03 Kas 2008 için arşiv

Antalya 2008 İzlenimleri – Yarışma: 35 Tek Rom, Bitmeyen Yürüyüş, İyi ki Doğdun Laila, Jerichow, Yedi Gün

Bu yılki Antalya Altın Portakal ve Avrasya Film Festivalleri’ni kısıtlı da olsa takip ettiğimi daha önce belirtmiştim. Önümüzdeki bir kaç gün festivalde izlediğim filmleri bölümlere göre sınıflandırarak değerlendirmeye çalışacağım. Festivali takip ederken niyetim daha sonra izleme fırsatı bulamayacağımı düşündüğüm filmleri izlemekti. Bu nedenle bu yazılarda Üç Maymun, Süt, Güreşçi gibi daha popüler filmlerin değerlendirmeleri yerine festivalin daha festivale özel filmleri hakkında değerlendirmeler bulacaksınız.

İlk önce Avrasya Film Festivali’nin yani festivalin uluslarası bölümünün yarışma kısmında yer alan filmlere bir göz atalım:

35 Tek Rom (35 Rhums/35 Shots of Rum):

Festival kataloğundaki sırayla gidece olursak bölümün ilk filmi, kimi filmlerini çok sevdiğim ve gözlerimi alamadığım, kimi filmlerinde ise gayet sıkıldığım deneyimli kadın yönetmen Claire Denis’in yeni filmi 35 Tek Rom idi. Önümüzdeki yıl Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin programına da gireceğini tahmin ettiğim film, Fransa’da yaşayan bir baba-kızın ve arkadaşlarının etrafında gelişen olayları anlatıyor. Denis bir kez daha favori oyuncularından Alex Descas’ı başrole koyduğu filminde (bu arada Descas da epey yaş almış) yine alt sınıfta kalmış, göçmen Fransızları anlatıyor çoğunlukla. Bunu da yine Tindersticks’in hipnotize edici müziği ve Agnès Godard’ın en az onun kadar kendine bağlayıcı görüntü çalışması ile yapıyor. Ancak kendinden beklendiği gibi yine yavaş tempolu bir film var karşımızda. Açıkçası kendi açımdan Danes’in en sevdiğim filmleri arasına koyamasam da fena da bulmadığım bir film oldu.

Bitmeyen Yürüyüş (Aruitemo Aruitemo/Still Walking):

Uluslararası yarışmada en iyi yönetmen ödülünü alan Bitmeyen Yürüyüş, bir ailenin yıllar önce ölen büyük oğlunun ölüm yıldönümünde yaşlı anne babalarının evinde toplanan bir ailenin geçmişi ile yüzleşmesinin bir hikayesi. En başından itibaren görünürde gayet sıradan bir aile toplantısının perdeye yansıtılması gibi görünen film, aslında yine ilk anlarından itibaren ailenin arka planında kimi sırlar, söylenmemiş duygular ve arzular olduğu hissettiriyor. Ozu’nun tarzını anımsatan biçimde sade bir anlatım stili tutturan film tümüyle o sade tarzı ile devam ederek, söz konusu yaşanmışlıklar ve sırlar konu edildiğinde bile seyirciyi sarsma amacı gütmeden, belki de bunlar da hayatın bir parçası diyerek finale ulaşıyor. Kesinlikle başarılı bir film, ancak en iyi yönetmen ödülü biraz abartılı olabilir. Yine de uluslararası yarışmadaki çoğu filmi izlemediğim için kesin bir şey demek mümkün değil.

İyi ki Doğdun Laila (Eid Milad Laila/Laila’s Birthday): 71 dakikalık bu neredeyse orta metrajlı film, geçinmek için taksi şoförlüğü yapan eski bir hakimin, kızının doğum gününde yaşadıklarından hareketle bir Filistin panoraması çiziyor. Bunu da taksiye binen çeşitli müşteriler aracılığı ile yapıyor. Çok başarılı bir film olmasa da kritik bir coğrafyada yaşananları kaba hatlarıyla da olsa çizmesi açısından önemli bir filmdi. Zaman zaman çok acıklı, zaman zaman da trajikomik bir film vardı ortada. Festivalde izlediğim filmler arasında sonunda alkış alan tek film oldu üstelik (sonunda söyleşi olanlar hariç, onlar konuk sahneye çıktığı zaman mecburen alkış alıyordu zaten).

