişki yaşamaya başlıyor. Film, kardeşlerin bu ilişkisine odaklanmaktan çok çevrenin onlara bakışını ve hoşgörüsüzlüğü öne çıkararak trajik bir sona doğru ilerliyor. Filmin başında teşekkür de edilen Macar usta Béla Tarr’ın filmlerini kısmen anımsatan bir üslupla sessiz sakin ve derinden ilerleyen film, seyirci üzerinde yavaş yavaş derinleşen bir etki yaratıyor. Özellikle görüntü çalışması ile öne çıktığını da vurgulamak gerek.
Film sonrasında yönetmen Kornél Mundruczó ile yapılan söyleşide o da özellikle hoşgörüsüzlük temasına dikkat çekerek filmin tiyatro ve Yunan tragedyaları ile bağlantısına değindi. Filmin taşra hayatına yönelik eleştiri getirdiğine dair eleştirileri ise kesin bir dille reddederek bu tip olayların her yerde olabileceğini belirterek Macaristan’da eşcinsellerin yaptığı bir yürüyüşe saldıran insanları örnek gösterdi. Ayrıca bu filmin başrolündeki oyuncunun aynı zamanda besteci olduğu için filmde fazlaca müzik kullanması gerektiğini ama hiç müzik kullanmadan bir film yapmak istediğini de ekledi.
Donmuş Irmak (Frozen River):
Üzerine gömülü altyazıdan anlaşıldığı kadarıyla festivalden bir süre sonra gösterime girecek filmlerden biri olan Donmuş Irmak tam anlamıyla bağımsız bir Amerikan yapımıydı. Zaten bağımsızların kalesi Sundance’dan da büyük jüri ödülünü almıştı. Film bir şekilde Amerika-Kanada sınırındaki Kızılderili bölgesindeki insan kaçakçılığı olayına karışan biri beyaz diğeri Kızılderili iki kadının öyküsünü anlatıyor. Bir yandan bu iki kadının önce düşmanlıkla başlayan sonra birbirlerine destek olmaları ile gelişen hikayeyi izlerken bir yandan da Amerika’nın en kıyıda köşede kalmış insanlarının hayatına da tanık oluyoruz. Son derece kısıtlı bir bütçeyle çekildiği her halinden belli olan film bunu bir dezavantaj olmadığını, bu şekilde de çok başarılı filmler çekilebileceğini bir kez daha gösteren filmlerden biri ve gösterime girince de izlenmeli.
Antalya 2008 izlenimlerine festivalin Asya’ya Yolculuk bölümü ile devam ediyorum. 4 filmin yer aldığı bu böülmde 2 film izledim.
Zamanın Külleri (Dung Che Sai Duk Redux / Ashes of Time Redux):
Favori yönetmenlerimden Wong Kar-Wai’nin 1994 tarihli kendi filmini bir miktar kısalttığı ve restore ettiği bu film, Kar-Wai’nin ilk dönem filmlerinden biri olmasına rağmen daha sonra kullandığı pek çok temayı içeriyordu. Film mevsimlere göre bölünmüş epizotlar halinde tek başına yaşayan ve ihtiyacı olanlara silahşör kiralayıp bundan payını alan bir adamın hikayesini anlatıyor. Hemen her bölümde yanına farklı insanlar gelen bu adam, tüm film boyunca hem kendisi çeşitli değişimler yaşıyor hem de yanına gelen giden diğer karakterler. Tüm film boyunca birbirinden ayrılamayan aşıklar ve kavuşamayan aşıklar, şizofrenik bir aşk hikayesi, yavaş yavaş kör olan bir silahşörün dramı gibi hikayeler izliyoruz. Elbette tüm bunlara Kar-Wai’nin bildik stili çerçevesinde tanıklık ediyoruz. Renk kullanımları, yavaş çekimler eşliğindeki dövüş ve kovalama sahneleri, sulardan dönen yansımalar ve duvarlara vuran gölge oyunları hep onun imzasını taşıyan sahneler ve elbette tüm film boyunca insanın içine işleyen hikayeler de onun tarzını yansıtıyor. Filmin eski halini izlemiş olsun olmasın, yönetmenin takipçilerini mest edecek bir film.
Son bir not, bu film büyük ihtimalle gösterime de girecek, çünkü Türkçe altyazısı filmin kopyasının üzerine gömülüydü. Az salonda gösterime girer ama hiç yoktan iyidir.
