Öldürme Eylemi (The Act of Killing):
Öldürme Eylemi festivalin en etkileyici ama aynı zamanda en rahatsız edici ve zor izlenen filmlerinden biriydi. Endonezya’da 1965 darbesi sonrasında komünist olarak gördükleri kişileri sorgusuz sualsiz öldüren katillerin yaptıkları rahatsız edici ama filmin asıl rahatsız edici olan kısmı bu katillerin yaptıklarını hiç rahatsızlık duymadan hatta tam tersi, keyifle anlatmaları. Film de çoğunlukla bu katillerin yaptıklarını anlatmaları ve yeniden canlandırmaları üzerine kurulu. Finale doğru bir pişmanlık unsuru var ama insan ne kadar samimi olduğunu ya da bu pişmanlığın ne kadar süreceğini merak ediyor. İşin çarpıcı yönlerinden birisi, bu katiller kendilerini önemli görse de hiyerarşide yukarı çıkıldığında onların da sıradan adamlar olmaları. Biraz yukarı çıkıldığında film boyunca takip ettiğimiz katilllerin onlarcası, belki de yüzlercesi arasından sadece bir kaçı olduğunu anlayabiliyoruz. Film Endonezya’da geçen olayları anlatıyor belki ama katiliyle, ona bilgi toplayan gazetecisiyle, politikacısıyla başka ülkelerle benzerlik kurmamak mümkün değil. O başka ülkelerin hangileri olabileceğini yoruma açık bırakalım…
Yossi:
10 yıl önceki Yossi ve Jagger nasıl bir filmdi bilmiyorum ama o filmin ana karakterlerinden birinin 10 yıl sonrasını anlatan Yossi‘nin çok fazla bir özelliği yok. Filmi kabaca üç bölüme ayırmak mümkün. Yossi’nin hastanedeki sıkıcı yaşamı ve doktor arkadaşları ile ilişkileri, Yossi’nin unutamadığı erkek arkadaşının ailesi ile yüzleşmesi ve oğullarını ile ilgili gerçeği açıklaması ve bir tatil beldesinde aşkı tekrar bulması. Doğrusu bir karakter draması için son derece yüzeysel karakterleri var. Neyseki başroldeki Ohad Knoller gayet başarılıydı. Genel olarak baş karakterleri eşcinsel olan bir tv draması tadında olduğunu söylemek mümkün.
Berberian Ses Stüdyosu (Berberian Sound Studio):
Festivallerde bir filme çok fazla ümit bağlamak yanlış olabiliyor. Berberian Ses Stüdyosu kesinlikle ilginç bir film ama bir başyapıt değil. Filmin yarattığı atmosfer, İtalyan giallo filmleri ile kurduğu bağlantı, ses tasarımı ve film/gerçek arasındaki gidiş gelişleri gayet iyi. Ancak özellikle filmin finaline doğru içine girilen gerçeküstü hadiseler fazla zorlama ve karışık geldi. Filmin belgesele bağladığı bir an var, orası şahaneydi yalnız. Belki de bir arkadaşın da dediği gibi orada bitmeliydi. Ama şunu kabul edelim yönetmen Peter Strickland atmosfer yaratmayı çok iyi biliyor. İzlemeye almak lazım kendisini. Bu arada !f’in bu seneki alt temasına ses tasarımı desek yanlış olmaz. Nobody Walks ve Komşu Sesler de farklı yanları ile bu konuyla ilgiliydi.
İntihar Dükkanı (Le Magasin des Suicides / The Suicide Shop):
Patrice Leconte’un filmlerinde (en azından bir kısmında) kara mizah duygusu hissedilir, İntihar Dükkanı tamamen bu duygu üzerinden giden bir film. Leconte’un 65 yaşında animasyon çekmesi, bir de 3 boyut olayına girişmesi hala farklı arayışlar içinde olduğunu gösteriyor. Takdir ediyoruz. Gayet de keyifle izlediğim bir film oldu ama hedef kitle açısından biraz kafası karışık gibi geldi. Filmin üçte biri depresyon içindeki Fransa’yı anlatıyor. Ekonomik kriz nedeniyle herkes arka arkaya intihar etmekte. Sadece insanlar değil, hayvanlar bile. Böyle bakınca her ne kadar karşımızdaki film müzikal bir animasyon olsa da fazla depresif ve çocuklara hiç uygun olmayan bir film. Ama finale doğru film epey iyimser bir hal alıyor, hem aileyi kutsuyor hem de ne olursa olsun hayat güzel diyor. Bu kısımda ise olaylar fazla yüzeysel bir hal alıyor ve gayet de çocuklara uygun olabilecek bir hale geliyor. Ama bu karışıklık dışında intihar malzemeleri satan dükkan ve onu işleten mutsuz aile fikri gayet güzeldi. Dolu bir salonda keyifle izledik. Bir eleştiri daha yapmadan geçemeyeceğim. 3D olayını gayet gereksiz buldum. Hatta ya kopyadan ya filmin kendisinden bilemiyorum, bazı yerlerde gözü de rahatsız etti epey.
Kaybolan Dalgalar (Aurora / Vanishing Waves):
Bilim-kurgu filmlerinin çoğunun birbirine benzediği günümüzde Kaybolan Dalgalar farklı bir nefes getiriyor. Film bir makinenin iki ucundaki insanların hikayesi. Biri komadaki bir hasta, diğeri de onun beynine girecek olan bir denek. Olay tıbbi bir deney niteliğinde aslında. İlk başta da iki tarafın ilişkisi tamamem bir takım anlamsız görüntüler ve seslerden ibaret. Fakat giderek iki tarafın sadece beyinlerinde cinsellik temelinde bir ilişki gelişmeye başladıkça adam, komadaki kadına tutku ile bağlanıyor. Film sırasında acaba sadece adamın fantazilerini mi izliyoruz diye merak ediyoruz ama ilerledikçe olayın neredeyse bunun tam tersi olduğunu görüyoruz. Aslında yönetmen Kristina Buozyte’nin kadın olduğunu düşününce hikayenin de daha fazla kadından yana kayması şaşırtıcı değil. Yönetmen dışında filmde “creative director” olarak tanımlanan biri (Bruno Samper) daha var ki görsel efektlerden de o sorumlu. Belli ki onun da film katkısı büyük. Yönetmenle birlikte senaryo ortaklarından da biri zaten. Filmin konusu dışında hatta daha da ötesinde, yarattığı atmosfer, görsel yapı ve mekan tasarımı da çok başarılı. Farklı bilim-kurgu filmlerinden hoşlananlara tavsiye edilir ama cinseliik seviyesinin biraz yüksek olduğunu da söylemeli.
0 Yanıt to “!f Ankara 2013 İzlenimleri – 3. Gün: Öldürme Eylemi, Yossi, Berberian Ses Stüdyosu, İntihar Dükkanı, Kaybolan Dalgalar”