Filmekimi Ankara 2013 İzlenimleri – 1. Gün: Son Şans, Pislikler, Ilo Ilo, Mavi En Sıcak Renktir

Son Şans (The Congress):

Beşir’le Vals ile tanıyıp sevdiğimiz Ari Folman’ın yeni filmi Son Şans ile ilgili genellikle olumsuz yorumlar duymuştum. Ama baştan söyleyeyim ben sevdim, özellikle ilk yarısını. Her ne kadar çok yeni bir fikir olmasa da Robin Wright’ı oynayan Robin Wright fikri hoşuma gitti. Ama menajeri olarak Harvey Keitel ve stüdyo sahibi olarak Danny Huston gibi tanınmış isimleri görmek işi biraz bozdu. Keşke o rollerde de Robin Wright’ın gerçek menajerini ya da gerçek bir stüdyo patronunu görebilseydik. Stüdyo patronu olarak, kabul etmesi durumunda Harvey Weinstein süper olabilirdi mesela. Bu olamıyorsa en azından tanınmamış oyuncular daha iyi olabilirdi ama Harvey Keitel’in döktürdüğü birkaç sahneyi de başkası o başarıyla oynar mıydı bilinmez.

Oyunculuğun geleceğine ve bugününe dair fikirler de hoşuma gitti. Bu arada filmin konusunu bilmeyenler için kısaca aktaralım. Filmde artık oyuncuların bilgisayar tarafından modellenebildiği yakın bir gelecekteyiz. Bir defa çeşitli hareketleri, duyguları ve sesleri kaydedilen oyuncu ondan sonra bilgisayarın diskinde yer alan bir obje olarak stüdyonun malı oluyor ve hiç haberi olmadan her türlü filmde rol almış olabiliyor. Stüdyo bunun karşılığında oyuncunun sözleşme süresince başka herhangi bir ortamda oyunculuk yapmamasını istiyor. İşte filmin ilk yarısında Robin Wright’ın ikna edilme çabasını izliyoruz. Burada menajer karakteri aracılığı ile oyuncuların bugün de seçme şansları olduğunu düşünürken çeşitli nedenlerle hiç istemedikleri ya da sevmedikleri filmlerde oynadıklarını ya da başta iyi gözükse de son derece yanlış seçimler yaptıklarını vurgulayan sahneler çok başarılıydı.

Filmin ikinci yarısı ise 20 yıl sonra geçiyor ve hemen hemen tümüyle animasyon. İşte bu kısımlarda filmin etkisi düşüyor. Bu kısımları kimi göndermeleri yakalamaya çalışmanın zevki dışında biraz uzatılmış ve içeriği çok doldurulmuş gözükse de yetersiz buldum. Hâlbuki filmin uyarlandığı Stanislaw Lem          romanının asıl ele aldığı konu da bu kısımmış sanırım. Sırf animasyon bölümlerinden hareketle filme zayıf denirse katılabilirim ama birisi izlememi tavsiye eder misin derse evet diyeceğim bir film Son Şans.

Pislikler (Les Salauds / Bastards):

Claire Denis’in herkese göre filmler yapmadığını biliyoruz zaten. Pislikler‘in de kolay içine girilen bir film olmasını beklemiyorduk. Bir gemi kaptanının kızkardeşine yardım etmek için işini gücünü bırakıp Paris’e dönmesi ile açılan film giderek karışık bir intikam hikâyesine dönüşüyor. Denis’in filmlerinin içeriği zaten çok karanlık olabiliyor zaman zaman, bu kez görsel olarak da sanırım en karanlık filmine imza atmış. Filmde karakterlerin motivasyonlarını tam anlamıyla kavrayabilmek de güç, en azından belli bir yere kadar. Filmin finalinde büyük bir gizemi çözüyor gibi gösterilen kayıp görüntüler ise o noktaya gelinceye kadar zaten tahmin ettiğimiz bir olayı açıklığa kavuşturuyor aslında. Ama karanlık ve karışık yapısına rağmen sevmedim de diyemiyorum filmi. Belli bir çekiciliği var. Ve tabii ki Tindersticks. Herhangi bir Claire Denis filmi Tindersticks nedeniyle +1 olarak başlıyor zaten. Bu filmde de müzikleri atmosfere çok iyi uyum sağlıyor.