Tokyo Sonatı (Tôkyô Sonata):
Kendisini korku filmleri ile kanıtlamış olan Kiyoshi Kurosawa’dan beklenecek en son şey bir aile draması idi belki de ama işte kaşımızdaki tam da böyle bir filmdi. Bu filmin Kurosawa’nın diğer bazı filmleri ile ortak noktası ise ortada yine bir modern büyük şehir yaşamı eleştirisi olmasıydı, üstelik bu kez daha doğrudan. Filmde önce sudan bir sebepten dolayı işinden kovulan ve bunu ailesine söyleyemeyen evin babası ile karşılaşıyoruz. Her sabah işe gidermiş gibi evden çıkıyor, bir şekilde gününü dışarılarda geçiriyor ve mesai saati bittiğinde eve dönüyor. Üstelik Japonya’da bu tip pek çok insan olduğunu da görüyoruz filmde. Evin annesi ise her ne kadar kocasını ve çocuklarını sevse de belki de kendisine bile itiraf edemediği bambaşka hayalleri olan bir kadın. Çocuklar ise iletişimsiz genç neslin birer prototipi adeta. Bu karakterlerin öyküsünü birbirine koşut şekilde götüren yönetmen etkileyici bir film çıkarmış ortaya. Filmin sonu ise çok değişik şekillerde yorumlanabilecek bir son. Her şey kötü giderken birden yön değiştiren hikayenin finali, gayet gerçekçi bir şekilde iyimser bir son olarak yorumlanabileceği gibi yönetmenin bundan önceki kariyerinden de hareketle fantastik bir anlam yüklenerek de okunabilir ve aslında kötümser bir son olarak da yorumlanabilir. Bu yoruma açık sonunun da etkisi ile Tokya Sanatı festivalin öne çıkan filmlerinden biri oldu benim için.
Antalya Film Festivali’nin üzerinden belli bir süre geçti ancak hala hakkında yorum yazmadığım filmler kaldığı için Gezici Festival yorumlarından önce onları bitirmeye çalışacağım. Festivalin Okyanusun Ötesinden bölümünde de tek bir film izleme fırsatı buldum.
Tanık (Surveillance):
Tanık, David Lynch’in kızı Jennifer Lynch’in Helena’yı Sarmak’dan (Boxing Helena) tam 15 yıl sonra yaptığı yeni filmi. İlk filmi bir başarısızlık olarak görülen Lynch’in bu filminde de başarıyı yakaladığını söylemek mümkün değil ne yazık ki. Üç tanığın ifadelerinin izini sürerek iki seri katilin peşinde olan iki FBI ajanının hikayesini anlatan film, aslında bu kısa özet cümlesinin bile yanlışlığını gösterecek bir finale doğru ilerleyen bir yapıya sahip. Aslında buradaki sürpriz unsuru çok zor tahmin edilebilir bir konu değil. Zaten Lynch de sürprizi en sona bırakmadan açık ederek asıl derdinin bu olmadığını da gösteriyor. Onun asıl derdi sırf eğlence için masum insanları durduran onlara eziyet eden polisler, göründüklerinden bambaşka kişiler olan FBI ajanları ve hatta masum ve sevimli bir küçük kızın aklından geçenler. Aslında filmin temel senaryo yapısı hiç fena değil, yönetmenlikte de sınıfı geçen bir düzey tutturuyor Lynch. Ortada olanlar en azından ortalamanın üzerinde bir film için yeterli. Ancak filmin kendi kendini baltaladığı nokta, son derece abartılı oyunculuklar bence. Belli ki bu tarzı yönetmenin kendisi istemiş. Yoksa en az 4 oyuncunun bu tarzda oynaması tesadüf olamaz. Zaten filmin sonundaki söyleşide de bu onaylandı. Ama bu oyunculuk tarzı, film sırasında çeşitli gülüşmelerin oluşmasına yol açtı. Halbuki daha gerçekçi bir oyunculuk tarzı ile film çok daha tedirgin edici bir konuma ulaşabilirdi.
Bu arada filmin gösterildiği salonun kapısında Türkçe afişini de gördüğümüze göre muhtemelen gösterime gireceğini de ekleyelim.
Filmden sonra B filmlerinin değişmez kötü adamlarından Michael Ironside’la bir söyleşi yapıldı. Filmde küçük sayılabilecek bir rolü olan Ironside, filmlerde canlandırdığı kötü adamların tersine son derece sevimli ve hoşsohbet bir insanmış. Zaten kendisi de şiddete karşı olduğunu, oynadığı filmlerde şiddeti bir hastalık olarak yorumladığını vurguladı. Bu filmde Lynch’in özellikle otoritenin yozlaşması üzerinde yoğunlaşmak istediğini belirtti. Bu arada Hollywood sinemasının günümüzde geldiği noktadan yakındı, insanları giderek daha az düşünmeye ittiğinden bahsetti. Öyle ki başrole iri göğüslü bir kadın oyuncu koymadığınız zaman para bulmanız son derece zor oluyor dedi. Bu arada Üç Maymun’u seyrettiğini ve çok sevdiğini de belirtti. Ancak kadın karakterin gelişiminin yeterli derecede perdeye yansımadığını da söyledi. Söyleşinin eğlenceli anlarından biri de seyircilerden birinin yaklaşık 10 dakika boyunca İngilizce bildiğini ve çevirmene ihtiyacı olmadığını kanıtlamak istercesine uzun uzun bir soru sormasıydı. Daha doğrusu sormaya çalışması. Abimiz aslında tam da yeterli İngilizce bilmediğini ve çevirmene ihtiyaç duyduğunu kanıtladı. Halbuki adam gibi Türkçe sor, çevirsinler değil mi? Ne gerek var bu çabaya. Üstelik sorunun 3. dakikasında zaten ne demek istediği anlaşılmıştı iyi kötü. Neyse ki Ironside iyi adammış da bozmadı, gayet sakin cevabını verdi.
Bu yıl ne yazık ki Ankara’da yapılamayıp sadece Kars ve Artvin’de düzenlenen 14. Gezici Festival’in ödülleri belli oldu. 3. Uluslararası Altın Kaz Film Yarışması’nda birincilik ödülü olan Altın Kaz’ı geçtiğimiz yıl Yasak Bölge (La Zona) filmini sinemalarımızda da izleme fırsatı bulduğumuz Rodrigo Pla’nın, İçimdeki Çöl (Desierto Adentro) filmi aldı. İkincilik ödülü olan Gümüş Kaz ve SİYAD jurisinin ödülü ise aynı filme gitti. Özcan Alper’in Sonbahar filmine.
İçimdeki Çöl
Her iki film de gerçekten güzel filmlerdi ama Açlık (Hunger) filminin eli boş dönmesinin şaşırtıcı olduğunu da eklemek gerek.
Bu yıl festival Ankara’da yapılmayınca ben de festivali Kars’ta takip etme fırsatı buldum (Buradan Başak Emre ve Ahmet Boyacıoğlu’na tekrar teşekkürler). Önümüzdeki günlerde festival hakındaki izlenimlerimi de bu sitede bulabileceksiniz.
Festivalin “Avrupa Görüntüleri” olarak isimlendirilen ve adından da anlaşılabileceği gibi Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde geçen filmlerin toplandığı bölümünde de sadece Cenova filmini izleme olanağım oldu.
Cenova (Genova):
Hemen her filmi birbirinden farklı olan Michael Winterbottom’ın yeni filmi Cenova’yı da festivalde izledik. Winterbottom, Cenova’da bir ölümün travmasını üzerlerinden atmaya çalışan bir ailenin öyküsünü getiriyor karşımıza (festivalde ismi konmamış böyle bir tema olduğunu söyleyebiliriz belki de). Ama bu kez benzer diğer filmlerdeki kadar kalabalık bir aile değil söz konusu olan. Anne, baba ve 2 kızdan oluşan bir aileden söz ediyoruz bu kez. Annenin henüz filmin başında ölümü sonrasında bunun etkilerini üzerlerinden atmak amacıyla Cenova’ya giden bir ailenin geçirdiği bir yazı izliyoruz. Winterbottom yine kendisi için farklı sayılabilecek bir konuya el atmış. Tarz olarak da sanırım tümüyle dijital kamera ile Cenova sokaklarına çıkıp gerçek mekanlarda çekim yapmayı tercih etmiş. Bu tarz da aslında Winterbottom’a çok yabancı değil. Ortaya çıkan film için başarısız demek mümkün değil ama yönetmenden daha önemli işler bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilecek bir çalışma.
Derviş Zaim’in Nokta filminin en iyi film ödülünü aldığı “Eleştirmenlerin Ödülü” bölümünde sadece Mukha filmini izleyebilme fırsatı buldum.
Mukha:
Filmin ana konusu aslında en tipik Hollywood filmlerinde bile karşımıza çıkabilecek bir konuydu. Orta yaşa gelmiş dayanmış bir adam, bir gün hiç bilmediği kızının varlığını öğrenir. Gençliğinde kısa bir macera yaşamış oldukları kızın annesi de ölmüş durumdadır ya da ölmek üzeredir. Birbirlerini hiç görmemiş baba-kız arasında en başta çeşitli sorunlar olsa da sonunda sağlam bir bağ kurulur. Hollywood sineması, bu konuyu genellikle komedi kalıpları içinde anlatırken burada daha ayakları yere basan gerçekçi bir filmle karşı karşıyaydık. Yine de kimi yerlerde mizah unsurları da unutulmamıştı. Çok önemli bir film olmasa da rahatça izlenen yer yer keyifli, yer yer hüzünlü bir filmdi Mukha.
Bu yılki Antalya Altın Portakal ve Avrasya Film Festivalleri’ni kısıtlı da olsa takip ettiğimi daha önce belirtmiştim. Önümüzdeki bir kaç gün festivalde izlediğim filmleri bölümlere göre sınıflandırarak değerlendirmeye çalışacağım. Festivali takip ederken niyetim daha sonra izleme fırsatı bulamayacağımı düşündüğüm filmleri izlemekti. Bu nedenle bu yazılarda Üç Maymun, Süt, Güreşçi gibi daha popüler filmlerin değerlendirmeleri yerine festivalin daha festivale özel filmleri hakkında değerlendirmeler bulacaksınız.
İlk önce Avrasya Film Festivali’nin yani festivalin uluslarası bölümünün yarışma kısmında yer alan filmlere bir göz atalım:
35 Tek Rom (35 Rhums/35 Shots of Rum):
Festival kataloğundaki sırayla gidece olursak bölümün ilk filmi, kimi filmlerini çok sevdiğim ve gözlerimi alamadığım, kimi filmlerinde ise gayet sıkıldığım deneyimli kadın yönetmen Claire Denis’in yeni filmi 35 Tek Rom idi. Önümüzdeki yıl Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin programına da gireceğini tahmin ettiğim film, Fransa’da yaşayan bir baba-kızın ve arkadaşlarının etrafında gelişen olayları anlatıyor. Denis bir kez daha favori oyuncularından Alex Descas’ı başrole koyduğu filminde (bu arada Descas da epey yaş almış) yine alt sınıfta kalmış, göçmen Fransızları anlatıyor çoğunlukla. Bunu da yine Tindersticks’in hipnotize edici müziği ve Agnès Godard’ın en az onun kadar kendine bağlayıcı görüntü çalışması ile yapıyor. Ancak kendinden beklendiği gibi yine yavaş tempolu bir film var karşımızda. Açıkçası kendi açımdan Danes’in en sevdiğim filmleri arasına koyamasam da fena da bulmadığım bir film oldu.
Uluslararası yarışmada en iyi yönetmen ödülünü alan Bitmeyen Yürüyüş, bir ailenin yıllar önce ölen büyük oğlunun ölüm yıldönümünde yaşlı anne babalarının evinde toplanan bir ailenin geçmişi ile yüzleşmesinin bir hikayesi. En başından itibaren görünürde gayet sıradan bir aile toplantısının perdeye yansıtılması gibi görünen film, aslında yine ilk anlarından itibaren ailenin arka planında kimi sırlar, söylenmemiş duygular ve arzular olduğu hissettiriyor. Ozu’nun tarzını anımsatan biçimde sade bir anlatım stili tutturan film tümüyle o sade tarzı ile devam ederek, söz konusu yaşanmışlıklar ve sırlar konu edildiğinde bile seyirciyi sarsma amacı gütmeden, belki de bunlar da hayatın bir parçası diyerek finale ulaşıyor. Kesinlikle başarılı bir film, ancak en iyi yönetmen ödülü biraz abartılı olabilir. Yine de uluslararası yarışmadaki çoğu filmi izlemediğim için kesin bir şey demek mümkün değil.
İyi ki Doğdun Laila (Eid Milad Laila/Laila’s Birthday): 71 dakikalık bu neredeyse orta metrajlı film, geçinmek için taksi şoförlüğü yapan eski bir hakimin, kızının doğum gününde yaşadıklarından hareketle bir Filistin panoraması çiziyor. Bunu da taksiye binen çeşitli müşteriler aracılığı ile yapıyor. Çok başarılı bir film olmasa da kritik bir coğrafyada yaşananları kaba hatlarıyla da olsa çizmesi açısından önemli bir filmdi. Zaman zaman çok acıklı, zaman zaman da trajikomik bir film vardı ortada. Festivalde izlediğim filmler arasında sonunda alkış alan tek film oldu üstelik (sonunda söyleşi olanlar hariç, onlar konuk sahneye çıktığı zaman mecburen alkış alıyordu zaten).
Jerichow:
Bir önceki filmi Yella’yı severek izlediğim Alman yönetmen Christian Petzold’un, Jerichow filmi keşfedilmeye değer bir film olarak göze çarpıyordu programda. Bir Alman filminde Türk karakter görmek uzunca bir süredir şaşırtıcı bir durum değil. Ne de olsa ülkede önemli bir azınlık grubunu oluşturuyor Türkler. Ama burada Türk karakter bir yan karakter olarak kalmıyor, filmin iskeletini oluşturan aşk üçgeninin bir köşesinde yer alıyordu. Üçgenin diğer köşelerinde ise onun Alman karısı ve işsiz bir Alman genci yer alıyordu. Filmi klasik bir aşk üçgeninden ayıran ise herhangi iki karakterin arkasında yer almayıp tüm karakterleri detaylı olarak çizip her birinin artıları ve eksileri ile gerçek bir insan olarak çizilmesi oluyordu. Karısını döven bir adam için de kocasını farklı şekillerde her fırsatta aldatan bir kadın için de en zor anında kendisine yardım eden bir adamın karısıyla yatmaktan çekinmeyen biri için de kayıtsız şartsız kötü tanımlamasını kullanmak mümkün olmuyor filmde. Ancak sinemasal açıdan çok başarılı olduğu söylenemez filmin.
Ayrıca herhalde son jeneriği dahil en çok Türkçe şarkının çalındığı filmlerden biri olmalı bu. Nilüfer, Sezen Aksu ve Gülşen’in şarkılarının resmi geçit yaptığı film, bu şarkılardan biri ile filmin en akılda kalan sahnelerinden birine de imza atıyordu. Doğrusu eğer fırsatım olsaydı şarkı sözlerinin de sahnelere gayet iyi oturduğu bu bölüm için jürinin yabancı isimlerden oluşan kısmı ne hissetti sormak isterdim.
Yedi Gün (Shiva/Seven Days):
Bir aile draması olan Yedi Gün, özelikle festivallerle oyuncu olarak tanıdığımız Ronit Elkabetz’in, oyunculuğunun yanı sıra kardeşi Shlomi Elkabetz ile birlikte senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini de üstlendiği bir filmdi. Tıpkı Bitmeyen Yürüyüş gibi aile bireylerinden birinin ölümünün ardından ailenin bir araya gelişini anlatıyordu bu film de. Ancak bu kez ölümün hemen ardından gelen yedi günlük bir yas periyodunda yaşananları anlatan bir film vardı karşımızda. Söz konusu 7 gün, Musevilikten gelen ve bu süre içinde pek çok şeyin yapılmasının yasak olduğu bir yas süreci. Film arka planına 1991 yılının İsrail’ini ve o dönem yaşanan korkuları alarak, aile içi çatışmaları, ailenin eski ve yeni bireyleri arasındaki çekişmeleri, daha köktendinci olanları ile daha modern olanları arasındaki görüş ayrılıklarını ve yine aile içinde gizli kalmış ya da gizli kalmış gibi görünen ama herkesin bildiği sırları anlatıyor. Elkabetz kardeşler son derece incelikli olarak yazdıkları senaryonun yanında belli ki yönetmenlik üzerine de ince ince düşünmüşler. Hemen hemen tüm film boyunca tüm sahneler sabit bir kamera önünde gerçekleşip bitiyor. Filmin ortalarından itibaren bu tarza dikkat etmeye başladım ama belki de sadece filmin giriş ve bitiş sahnelerinde kamera hareket ediyor, diğer sahnelerde tümüyle sabit. Çoğu sahneler de yakın plan kesmeler başvurmadan tek bir kamera açısıyla başlayıp bitiyor. Üstelik bunu seyirciyi rahatsız etmeyen bir tarzda yapıyor.
Doğrusu çok çok iyi bir film olmasa da festival içinde izlediğim iyi filmlerden biri idi Yedi Gün. Kendi açımdan çeşitli ortak noktaları olan Bitmeyen Yürüyüş’e göre yönetmenlik açısından da daha iyi bir filmdi. Doğrusu uluslararası yarışmada bir ödül alabileceğini düşünmüştüm ama jüri benimle aynı fikirde değilmiş demek ki.