Jerichow:

Bir önceki filmi Yella’yı severek izlediğim Alman yönetmen Christian Petzold’un, Jerichow filmi keşfedilmeye değer bir film olarak göze çarpıyordu programda. Bir Alman filminde Türk karakter görmek uzunca bir süredir şaşırtıcı bir durum değil. Ne de olsa ülkede önemli bir azınlık grubunu oluşturuyor Türkler. Ama burada Türk karakter bir yan karakter olarak kalmıyor, filmin iskeletini oluşturan aşk üçgeninin bir köşesinde yer alıyordu. Üçgenin diğer köşelerinde ise onun Alman karısı ve işsiz bir Alman genci yer alıyordu. Filmi klasik bir aşk üçgeninden ayıran ise herhangi iki karakterin arkasında yer almayıp tüm karakterleri detaylı olarak çizip her birinin artıları ve eksileri ile gerçek bir insan olarak çizilmesi oluyordu. Karısını döven bir adam için de kocasını farklı şekillerde her fırsatta aldatan bir kadın için de en zor anında kendisine yardım eden bir adamın karısıyla yatmaktan çekinmeyen biri için de kayıtsız şartsız kötü tanımlamasını kullanmak mümkün olmuyor filmde. Ancak sinemasal açıdan çok başarılı olduğu söylenemez filmin.

Ayrıca herhalde son jeneriği dahil en çok Türkçe şarkının çalındığı filmlerden biri olmalı bu. Nilüfer, Sezen Aksu ve Gülşen’in şarkılarının resmi geçit yaptığı film, bu şarkılardan biri ile filmin en akılda kalan sahnelerinden birine de imza atıyordu. Doğrusu eğer fırsatım olsaydı şarkı sözlerinin de sahnelere gayet iyi oturduğu bu bölüm için jürinin yabancı isimlerden oluşan kısmı ne hissetti sormak isterdim.

Yedi Gün (Shiva/Seven Days):

Bir aile draması olan Yedi Gün, özelikle festivallerle oyuncu olarak tanıdığımız Ronit Elkabetz’in, oyunculuğunun yanı sıra kardeşi Shlomi Elkabetz ile birlikte senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini de üstlendiği bir filmdi. Tıpkı Bitmeyen Yürüyüş gibi aile bireylerinden birinin ölümünün ardından ailenin bir araya gelişini anlatıyordu bu film de. Ancak bu kez ölümün hemen ardından gelen yedi günlük bir yas periyodunda yaşananları anlatan bir film vardı karşımızda. Söz konusu 7 gün, Musevilikten gelen ve bu süre içinde pek çok şeyin yapılmasının yasak olduğu bir yas süreci. Film arka planına 1991 yılının İsrail’ini ve o dönem yaşanan korkuları alarak, aile içi çatışmaları, ailenin eski ve yeni bireyleri arasındaki çekişmeleri, daha köktendinci olanları ile daha modern olanları arasındaki görüş ayrılıklarını ve yine aile içinde gizli kalmış ya da gizli kalmış gibi görünen ama herkesin bildiği sırları anlatıyor. Elkabetz kardeşler son derece incelikli olarak yazdıkları senaryonun yanında belli ki yönetmenlik üzerine de ince ince düşünmüşler. Hemen hemen tüm film boyunca tüm sahneler sabit bir kamera önünde gerçekleşip bitiyor. Filmin ortalarından itibaren bu tarza dikkat etmeye başladım ama belki de sadece filmin giriş ve bitiş sahnelerinde kamera hareket ediyor, diğer sahnelerde tümüyle sabit. Çoğu sahneler de yakın plan kesmeler başvurmadan tek bir kamera açısıyla başlayıp bitiyor. Üstelik bunu seyirciyi rahatsız etmeyen bir tarzda yapıyor.

Doğrusu çok çok iyi bir film olmasa da festival içinde izlediğim iyi filmlerden biri idi Yedi Gün. Kendi açımdan çeşitli ortak noktaları olan Bitmeyen Yürüyüş’e göre yönetmenlik açısından da daha iyi bir filmdi. Doğrusu uluslararası yarışmada bir ödül alabileceğini düşünmüştüm ama jüri benimle aynı fikirde değilmiş demek ki.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Kasım 2008
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: