Mart 2013 için arşiv

Tayfa Söyleşileri’nin konuğu Uğur Vardan, Murat Özer ve Murat Erşahin

Açıldığı günden bu yana önemli kültür sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan Tayfa Kitapkafe’de düzenlenen Tayfa Söyleşileri Mart ayında sinemaseverleri 2000’ler Türkiye Sineması üzerine düşünmeye davet ediyor. Mart ayının konukları sinema yazarları Uğur Vardan, Murat Özer ve Murat Erşahin. Söyleşinin moderatörlüğünü Sinan Yusufoğlu yapacak.

Tayfa Kitapkafe ve Ankara Uluslararası Film Festivali işbirliği ile düzenlenen söyleşide, 2000’ler Türkiye Sineması ve Türkiye’de sinema yazarlığı gibi konular konuşulacak.

Ücretsiz gerçekleşecek etkinlik 19:30’da başlayacak.
2000’ler Türkiye Sineması

Konuşmacılar: Uğur Vardan, Murat Özer, Murat Erşahin
Moderatör: Sinan Yusufoğlu

22 Mart Cuma – 19:30

Tayfa Kitapkafe;
Selanik Caddesi. 82/32 Kızılay

24. Ankara Film Festivali’nde Bugün: 22 Mart Cuma

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından Halkbank’ın ana sponsorluğunda ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle düzenlenen 24. Ankara Uluslararası Film Festivali sona doğru yaklaşırken festival heyecanı sürüyor. “Ulusal Uzun Yarışma Filmleri”nden Erden Kıral’ın yönettiği Yük ve Zeynel Doğan, Orhan Eskiköy’ün yönettikleri Babamın Sesi filmleri Cuma günü jüri üyeleri ve seyirciyle buluşuyor.

“İki Dil Bir Bavul” filmiyle anadil meselesini etkileyici bir biçimde perdeye taşıyan Özgür Doğan , Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın yeni filmleri “Babamın Sesi”, Maraş Katliamı’nın travmasını atlatamamış bir anne ve oğulun hikayesine ortak ediyor seyirciyi. Geçmişin hayaletleri ve sesleri üzerinden güçlü bir filme dönüşen “Babamın Sesi”, 14:30 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda.

Usta yönetmen Erden Kıral’ın son filmi “Yük”, bir cinayet işledikten sonra madene saklanan bir adamın hikayesini etkileyici bir sinema diliyle perdeye taşıyor. Pişmanlık, ölüm ve aşk üzerinden halüsinatif bir filme dönüşen Yük, filmin oyuncusu Tülin Özen ve yapımcı Afer Özgürel’in katılımıyla 17:00 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda.

Festival kapsamında 22 Mart’ta “Ulusal Belgesel Film Yarışması” ve “Ulusal Kısa Film Yarışması”ndan filmler yönetmenlerinin katılımıyla, jüri üyeleri ve sinemaseverlerle buluşacak. Gösterimler Kızılırmak Sinemaları’ndan takip edilebilir.

Günün son filmi Daniel Schmid Retrospektifi’nde yer alan “Tosca’nın Öpücüğü” filmi 21:30 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda.

Festival biletleri Kızılırmak Sinemaları gişeleri ve Mybilet’ten temin edilebilir.

Ankara Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:

facebook.com/AUFFestivali  / twitter.com/AnkaraFF

24. Ankara Film Festivali İzlenimleri – 3. Gün: Ötekinin Şeyi, Beresina: İsviçre’nin Son Günleri, Pazar Cinayeti, Ölü Sezon

Ötekinin Şeyi (O Necem Jinem / Something Different):

Çek Yeni Dalgası’nın ilk dönem filmlerinden Ötekinin Şeyi’nde yönetmen Vera Chytilová, iki farklı kadını getiriyor karşımıza. Hikayeleri arasında hiçbir organik bağlantı olmayan bu iki kadından biri sıradan bir ev kadını, diğeri ise bir sporcu. Birisi tüm hayatını yaramaz oğlu ve umursamaz kocasına ayırmışken diğeri de sporda başarılı olmaya odaklanmış. Kadınların her ikisi de aslında hayatlarından memnun değiller. Daha klasik bir anlatı yapısı olan bir filmde bu iki hikaye bir yerde kesişip iki kadının birbirlerinin hayatlarına imrenmelerini görebilirdik. Oysa Chytilová iki kadının hikayesini hiç kesiştirmeden ama kurgu marifetiyle arka arkaya ekleyerek seyircide bu duyguyu yaratmayı başarıyor. Festivalin iyi filmlerinden biri.

Beresina: İsviçre’nin Son Günleri (Beresina Oder Die Letzten Tage der Schweiz / The Last Days of Switzerland):

Bu yıl Ankara Film Festivali’nin toplu gösteri bölümü çok da tanımadığımız bir yönetmen olan Daniel Schmid’e ayırıldı. Beresina: İsviçre’nin Son Günleri, yönetmenin izlediğim ilk filmi oldu. Aslında bu şekilde yönetmenin filmografisine son filminden başlamış olduk. Beresina, başarılı bir politik taşlama. Filmde İsviçre’de yaşayan ve oradan bir vatandaşlık almaya çalışan Rus telekız Irina’nin çevresinde yer alan ülkenin önde gelen isimlerinin hayatlarına bir bakış atıyoruz. Irina bir telekız belki ama müşterileri önemli kişiler olunca pek çok gizli bilgiye de sahip oluyor ve hatta işin içine o bilgiyi ele geçirmek isteyenler de giriyor. Aslında Irina saf bir kız. Evine de sürekli gelişmeler hakkında (biraz değiştirerek tabii) mektup gönderiyor. Vatandaşlık alma çabası olumsuz bir yöne doğru gidip sınırdışı edilmesi gündeme gelince işin sonunun nereye varacağını düşünmeden elindeki bilgilerden birini kullanıyor ve olaylar gelişiyor. Hem kendisini, hem ülkeyi enteresan ve beklenmedik günler bekliyor. Schmid tüm bu hikayeyi kara mizah duygusunu sürekli olarak koruyarak aktarıyor. Böyle olunca da eleştirilerini asık suratlı bir şekilde değil daha seyirci dostu şekilde vermeyi başarmış. Daniel Schmid ile ilk tanışıklığımızın olumlu olduğunu söyleyebilirim.

Pazar Cinayeti (Zabitá Nedele / Squandered Sunday):

Pazar Cinayeti, Çek Yeni Dalgası’nın çok da bilinmeyen filmlerinden biri. Filmde bir askerin bunalımları ile birlikte anılarına tanıklık ediyoruz. Doğrusal bir anlatımı olmayan film klasik bir hikaye akışı olmayışı ile seyirciyi zorlayabilir ancak nasıl ufacık bir imgeden ya da sesten nasıl bir anı tetiklenebiliyorsa film de o şekilde kurgulanmış. Askerin hayatında belli bir imgeden bir anda bir anıya yollanıyoruz, oradan başka birine geçiyoruz ve film bu şekilde devam ediyor. Aslında filmin çatısında isminde de görülebileceği gibi bir Pazar günü geçen olaylar var ama bu kadarla sınırlamak yanlış olur. Genel olarak tüm filmi bir militarizm eleştirisi olarak okumak da mümkün.

Ölü Sezon (Hors Saison / Off Season):

Ölü Sezon günün ikinci Daniel Schmid filmiydi. Doğrusunu söylemek gerekirse bu filmi Beresina kadar sevmedim. Filmde baş karakterimiz Valentin’in kısa bir süre sonra yıkılacak olan çocukluğunun geçtiği otele gitmesini ve otelde tek başına dolaşırken çocukluğunu hatırlamasını izliyoruz. Film sırasında hikayenin Schmid için kişisel bir tarafı olduğunu hissediyorsunuz. Film hakkında araştırma yapınca gerçekten de otobiyografik bir tarafının olduğunu görüyorsunuz. Schmid’in hayatında da benzer bir dönem yaşanmış. Bu nedenle filmde karakterlerin ve olayların yönetmen için özel anlamları olduklarını düşünmek yanlış olmaz ama bu durum her zaman seyirciye geçememiş. Ayrıca benzer yapıda çocukluğunu hatırlayan karakterler ile ilgili o kadar fazla ve gerçekten başarılı filmler izledik ki Ölü Sezon’un bunların içinde çok fazla öne çıkan bir özelliği yoktu. Kötü değil ama sıradan diyelim kısaca.

24. Ankara Film Festivali’nde Bugün: 18 Mart Pazartesi

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından Halkbank’ın ana sponsorluğunda ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle düzenlenen 24. Ankara Uluslararası Film Festivali dördüncü gününde iki yönetmeni ağırlıyor. Yıldızların Konumu filmiyle  Leonard Retel Helmrich ve Çölcü filmiyle Shamil Aliyev Ankara’daki gösterimlere katılıyor. Günün öne çıkan diğer filmleri ise Erden Kıral’ın son filmi Yük ve Zeynel Doğan-Orhan Eskiköy’ün yönettikleri Babamın Sesi.


Festival Pazartesi günü Dünya Sineması’ndan iki yönetmeni ağırlıyor. Yönetmen Leonard Retel Helmrich’in 20 yıldır Cakarta’nın gecekondu bölgesinde yaşayan bir aileyi gözlemlediği bol ödüllü etkileyici belgeseli “Yıldızların Konumu” yönetmenin katılımıyla 12:00 seansında; Azeri yönetmen Shamil Alivey’in bozkırda yaşayan bir adamın hikayesini anlattığı şiirsel filmi Çölcü ise yönetmenin katılımıyla 19:30 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda.

Festivalin yarışma bölümünde yer alan iki film Pazartesi günü seyirciyle buluşuyor. Usta yönetmen Erden Kıral’ın son filmi “Yük”, bir cinayet işledikten sonra madene saklanan bir adamın hikayesini etkileyici bir sinemayla perdeye taşıyor. Pişmanlık, ölüm ve aşk üzerinden halüsinatif bir filme dönüşen Yük, 14:30’da Kızılırmak Sinemaları’nda.  İki Dil Bir Bavul’la anadil meselesini etkileyici bir biçimde anlatan Özgür Doğan , Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın yeni filmleri “Babamın Sesi”, Maraş Katliamı’nın travmasını atlatamamış bir anne ve oğulun hikayesine ortak ediyor seyirciyi. Geçmişin hayaletleri ve sesleri üzerinden güçlü bir filme dönüşen “Babamın Sesi”, 17:00 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda.

Festivalin “Dünya Sineması” bölümünde yer alan, Ulrike Ottinger’in yönettiği “Kar Altında”, Japon taşrasına götürüyor seyirciyi. Zamanın farklı bir ritimde yaşandığı karlar altındaki Echigo’da hayalle gerçek birbirine girer. “Kar Altında” 19:30 seansında Kızılırmak Sinemaları’nda.

İsviçreli usta yönetmen Daniel Schmid’in retrospektifinde yer alan “Toscanın Öpücüğü” 17:00 seansında; “Beresina- İsviçre’nin Son Günleri” ise 21:30 seansında izlenebilir.

Festivalin “Ulusal Belgesel Film Gösterimleri” Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde 12:00 seansından 18:00 seansına kadar ücretsiz olarak takip edilebilir.

Festivale dair ayrıntılı bilgi için: www.filmfestankara.org.tr

Ankara Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:

facebook.com/AUFFestivali  / twitter.com/AnkaraFF

24. Ankara Film Festivali İzlenimleri – 2. Gün: Hvidsten Grubu, Anne Ruhu, Kapris Yazı, Güzelliğin On Par’ Etmez

Hvidsten Grubu (Hvidsten Gruppen / This Life):

Hvidsten Grubu, 2. Dünya Savaşı yıllarında nazi işgalindeki Danimarka’da direnişçi bir ailenin gerçek öyküsü. Fill ailesi ve arkadaşları İngiltere’den uçakla gönderilen malzemeleri toplayarak ülkedeki direnişçilere dağıtıyorlar. Nihayetinde yakalandıklarında ise başlarına gelenleri tahmin etmek de zor değil. Film genel olarak savaş ortamında geçmesine karşın aile içi dinamikleri de ihmal etmemiş. Bazı anlarda teatral kalındığı da söylenebilir ama sonuçta çok iz bırakmasa da eli yüzü düzgün bir dönem filmi olmuş.

Anne Ruhu (Tam Hon Me / Mother’s Soul):

Anne Ruhu, Vietnam’dan gelen iyi sayılabilecek bir aile draması. Sebze-meyve satarak zar zor geçinmeye çalışan bir kadın ve onun kızı ana karakterler. Hikaye genelinde bu yaşam çabası iyi işlenmiş. Kadının bir şöför ile cinsellik temelli bir ilişki yaşaması, yetim bir oğlanın bu ailede kendisine bir anne sevgisi araması da filmin diğer temaları. Özellikle film ilerledikçe giderek kendi başlarına kalan iki çocuğun birbirleri ile adeta anne-oğul ilişkisi kurmaları etkileyici idi. Filmde çok büyük bir yönetmenlik becerisi olmadığını itiraf etmek gerek ama oyuncuların başarısı ve doğallığı durumu kurtarıyordu.

Kapris Yazı (Rozmarné Léto / Capricious Summer):

Sanırım bu yıl festivalin en iyi filmlerini Çek Yeni Dalgası bölümünde izleyeceğiz. Sadece bir kaç yıl sürmesine rağmen iz bırakan bu dönemin filmleri gerçekten izlemeye değer. Kapris Yazı, Jiri Menzel’in o içinde bir hüzün de barındıran mizah duygusunu çok iyi veren bir film. Filmde üç orta yaşlı arkadaşın (biri bir havuz işletiyor, diğerleri ise bir rahip ve eski bir asker) bir yazlarını anlatılıyor. Bu üç arkadaş ve aralarından evli olan tek kişi olan havuz işletmecisinin karısı havuz başında sıradan günler geçirirken, kasabaya bir ip canbazı (Jiri Menzel’in ta kendisi) ile genç ve güzel asistanının gelişi ile işler değişiyor. Üç adam da umutsuzca genç asistanla birlikte olmaya çalışıyorlar, bu arada havuzcunun karısı da ip canbazı ile yaşamaya başlıyor. Orta yaşlı bu adamların aşkla kendilerinden geçmeleri ama bir şey de becerememeleri ince bir mizahla verilmiş. Filmin cinsellik dozu tam yerli yerinde. Hiç aşırıya kaçmadan zarif bir şekilde işlenmiş. Hoş zaten aşırıya kaçabilecek bir olay da olamıyor. Filmi izleyince Jiri Menzel gibi yönetmenleri özlediğini hissediyor insan. Usta bu yıl yeni bir film çekmiş. Seneye de festivalde onu izleriz umarım.

Güzelliğin On Par’ Etmez (Deine Schönheit ist Nichts Wert):

Güzelliğin On Par’ Etmez Antalya’da en iyi film dahil pek çok ödül alarak ön plana çıkmıştı. En iyi film ödülünü ne kadar haketmiştir tartışılır ama ama kabul etmeli iyi filmmiş. Film babasının politik durumu nedeniyle ailecek Avusturya’ya iltica etmek zorunda kalan Veysel’in hikayesi. Adını Aşık Veysel’den alan Veysel Almanca’yı tam sökemediği için okulda durumu iyi değil ama bir kızdan hoşlanıyor. Okulda bir şiir ezberlemesi istendiğine de aklında o kıza ithaf edeceği Güzelliğin On Par’ Etmez geliyor. Bu arada ailenin diğer oğlu da evden kaçmış durumda ve babaları küçük yaşta kendilerini bıraktığı için ona öfkeli. Hatta babasını “Kürt teröristi”olarak niteleyip kendisi de bu babasına olan duygularından ötürü karşı tarafa kaymış, Türk milliyetçisi olmuş. Film aslında temelde Veysel’i takip ettiği için bu mesele üzerinde çok durmayıp Veysel’in ilk aşkına daha çok vakit ayırıyor. Hikayenin bu tarafınn altından da iyi kalkmış doğrusu. Zaten finalde de hikayenin bu kısmı bağlanırken diğer taraflarının ucu açık kalıyor.

Antalya’da filmin üç oyuncusu ödül almıştı (Veysel, abisi ve annesini oynayan oyuncular). Açıkçası bunlara pek katılamayacağım. Veysel’i oynayan Abdülkadir Tuncer çok sevimli bir çocuk, rolüne de çok iyi oturmuş ama büyük bir oyunculuk sergilediğini söylemek zor. Abi rolündeki Yüşa Durak’ın ise oyunculuğunu zaten sorunlu buldum. Bir kaç öfke patlaması ve duygusal an içeren zor bir rolü var. Özellikle öfke patlamaları kısmında inandırıcı gelmedi açıkçası. Anne rolü ise zaten çok ön planda değildi. İşin ilginci filmin en iyi oyuncusu bence komşu rolündeki Orhan Yıldırım idi ve o hiç ödül alamamış. Doğrusu filme ayrı bir hava katan da o karakterin bir yandan maço, bir yandan duygusal halleri idi. Güzellğin On Par’ Etmez‘in Mayıs’ta vizyona girmesi bekleniyor. Bence izlemeye değer bir film.

24. Ankara Film Festivali İzlenimleri – 1. Gün: Eve Geldik, Che Guevera Lübnan’da Öldü, Kumun Hassas Anı

Eve Geldik (We Came Home):

Eve Geldik son derece kişisel bir belgesel. Amerika doğumlu ama Afgan kökenli olan yönetmen Ariana Delawari kendisini ve ailesini anlatıyor. Sovyet işgali döneminde babası Amerika’da konuyla ilgili düzenlenen eylemlerin aktif bir üyesiymiş. Taliban sonrası dönemde ise merkez bankası başkanı olmuş. Ariana da bu dönemde ilk kez Afganistan’a gitmiş ve gidip gelmeye devam etmiş. Ayrıca müzikle de ilgilenen Ariana bu dönemde Afgan müzisyenlerle bir albüm de kaydetmiş. Film Ariana’nın çocukluğundan gelen görüntülerle Afganistan seyahatlerinin, albüm çalışmaları ve ailesi ile yaptığı söyleşilerin bir karması niteliğinde. Açıkçası film de Afganistan’a bütünlüklü bir bakış atmaktan ziyade bir ailenin bu mücadele içindeki yerini ve düşüncelerini anlatıyor. Bu nedenle filmde yer alan Afganistan ile ilgili görüşler de bu ailenin görüşleri olarak kalıyor. Zaten festivale de konuk olan yönetmen de görüntüleri çekerken bunların film olacağını düşünmediğini, sonradan bu fikrin oluştuğunu söyledi. Filmin kişisel bir “video journal” olarak düşünülebileceğini de ekledi. Bu haliye samimi bir çaba ama çok ilgi çekici bir yapım olarak bulmadım.

Filmin en ilginç yanı bir anda karşımızda David Lynch’i bulmamızdı. David Lynch, Ariana’nın albümüne yapımcı olarak destek vermiş, hatta film bitince yazılardan farkettik ki bu filmin yapımcılarından biri de David Lynch’in eşi Emily Lynch. Bu durumda David Lynch bir ışık gördüyse vardır bir bildiği diyoruz.

Che Guevera Lübnan’da Öldü (Che Guevara Died in Lebanon):

Sonraki belgesel Che Guevara Lübnan’da Öldü de benzer şekilde çok kişisel bir yapımdı. Burada da yönetmen Christina Foerch Saab, Lübnan iç savaşında önemli bir komutan olan kocası Ziad Saab’ın belgeselini yapmış. Burada bir önceki belgeselin aksine kişisel hikayenin yanında Lübnan’ın durumuna da daha geniş anlamda bakıldığını söylemek mümkün ama insanın eşi hakkında bir belgesel yapması sıkıntılı bir durum. Zaten içiçe olduğunuz birisinden bazı şeyleri film için ilk kez dinliyor gibi yapmak pek olmamış. Aslında iyi bir düşünceyle bir kaç sahnede ev halleri de işin içine katılmış ama o sahnelerin de mizansen olduğu çok fazla hissediliyordu. Filmin yönetmeni festivalin konukları arasındaydı. Gençliğinden beri barış hareketi içinde olduğunu belirtti. Filmde de kocası üzerinden insanların neden ellerine silah alıp birbirlerini öldürdükleri sorgulamaya çalıştığını söyledi.

Bu arada filmin yönetmeni Christina Foerch Saab kendi filmini sessizce izledi ama günü diğer filmlerde yanındaki kişiyle resmen sohbet etti. Konuk yönetmendir, üzerine gitmeyelim dieyerek uyarmadım ama buraya yazmaktan da kendimi alamadım ne yapayım.

Kumun Hassas Anı (Vaghte Latife Shen / The Tender Moment of Sand):

Günün son filmi Kumun Hassas Anı enteresan bir yapımdı. Belli ki yönetmen Farid Mirkhani’nin aklında pek çok fikir uçuşmuş durmuş. Filmin doğrusal olmayan yapısı, farklı ses kullanımı, değişik kamera açıları yönetmenin gerçekten film üzerine epey düşündüğünü gösteriyor. Fakat ne yazık ki bunların toplamı ortaya iyi bir film çıkaramamış. Hatta bir karmaşa haline dönmüş diyebilirim. Bu filmin yönetmeni de konuklar arasındaydı. Filmi başka yerde göstermeyim tarzı sert yorumlar geldi filme. Bence gerek yoktu. Bu arada yönetmenin de alçakgönüllü bir insan olduğunu gördük. Filmi sevmeyenlerden özür bile diledi (ki bir seyircinin dediği gibi özür dilenmesine de gerek yoktu, beğeni de değişken bir şey sonuçta). Ayrıca filmin ne kadar zor koşullarda çekildiğini de öğrendik. Sansür kurulu senaryonun 30 dakikasını kısaltmış, çekimleri 3 yıl süren filmde oyuncular defalarca değiştirilmek zorunda kalınmış. Bu gibi durumlar olmasa belki de daha iyi bir film izleyecektik.

Bu arada filmi sevmeyip çıkmayı anlıyorum ama çıkarken yavaş davranıp bir de üstüne perdenin önünden eğilmeden geçenleri anlamıyorum. Halen filmi izlemeye devam edenlere biraz saygı lütfen.

24. Ankara Film Festivali’nde Bugün: 15 Mart Cuma

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından Halkbank’ın ana sponsorluğunda ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle düzenlenen 24. Ankara Uluslararası Film Festivali 15 Mart’tan itibaren dolu dolu bir program ve etkinliklerle sinemaseverlere merhaba diyor. Festivalin ilk gününde Daniel Schmid Retrospektifi ve yönetmenlerin katılımıyla “Doğu İmgeleri” bölümünden filmler yer alırken; “50. Yılında Çek Yeni Dalgası” söyleşisi de dikkat çekiyor.

Festival Kızılırmak Sinemaları, Goethe Institut ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde perdelerini açarak sinemaseverlere merhaba diyor. Festival, Sinema Avrupa bölümünde İsviçre Sineması’na damgasını vurmuş usta yönetmen Daniel Schmid’in retrospektifine yer veriyor. Retrospektifi anlama kılavuzu işlevi görecek olan bir belgesel de bu kapsamda seyirciyle buluşacak. Benny Jaberg ve Pascal Hofmann’ın yönettikleri “Daniel Schmid – Düşünen Kedi” belgeseli, İsviçre’nin en sıradışı sanatçılarından biri olmak üzere yetişen, yoğun ölçüde hayalperest bir erkek çocuğun kalbine yapılan esrarengiz bir yolculuğa çıkarıyor seyirciyi. Doğuştan bir hikaye anlatıcısı olan Daniel Schmid, 1949’larda, ileride sahnesi olacak, konukları da karakterleri haline gelecek, eski bir otelde yetişir. Fassbinder, von Praunheim ve Schroeter’in yanında film, tiyatro ve opera yönetecek hale gelecektir. Bu zekice belgesel, bir çocuğun, ifade sanatını keşfettiğinde mucizevi şeylerin olabileceğini ispatlamaktadır. “Daniel Schmid – Düşünen Kedi” belgeseli 12:00 seansında Kızılırmak Sineması’nda.

Daniel Schmid retrospektifinde yer alan 1976 yapımı “Meleklerin Gölgesi”, Fassbinder’in Almanya’da anti-semitik olduğu gerekçesiyle şiddetli saldırılara maruz kalan oyunu Çöp, Şehir ve Ölüm’e dayanır. Fassbinder, Almanların geçmişten dolayı oyundan daha da suçlu olduklarında ısrarcı olur. Schmid tarafından oldukça stilize formda filme alındığından, oyuna karşı olan protestolar da bitmez. Alman sinemasının en önemli yönetmenlerinden Rainer Werner Fassbinder’in senaristleri arasında olduğu “Meleklerin Gölgesi” 14:30’da Kızılırmak Sineması’nda.

Festival bu yıl “Doğu İmgeleri” ana temasıyla kültürel boyuta vurgu yapmak için ‘Doğu’yu mercek altına alıyor ve Türkiye’de hemen hiç bilinmeyen ülke sinemalarından on filmlik bir seçki oluşturuyor. Başta orta ve yakın doğu olmak üzere programda bir çok ülke sinemasına yer veriyor. Ariana Delawari’nin yönettiği “Eve Geldik”, Afgan Amerikalı müzisyen Ariana Delawari aracılığıyla Afganistan’ı anlatır. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal ettiği yıl Los Angeles’ta doğan Ariana’nın evi mültecilerle, Afgan müziğiyle ve babasının Afganistan’a adanmışlığıyla doludur. 11 Eylül sonrası, yeniden inşasına yardım etmek için ebeveynleri Kabil’e taşınırlar. Ariana, babasının anavatanını fotoğraflar, film ve müzik aracılığıyla belgeleyerek, L.A. ve Kabil arasında on yıl geçirir. Film yönetmen Ariana Delawari’nin katılımıyla 17:00 seansında Kızılırmak Sineması’nda.

Bu bölümde yer alan bir diğer film “Che Guevara Lübnan’da Öldü”, Lübnan iç savaşı zemininde kültürlerarası bir aşk hikayesini anlatıyor. Filmin yönetmeni, kocasının Lübnan iç savaşı sırasındaki rolünü araştıracağı, adamın geçmişte nasıl biri olduğunu bulmaya çalışacağı bir yolculuğa çıkar. Ziad, çok genç yaşta Lübnan Komünist Partisi’nin askeri gücüne katılmış ve Lübnan iç savaşı esnasındaki en etkin komutanlardan biri olmuştur. Film yönetmen Christina Foerch Saab’ın katılımıyla 19:30 seansında Kızılırmak Sineması’nda.

İranlı yönetmen Farid Mirkhani’nin “Kumun Hassas Anı”, iki bölüm üzerine kurduğu hikayesiyle ölüm üzerine seyircisini düşündürüyor. İlk bölümde dedesiyle yaşayan Alma’nın hikayesi anlatılırken; ikinci bölümde bir mezar kazıcısının bakış açısı yansıtılıyor. Film yönetmen Farid Mirkhani’nin katılımıyla  21:30 seasında Kızılırmak Sineması’nda.

15 Mart’ta film gösterimlerinin yanı sıra bir de etkinlik gerçekleşecektir. “50. Yılında Çek Yeni Dalgası” söyleşisi. Festival programında önemli filmlerle yer alan, sinema tarihine yön veren akımlardan biri olan  “Çek Yeni Dalgası” üzerine sinema tarihçisi Gökhan Erkılıç kapsamlı bir sunum ve söyleşi gerçekleştirecektir. Katılımın ücretsiz olduğu etkinlik 15:30’da Goethe Institut’de gerçekleşecek.

Festivalin “Ulusal Uzun Yarışması”nda yarışacak olan  Emin Alper’in yönettiği yılın bol ödüllü filmi “Tepenin Ardı” ve Belmin Söylemez’in yönettiği “Şimdiki Zaman” 15 Mart’ta Kızılırmak Sineması’nda gösterilecek filmler arasında.

!f Ankara 2013 İzlenimleri – 4. Gün: Kuyruklu Yıldız, Joshua Ağacı 1951: Bir James Dean Portresi, Hayat Avcısı, Samsara, Bambaşka Bir Ülkede

Kuyruklu Yıldız (Halley):

Halley, Meksika’dan gelen, “sanat sineması” kalıplarında, ağır tempolu, melankolik bir zombi filmi deneyimi oldu. Film boyunca bir adamın yavaş yavaş ölmesinini, sonra yeniden hayata dönmesini izlediğimizi söyleyebiliriz. Filmi başından sonuna kadar dikkatle izledim, hikayenin beden ile kurduğu bağlantıyı da sevdim ama yıpratıcı bir deneyimdi. Doğruya doğru, kimi erdemlerini takdir etsem de ikinci kez izlemeye gücüm de isteğim de olmayan bir film oldu.

Joshua Ağacı 1951: Bir James Dean Portresi (Joshua Tree, 1951: A Portrait of James Dean):

Joshua Ağacı, James Dean’in ünlü olmadan önceki günleri üzerine alternatif bir biyografiydi. Film, James Dean eşcinsel olsaydı (veya eşcinselse) diyerek o günlerdeki oda arkadaşı ile ilişkilerine odaklanıyor. Filmin hikaye olarak çok doyurucu olduğu söylenemez ama siyah-beyaz görüntüleri ve eşcinsel estetiğini kullanışı başarılıydı. Benim için filmin en dikkat çekici yanı zaman zaman gördüğümüz oyunculuk dersleri oldu. Filmde altı çizildiği gibi oyuncuların diyalog ezberlemeden önce, bomboş bir sahnede tren beklediğine seyirciyi ikna etmeyi öğrenmeleri durumunda pek çok şeyi çözeceklerini düşünmek mümkün.

Hayat Avcısı (The Imposter):

Hayat Avcısı, hikayesi bir Hollywood filmine uyarlansa böyle saçma şey mi olur diyebileceğimiz bir belgesel. 13 yaşında Texas’lı bir çocuk kayboluyor, 3 yıl sonra İspnaya’da bulunuyor ama saç rengi ve göz rengi değişmiş. Ama aile bu bizim çocuğumuz diyerek onu kabul ediyor. Bulunan çocuk gerçekten kaybolan çocuk mu? Eğer öyleyse başından neler geçmiş, eğer değilse aile nasıl anlamıyor, neden onu kabul ediyor? Aslında film ilk sorunun cevabını hemen veriyor ama ikinci sorunun cevabı muhtelif. Bir belgesel olmasına rağmen adeta bir gerilim filmi gibi seyircinin ilgisini ayakta tutuyor. Ama belgesel filmin sınırlarını zorladığını da söylemeli. Bir defa fazlasıyla canlandırma kullanılmış,olaylar fazlasıyla dramatize edilmiş. Hatta filmin tümüyle mockumentary tarzında olduğu bile konuşuldu. Ama gördüğüm kadarıyla olay gerçekten gerçek. Ama filmin hikayesi gerçekle oynamak üzerine zaten. Bu yüzden anlatılanların gerçekliği hakkında yine de bir soru işareti oluyor kafalarda. Hayat Avcısı tek kopya olsa da gösterime de girecek, tavsiye edilir.

Samsara:

Baraka‘yı izleyenler Samsara‘da az çok neyle karşılaşacaklarını biliyorlardı ama bu filmden etkilenmeye engel değil. Ron Fricke yine dünyanın dört bir köşesinden büyük emeklerle ortaya çıkarılmış muhteşem görüntülerle karşımıza çıkıyor. Filmin 40-50 dakikası uçsuz bucaksız doğa manzaları ile adeta bir meditasyon havasında giderken kamera büyük şehre dönünce her şey değişiyor. Fricke sadece görüntü ve müziğin gücüyle modern yaşamın insanı robota dönüştürdüğünü çok güzel vurgulamış. Hayvanlara yaptığımız eziyetler, modern yaşamın gereksiz hızı, şiddet ve silah tutkusu vs. filmin diğer eleştirdiği noktalar. Fricke’nin bunlara çözümü genellikle ruhani açıdan. Özellikle doğu dinlerini öne çıkarıyor ama Hristiyanlık ve İslam’ı da es geçmiyor. İşin bu kısmına katılmak herkesin kendi görüşleri ile ilgili ama yaptığı eleştirileri görmezden gelmemek lazım. Bu arada müziğin bu kadar ön planda olduğu bir filmde kurgunun tümüyle sessiz yapılması, müziğin bunun üstüne yazılması ilginç bir nokta. Sonuç olarak Samsara alınacak Blu-Ray’ler listeme girmiştir (Baraka ilk aldıklarımdan biriydi).

Belirtmek istediğim son bir nokta var. Filmin başında büyük bir çabayla bir sanat eseri yaratan rahiplerin onu bir hamlede bozacaklarından adım kadar emindim. Tam o anda arkamda oturup “geri zekalı” demekten kendini alamayan arkadaş, 102 dk. filmi izlemişsin ama hiç bir şey anlamamışsın dostum…

Bambaşka Bir Ülkede (Da-reun na-ra-e-seo / In Another Country):

Aslında Samsara festival için güzel bir kapanış olurmuş ama !f Ankara’yı Bambaşka Bir Ülkede ile bitirdim. Hepsini Isabelle Huppert’in oynadığı üç Fransız kadınının (üçünün de adı Anne) Kore’de benzer durumlarla karşılaşmalarını anlatan film hoş bir yapım. Isabelle Huppert her zamanki gibi gayet iyi ama yönetmen Hong Sang-soo’nun tarzı ve mizah anlayışı bana çok uymuyor sanırım. Önceki filmlerini de ilginç bulmuştum ama çok da bayılmamıştım, bu da öyle oldu. Meraklısına diyelim.

!f Ankara 2013 İzlenimleri – 3. Gün: Öldürme Eylemi, Yossi, Berberian Ses Stüdyosu, İntihar Dükkanı, Kaybolan Dalgalar

Öldürme Eylemi (The Act of Killing):

Öldürme Eylemi festivalin en etkileyici ama aynı zamanda en rahatsız edici ve zor izlenen filmlerinden biriydi. Endonezya’da 1965 darbesi sonrasında komünist olarak gördükleri kişileri sorgusuz sualsiz öldüren katillerin yaptıkları rahatsız edici ama filmin asıl rahatsız edici olan kısmı bu katillerin yaptıklarını hiç rahatsızlık duymadan hatta tam tersi, keyifle anlatmaları. Film de çoğunlukla bu katillerin yaptıklarını anlatmaları ve yeniden canlandırmaları üzerine kurulu. Finale doğru bir pişmanlık unsuru var ama insan ne kadar samimi olduğunu ya da bu pişmanlığın ne kadar süreceğini merak ediyor. İşin çarpıcı yönlerinden birisi, bu katiller kendilerini önemli görse de hiyerarşide yukarı çıkıldığında onların da sıradan adamlar olmaları. Biraz yukarı çıkıldığında film boyunca takip ettiğimiz katilllerin onlarcası, belki de yüzlercesi arasından sadece bir kaçı olduğunu anlayabiliyoruz. Film Endonezya’da geçen olayları anlatıyor belki ama katiliyle, ona bilgi toplayan gazetecisiyle, politikacısıyla başka ülkelerle benzerlik kurmamak mümkün değil. O başka ülkelerin hangileri olabileceğini yoruma açık bırakalım…

Yossi:

10 yıl önceki Yossi ve Jagger nasıl bir filmdi bilmiyorum ama o filmin ana karakterlerinden birinin 10 yıl sonrasını anlatan Yossi‘nin çok fazla bir özelliği yok. Filmi kabaca üç bölüme ayırmak mümkün. Yossi’nin hastanedeki sıkıcı yaşamı ve doktor arkadaşları ile ilişkileri, Yossi’nin unutamadığı erkek arkadaşının ailesi ile yüzleşmesi ve oğullarını ile ilgili gerçeği açıklaması ve bir tatil beldesinde aşkı tekrar bulması. Doğrusu bir karakter draması için son derece yüzeysel karakterleri var. Neyseki başroldeki Ohad Knoller gayet başarılıydı. Genel olarak baş karakterleri eşcinsel olan bir tv draması tadında olduğunu söylemek mümkün.

Berberian Ses Stüdyosu (Berberian Sound Studio):

Festivallerde bir filme çok fazla ümit bağlamak yanlış olabiliyor. Berberian Ses Stüdyosu kesinlikle ilginç bir film ama bir başyapıt değil. Filmin yarattığı atmosfer, İtalyan giallo filmleri ile kurduğu bağlantı, ses tasarımı ve film/gerçek arasındaki gidiş gelişleri gayet iyi. Ancak özellikle filmin finaline doğru içine girilen gerçeküstü hadiseler fazla zorlama ve karışık geldi. Filmin belgesele bağladığı bir an var, orası şahaneydi yalnız. Belki de bir arkadaşın da dediği gibi orada bitmeliydi. Ama şunu kabul edelim yönetmen Peter Strickland atmosfer yaratmayı çok iyi biliyor. İzlemeye almak lazım kendisini. Bu arada !f’in bu seneki alt temasına ses tasarımı desek yanlış olmaz. Nobody Walks ve Komşu Sesler de farklı yanları ile bu konuyla ilgiliydi.

İntihar Dükkanı (Le Magasin des Suicides / The Suicide Shop):

Patrice Leconte’un filmlerinde (en azından bir kısmında) kara mizah duygusu hissedilir, İntihar Dükkanı tamamen bu duygu üzerinden giden bir film. Leconte’un 65 yaşında animasyon çekmesi, bir de 3 boyut olayına girişmesi hala farklı arayışlar içinde olduğunu gösteriyor. Takdir ediyoruz. Gayet de keyifle izlediğim bir film oldu ama hedef kitle açısından biraz kafası karışık gibi geldi. Filmin üçte biri depresyon içindeki Fransa’yı anlatıyor. Ekonomik kriz nedeniyle herkes arka arkaya intihar etmekte. Sadece insanlar değil, hayvanlar bile. Böyle bakınca her ne kadar karşımızdaki film müzikal bir animasyon olsa da fazla depresif ve çocuklara hiç uygun olmayan bir film. Ama finale doğru film epey iyimser bir hal alıyor, hem aileyi kutsuyor hem de ne olursa olsun hayat güzel diyor. Bu kısımda ise olaylar fazla yüzeysel bir hal alıyor ve gayet de çocuklara uygun olabilecek bir hale geliyor. Ama bu karışıklık dışında intihar malzemeleri satan dükkan ve onu işleten mutsuz aile fikri gayet güzeldi. Dolu bir salonda keyifle izledik. Bir eleştiri daha yapmadan geçemeyeceğim. 3D olayını gayet gereksiz buldum. Hatta ya kopyadan ya filmin kendisinden bilemiyorum, bazı yerlerde gözü de rahatsız etti epey.

Kaybolan Dalgalar (Aurora / Vanishing Waves):

Bilim-kurgu filmlerinin çoğunun birbirine benzediği günümüzde Kaybolan Dalgalar farklı bir nefes getiriyor. Film bir makinenin iki ucundaki insanların hikayesi. Biri komadaki bir hasta, diğeri de onun beynine girecek olan bir denek. Olay tıbbi bir deney niteliğinde aslında. İlk başta da iki tarafın ilişkisi tamamem bir takım anlamsız görüntüler ve seslerden ibaret. Fakat giderek iki tarafın sadece beyinlerinde cinsellik temelinde bir ilişki gelişmeye başladıkça adam, komadaki kadına tutku ile bağlanıyor. Film sırasında acaba sadece adamın fantazilerini mi izliyoruz diye merak ediyoruz ama ilerledikçe olayın neredeyse bunun tam tersi olduğunu görüyoruz. Aslında yönetmen Kristina Buozyte’nin kadın olduğunu düşününce hikayenin de daha fazla kadından yana kayması şaşırtıcı değil. Yönetmen dışında filmde “creative director” olarak tanımlanan biri (Bruno Samper) daha var ki görsel efektlerden de o sorumlu. Belli ki onun da film katkısı büyük. Yönetmenle birlikte senaryo ortaklarından da biri zaten. Filmin konusu dışında hatta daha da ötesinde, yarattığı atmosfer, görsel yapı ve mekan tasarımı da çok başarılı. Farklı bilim-kurgu filmlerinden hoşlananlara tavsiye edilir ama cinseliik seviyesinin biraz yüksek olduğunu da söylemeli.

24. Ankara Film Festivali’nin Açılışı Akün Sahnesi’nde

Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından, Halkbank’ın ana sponsorluğunda ve T.C. Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle düzenlenen 24. Ankara Uluslararası Film Festivali görkemli bir açılış töreniyle Ankaralı sinemaseverlere merhaba diyecek.

24. Ankara Uluslararası Film Festivali, 14 Mart Perşembe akşamı kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Ankara’nın en köklü tiyatro sahnelerinden AKÜN Sahnesi’nde düzenlenecek açılış töreniyle başlayacak. Açılış törenini birçok sinema ve dizi filmlerinden tanıdığımız başarılı oyuncu Devin Özgür ÇINAR ve Türkiye’nin en çok izlenen kültür sanat programlarından Gece Gündüz’ün sunucusu yazar Yekta KOPAN sunacak. Yaşayan en iyi doğaçlama yeteneğine sahip kadın caz sanatçılarından biri olarak bilinen Yıldız İBRAHİMOVA geceye şarkılarıyla eşlik edecek.

Gecede ayrıca Dünya Kitle İletişimi Vakfı adına gelenekselleşen “Özel Ödüller” takdim edilecek. Üç ayrı başlıkta takdim edilecek ödüllerden; “Aziz Nesin Emek Ödülü” ünlü karikatürist Tonguç YAŞAR’a, “Kitle İletişim Ödülü” Stüdyo FM radyo programı adına Şebnem SAVAŞÇI ve Yavuz Aydar’a ve “Sanat Çınarı” ödülü ünlü ressam Nevzat AKORAL’a verilecek.

Geceye seçkin konukların yanı sıra Orhan Alkaya, Uğur Polat ve Beste Bereket gibi pek çok ünlü sima katılacak.

Ankara Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:

facebook.com/AUFFestivali  / twitter.com/AnkaraFF


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 309.356 hits
Mart 2013
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.