Ilo Ilo:

Ilo Ilo iddiasız, küçük ama sevimli ve iyi bir film nitelemesinin çok iyi uyduğu bir film. Filmde 90’lı yıllarda ekonomik kriz içindeki Singapur’da orta düzeydeki bir ailenin Filipinli bir hizmetçi tutması ve gelişen olaylar anlatılıyor. Film bir yandan evin oğlunun hizmetçiyi zamanla annesinin yerine koyması, bir yandan da ailenin kötüleşen ekonomik durumu üzerinden gidiyor. Hizmetçi çocuk arasındaki ilişkinin düşmanlıktan bir nevi anne-oğul ilişkisine dönüşmesi başarılı bir şekilde anlatılmış. Çocuğun yaşı bunun için fazla küçük ama yönetmenin bu ilişki içinde çok çok hafiften cinselliği de yoklayıp oradan incelikli olarak çıkması da başarılı. Ekonomik kriz meselesinde de aslında dünyanın her yerinde yakın zamanlarda birbirine benzer olayların yaşandığını bir kez daha görüyoruz. İşini kaybedip de hala işe gidiyorum numarası yapan adam teması hiç yabancı değil. Hatta bir Uzakdoğu filminde de tamamen aynı izleği gördüğümü hatırlıyorum. Burada dikkat çekici olan unsurlardan birisi, gayet saf bir kişilik gibi duran kadının aslında her şeyin farkında olması ama durumu kocasının yüzüne vurmak istememesi. Genel olarak Ilo Ilo’nun hikayesinin çok orijinal olduğunu söyleyemeyiz belki ama güzel ve akıcı bir sinema diliyle işlenmiş.

Mavi En Sıcak Renktir (La Vie d’Adèle / Blue Is the Warmest Color):

Geldik Filmekimi Ankara’nın en ilgi çeken, biletleri en çabuk tükenen filmine. Sanırım diğer illerde de bu şekilde oldu. Hem Altın Palmiye kazanmış bir film hem de adından başka nedenlerle de çok sık bahsedilince üç saatlik bu film doldu taştı. Hayal kırıklığına uğrayan arkadaşlar oldu ama bence iyi hatta çok iyi bir film Mavi En Sıcak Renktir. Altın Palmiye biraz fazla mı? Mümkün. Ama üzerinde düşündükçe daha çok sevdiğimi anlıyorum. Sanırım vizyona girdiğinde bir kez daha izleyeceğim.

Filmin basitçe iki genç kızın aşkını anlattığını herhalde sinema ile az çok ilgisi olan herkes biliyordur artık. En başta oyuncularından bahsetmeli. Elbette Adèle ve Emma’yı canlandıran Adèle Exarchopoulos ve Léa Seydoux’dan bahsedeceğiz. Bu uzun filmin tümü onlar üzerine kurulu, diğer oyuncular neredeyse birer figüran konumundalar. Yönetmen Abdellatif Kechiche neredeyse tüm filmi yakın plan kullanarak çekmiş. Her iki oyuncu da yakın planla çalışmak zorunda kalıp yüzleri ile duyguları ifade etmekte çok iyiler. Filmin kalan kısmında da zaten bu sefer tüm vücutlarını kullanmak zorunda kalmışlar ki orada da çok başarılı ve cesurlar. Aslında Emma karakterinin başlardaki ilk tanışma sahnesini saymazsak (ki o sahneyi de atlamamak lazım aslında, sadece ufak birkaç bakışla gördüğüm en iyi ilk görüşte aşk sahnelerinden biri çıkmış ortaya) neredeyse ilk bir saat sonrasında filme dâhil olduğunu düşünürsek filmin tüm ağırlığının Adèle üzerinde olduğu daha iyi belli oluyor. Zaten filmin orijinal adı da Adèle’in Yaşamı anlamına geliyor. O yüzden her ne kadar her ikisi de çok iyi olsa Adèle’i biraz daha başarılı buldum. Yakın zamanda her iki oyuncunun da Kechiche’nin çalışma tarzı üzerine epey sert açıklamalarını okuduk, hatta onunla bir daha çalışmak istemediklerini duyduk ama ne şekilde olursa olsun yönetmen her ikisinden de çok iyi bir performans almış.

Filmin adını çokça duymamızı sağlayan uzun ve cesur sevişme sahnelerini ise film için gerekli buldum. Her sahneyi öncesinde ya da sonrasında gelen olay ışığında değerlendirirseniz anlamlı oluyor. Kısaca şöyle özetleyelim. Mastürbasyon sahnesi Adèle’in bir kadından etkilendiğini göstermesi açısından gerekli zaten. Bir erkek ile sevişmesi de benzer şekilde o sevişmeden yeterince zevk alamadığını gösteriyor. Asıl konuşulan Adèle ve Emma arasındaki on dakikayı bulan uzun sevişme sahnesi ise hem bu ilişki içinde cinselliğin yerinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor, hem de ikilinin kendilerini serbest bıraktıkları durumdaki hallerini gözler önüne seriyor. Bunun önemi de filmin ilerleyen kısımlarında ayrı ayrı her ikisinin de ailesinin evlerinde seviştiklerinde aradaki farkı görebildiğimiz zaman anlaşılıyor. Emma’nın evinde aileleri çok yakında olsa da yine kendilerini serbest bırakabilirken, Adèle’in evinde kendilerini frenlemek zorundalar. Peki film sinemalarımızda gösterime girdiğinde bu sahneler kesintisiz oynar mı? Biraz zor. Bekleyip göreceğiz bakalım.

İki karakter ve aileleri arasındaki farklar sadece cinsellikle ilgili kısımlarda ortaya çıkmıyor elbette. Filmin aileler ile yenilen ve arkadaşlar için hazırlanan yemek sahneleri ve buradan hareketle kültür farkına bakışı da başarılı. Özellikle arkadaşlar arasında yenilen yemekte Adèle’in kendini ezilmiş hissetmesi çok ince bir şekilde verilmiş. Kechiche ilişkinin başlangıcı, gelişimi ve bitişini çok iyi planlayarak adım adım perdeye yansıtmış. İkilinin hayatında yeni bir gelişme olduğunda bunun ipuçlarının filme yaymış olduğunu görüyorsunuz.

Film üç saat ama filmden şu kısımları çıkartalım diyebileceğimiz pek bir şey yok. Hatta daha ilginci bazı noktaların eksik kaldığını düşünüyorum. Mesela daha Adèle kendi cinselliğinden emin değilken onu lezbiyen olarak damgalayan ve üzerine giden okul arkadaşları (bu arada kendisi ile tanıştığımızda Adèle henüz lise öğrencisi) ile gerçekleştirdiği uzunca ve etkili bir tartışma sahnesi sonrasında Adèle’in okulda olanlarla nasıl başa çıktığı bir soru işareti olarak kalıyor. Filmin 45 dakika daha uzun bir kurgusunun daha yapılabileceğine dair haberler de okuduk yakın zamanda. Üç saatlik bir film için bunu söyleyeceğimi sanmazdım ama böyle bir kurgu daha da iyi olabilir belki de (aslında Lord of the Rings gibi bir örnek daha var bu konuda).

Bu arada her ne kadar senaryo Abdellatif Kechiche ve Ghalia Lacroix’e ait olsa da filmin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu da unutmamak lazım. Ne kadar sadık bir uyarlama olduğunu okumadığım için bilmiyorum ama çizgi romanları hala çocuk işi olarak görenler varsa (ki sayıları epey azaldı sanırım) Altın Palmiye kazanmış bir filmin çizgi roman uyarlaması olabileceğini tekrar hatırlatmak gerek. Ufak bir not daha. Çizgi romanda ana karakterin adı Clémentine. Filmde Adèle olarak değiştirilmesinin nedeni belki de Kechiche’nin başrol oyuncusunun gerçek adı ile karakterinin adının aynı olmasını istemesi.

0 Yanıt to “Filmekimi Ankara 2013 İzlenimleri – 1. Gün: Son Şans, Pislikler, Ilo Ilo, Mavi En Sıcak Renktir”



  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.501 hits
Ekim 2013
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: