Mart 2013 için arşiv



24. Ankara Film Festivali Başlıyor

Dünya Kitle İletişim Araştırma Vakfı tarafından, Halkbank’ın ana sponsorluğunda 14-24 Mart 2013 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan 24. Ankara Uluslararası Film Festivali bu yıl da heyecan verici bir programla sinemaseverlerin karşısına çıkıyor.

Festival bu yıl kültürel boyuta vurgu yapmak için ‘Doğu’yu mercek altına alıyor ve Türkiye’de hemen hiç bilinmeyen ülke sinemalarından on filmlik bir seçki oluşturuyor. Arap Baharı’ndan ‘Oryantalist Bakış’a, göç olgusundan toplumsal sorunlara uzanan bu kapsamlı seçki, doğunun beyaz perdedeki yansımasını görünür kılıyor. Farid Mirkhani’nin “The Tender Moment of Sand”, Shamil Aliyev’in “Çölçü”, Saman Moghaddam’ın “Ye Asheghane-ye Sadeh”, Ebrahim Forouzesh’in “Hotchpotch”, Christina Saab’ın “Che Guevara Died in Lebonan”, Nhue Giang Pham’ın “Tam Hon Me” ve Lala Akhundova’nın “Işık Şehri” bölümde yer alan filmler arasında.

Sinema Avrupa – Daniel Schmidt Retrospektifi: 

Sinema Avrupa bölümü İsviçre sinemasına damgasını vurmuş isimlerden biri olan Daniel Schmid retrospektifine ve hümanist karakteriyle kalpleri kazanan ve bu yıl 50. yaşını kutlayan Çek Yeni Dalgası akımının ender bulunur filmlerine yer veriyor.

Ölümünün 50. Yılında Nazım:

Bu bölümde Mehmet Eryılmaz’ın “Nazım Hikmet Şarkıları” adlı belgeseli gösterilecek.

Paneller: Festivalde bu yıl iki önemli panel yer alacak bunlardan biri festivalin ana temasının tartışılacağı “Doğu İmgeleri” diğeri ise  “Sinema-Tarih” paneli.

Özel Ödüller: Festivalin bu yıl ki özel ödülleri üç ayrı başlıkla dağıtılacak. Aziz Nesin Emek Ödülü ünlü karikatürist Tonguç Yaşar’a, Kitle İletişim Ödülü “Stüdyo Fm” adlı radyo programına ve Sanat Çınarı ödülü ise ressam Nevzat Akoral’a verilecek.

Jüriler:

Ulusal Uzun Metraj jürisi Tomris Giritlioğlu, Şenay Gürler , Ercan Kesal, Cemil Kavukçu ve Ezel Akay’dan oluşuyor. Ulusal Belgesel Film Yarışması’nın jürisinde ise Coşkun Aral, Bingöl Elmas, Mehmet Eryılmaz , Berrin Karakaş ve Serdar Öztürk yer alıyor. Ulusal Kısa Film Yarışması’nın jürisinde Hakan Bıçakçı, Mahmut Fazıl Coşkun, Yiğit Özşener, Elif Tasçıoğlu ve Özgür Yaren var. Ayrıca bu yıl festivalde tüm filmleri Akademia Jürisi yer alacak. Jüri şu isimlerden oluşuyor: Agnieszka Ayşen Kaim, Tanıl Bora ve Sevilay Çelenk.

Ulusal Uzun Metraj Yarışması:

Festivalin Ulusal Uzun Metraj kategorisinde yarışacak bu yılki filmler şöyle: Aziz Ayşe, Babamın Sesi, Tepenin Ardı, Güzelliğin On Par’ Etmez, Yük,Rüzgarlar, Evdeki Yabancılar ve Şimdiki Zaman.

Ulusal Belgesel Film Yarışması: Ön eleme sonunda belgesel dalında yarışacak adaylar şöyle: Beklemek, Bir Düş-tü Sulukule, Devasa Yapboz: Oinoandalı Diogenes’in Epikurosçu Yazıtı, Dom, Dünyayı Kurtarmaya Çalışanlar, Faîlî Dewlet , Gündöndü, Yaşam Marangozu ve Yuva.

Ön eleme sonunda kısa film dalında yarışacak adaylar, kategorilere göre şu şekilde belirlendi:

Kurmaca Kısa Filmler: Birlikte, Fırtınanın Sarhoşları, İstirahat Odası, Kök, Mavi Kalpli Kadın “Ağıt”, Mod, ON, Saat Adam, Sus, Veda Makamı

Deneysel Kısa Filmler: Aralık, Çözüm, (kafes), Net 17950, Origin The USA, Sisyphos, Vaha.

Festivalin öne çıkan diğer bölümlerini Söz Yok Sinema Var bölümünün öne çıktığı “Dünya’dan Kısa Kısa” ve içinde Resim’den Sinema’ya bölümünün de yer aldığı “Dünya’dan Belgeseller” oluşturuyor.

Festivalin bul yılki bilet fiyatları şöyle;

Öğrenci: 8TL

Tam: 11 TL

Beyaz Geceler: 16TL

ALMAN KÜLTÜR MERKEZİ VE ÇAĞDAŞ SANATLAR MERKEZİNDEKİ GÖSTERİMLER ÜCRETSİZDİR

BİLETLER KIZILIRMAK SİNEMASI’NDAN ALINABİLİR.

Ayrıntılı programa festivalin sitesinden ulaşılabilir.

http://www.filmfestankara.org.tr/

Ankara Film Festivali’ni sosyal medyada takip etmek için:

facebook.com/AUFFestivali

twitter.com/AnkaraFF

Tayfa Film Günleri’nde “Doğa ve Hes’ler”

TAYFA Film Günleri Mart ayında yok edilen doğa ve HES konulu filmlerle devam ediyor. Bu filmlerde Hidroelektrik Santraller (HES) ve tüm neoliberal kuşatmalarla yok edilen ormanlar, kurutulan dereler ve bunun sonucunda değişen yaşam alanları perdeye yansıyor. Hayvanı, bitkisi ve insanıyla bütün yaşam biçimleri yok oluşa sürüklenirken; insanların HES’lere (ve diğer yıkımlara) karşı verdikleri mücadeleler de sürüyor.

Film programı çerçevesinde son birkaç yıl içerisinde yapılan filmler gösterilerek; süreci görünür kılmak, tartışmak ve süren mücadeleler üzerine bir tartışma ortamı sağlanacaktır.

Her Pazartesi 19:00’da başlayacak film gösterimlerinin ardından filmlerin yönetmenleriyle de söyleşiler gerçekleşecektir. Tüm gösterimler ücretsizdir.

4 Mart Pzt. 19:00 – İşte Böyle (Yönetmen Osman Şişman’ın katılımıyla)
11 Mart Pzt. 19:00 – Sudaki Suretler (Yönetmen Erkal Tülek’in katılımıyla)
25 Mart Pzt. 19:00 – Yurt (Yönetmen Muzaffer Özdemir’in katılımıyla)

Mart Program Ayrıntıları;

4 Mart Pazartesi 19:00

İŞTE BÖYLE
Yönetmen: Özlem Sarıyıldız, Osman Şişman
2012, 46 dk.
Filmin ardından yönetmen Osman Şişman’la söyleşi…

“HES musibeti Erzurum Bağbaşı’nı da vurdu. Senelerdir süren hukuki ve fiziki mücadele, müteahhit firmanın baskısıyla yöre halkının aleyhinde seyrediyor. Köylülere verilen akla ziyan cezalardan biri, şubat ayında duruşması görülen 17 yaşındaki Leyla Yalçınkaya’nın tüm köyle konuşmaktan men edilmesi. İlk kez devlet şiddetine maruz kalan köylüler susuzluğa ve suskunluğa mahkûm edilse de gündelik hayat devam ediyor elbet.”

11 Mart Pazartesi 19:00

SUDAKİ SURETLER
Yönetmen: Erkal Tülek
2011, 74 dk.
Filmin ardından yönetmen Erkal Tülek’le söyleşi…

“Bu belgesel, film ekibinin 12 bin km yol yapıp, nerede bir HES inşaatı ve direnen varsa oraya ulaştığı bir belgesel olma özelliği taşıyor. Artvin’den Muğla’ya, Kastamonu’dan Dersim’e dört bir yanda su başlarına taarruz almış yürümüş. Saldırı da, direniş de enikonu sert, belli ki daha da sertleşecek. Müphem bir sestir HES; karşısındaki ise inadına kararlı ve apaçık ortada. Memlekette keşfedilmemiş nice adsız canlılar var; onlarla konuşan, gezen, dinleyen ve taş atan bir belgesel olmaktı hedef.”

25 Mart Pazartesi

YURT
Yönetmen: Muzaffer Özdemir
2011, 77 dk.
Filmin ardından yönetmen Muzaffer Özdemir’le söyleşi…

“Karamsar ve nevrotik mizaçlı bir mimar olan Doğan İstanbul yakınlarında arkadaşlarıyla kamp yaparken hastalanır. Danıştığı doktoru kendisine seyahat önerir. Sıla özlemiyle çocukluğunun geçtiği fakat uzun yıllardır göremediği memleketine tatile gider. Modern tekno-liberal zihniyet her yeri eşbiçimli hale dönüştürmüş, yeryüzüne yaptığı düşmanlıklar en ücra köşelere kadar sızmıştır. Doğan, zamanın bitip tükenmek bilmediği, dış dünyayı yalnızca kişiliğinin bir uzantısı gibi gördüğü sükûnet halindeki yurdunu boşuna arayacaktır.”

TÜM GÖSTERİMLER ÜCRETSİZDİR.

Adres;
Tayfa Kitapkafe

Selanik Cad. 82 / 32 (Selanik ile Kızılırmak sokaklarının kesişiminde)

!f Ankara 2013 İzlenimleri – 2. Gün: Anlattığımız Hikayeler, Occupy Love, Jason Becker: Henüz Ölmedi, Nobody Walks, Umut Diyarı

Anlattığımız Hikayeler (Stories We Tell):

Sarah Polley’i oyuncu olarak severdik zaten ama yönetmen olarak giderek daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Anlattığımız Hikayeler bir yanıyla çok kişisel bir hikaye aslında. Polley ailesinin hikayesi. Adeta Sarah için de bir terapi. O bir yandan da meydan okuyor belki de. Tabloid basın arkamdan atıp tutacağına kendi hikayemi aileme anlattırırım, onların da elinde bir şey kalmaz diyor belki de.

Peki biz seyirci olarak Kanadalı bir ailenin aslında kendilerinden başka kimseyi de ilgilendirmeyen bu hikayesini neden izleyelim? Bir defa çok dramatik bir öykü var karşımızda ama asıl önemlisi nasıl anlatıldığı. Klasik bir belgeselde söyleşi yapılan kişilerin birbirini destekleyen sözleri kullanılır, burada pek çok yerde birbirinin zıddı ifadeler var. Çünkü hafıza insanı yanıltıyor ve algı da kişiden kişiye çok değişiyor. Özellikle yıllar öncesinde kalmış bir olay anlatılırken kaçınılmaz olarak herkes işin içine kendi bakış açısnı katabiliyor. Bunlar da her zaman birbiri ile uyumlu olmuyor. Film de bunun üzerinde dönüyor zaten. Ayrıca yönetmen de filmin hikayesinin parçası olunca film kendi kamera arkasına da dönüyor. Zaten filmin yapımına karar verilmesi de filmin hikayesinin bir parçası. Geçmişten gelen aile videoları ile Polley filme bir katman daha katıyor. Aslında film içinde çok ufak bir kaç yerde açık ediyor bu videolarla ilgili durumu ama bu görüntülerle bir belgeselde gördüğünüz her şeyin gerçek olduğunu mu sanıyorsunuz? Bir daha düşünün diyor adeta. Bu arada bu filmi izledikten sonra Polley’nin yönetmen ve senaryo yazarı olduğu önceki filmi Take This Waltz daha bir anlam kazandı.

Occupy Love:

Occupy Love,son yıllarda dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen kitle eylemlerini belgeliyor ve bunları büyük bir sevgi eylemi olarak görüyor. Film hikayesini Arap Baharı’ndan başlatarak dünyanın farklı yerlerine götürüyor ve Wall Street’deki eylemlere kadar taşıyor. Aslında filmin yönetmeni de bu eylemlerin bir parçası oluyor. Bu anlamda filmin de bu eylemlerin bir parçası olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Filmin temel meselesine katılmamak mümkün değil dünyanın farklı yerlerinde en azından bir grup kişi tarafından hissedilen bir değişim ihtiyacı mutlama var ama dünyanın farklı yerlerindeki hareketleri birbirine bağlamak biraz fazla geldi. Bir de filmi eylemlerin ulaşacağı sonuç konusunda fazlaca umutlu buldum. Ne yazık ki ben o kadar umutlu değilim. Açıkçası aktivist yanının önemi dışında sinema olarak da çok öne çıkan bir noktasını bulamadım filmin.

Jason Becker: Henüz Ölmedi (Jason Becker: Not Dead Yet):

Jason Becker: Henüz Ölmedi belgeseli, çok ünlü bir gitarist olma yolundayken ALS hastalığına yakalanan Jason Becker’ı anlatıyor. Belgesel klasik bir yapıda kurulmuş. Tümüyle arşiv görüntüleri ve Becker’in ailesi ve arkadaşları ile yapılan söyleşilerden oluşan filmin ilk yarısı Becker’ın çocukluğundan beri gitara ilgi duymasını ve genç yaştaki başarılarını anlatıyor. İkinci yarısı ise Becker’ın hastalığını ve hayata tutunma çabasını konu almış. Belki belgesel olarak çok büyük bir özelliği yok ama hikaye gerçekten çok etkileyici ve insanın içine dokunuyor. Şunu da belirtmek lazım. Hafta başında Ersan Ocak’tan duyduğum bir tabirle, filmde belgesel pornosu sıkça kullanılıyor. Aklınıza yanlış bir şeyler gelmesin. Konuşan kişinin sesinin titremesi, gözlerinin dolmasını belgesel pornosu olarak adlandırıyoruz.

Nobody Walks:

Nobody Walks esasen gayet bildik bir hikaye anlatıyor. Çekirdek ailenin içine dışardan biri girer ve aile içindeki ilişkileri sarsar. Bu ana hikaye sıradan bir Hollywood yönetmeninin elinde basit bir gerilime de dönüşebilir, Pasolini gibi bir yönetmenin elinde sağlam bir eleştiriye de. Nobody Walks ise insan ilişkilerini didikleyen mütevazı bir Amerikan bağımsızı olmuş. Dışarıdan gelen etki olan Martine’in karakterinin bir femmefatale olarak çizilmemesi iyi olmuş, hatta tam tersi aslında kendi halinde bir tip. Aslında filmdeki farklı yaş kuşaklarından tüm kadınlar çok da bir şey yapmadan erkeklerin ilgisine bazen de ötesine maruz kalan karakterler olarak çizilmiş. Nobody Walks kaçırırsanız çok şey kaybetmeyeceğiniz ama izleseniz de pişman olmayacağınız bir film olmuş bu yapısı ile. Bu arada Treme‘de de gayet başarılı bulduğum genç oyuncu India Ennenga’nın adını bir yerlere not ediniz. Adımlarını doğru atarsa gelecekte adını sıkça duyabiliriz .

Umut Diyarı (Kibô no Kuni / The Land of Hope):

Japonya’da deprem sonrası yaşanan nükleer felaketi bir aile üzerinden anlatan Umut Diyarı yönetmen Shion Sono’nun yakın zamanda izlediğimiz diğer filmlerine pek benzemiyor. Yönetmeni çoğunlukla abartılı şiddet sahnelerinin olduğu filmlerle tanıyoruz ama burada olayın kendi acısını öne çıkarmış. Hatta filmdeki bir kaç şiddet sahnesini de kadraj dışında tutmayı tercih etmiş. Ama uzun film çekme alışkanlığından vazgeçememiş. Bu şekilde bir kaç ayrıntı dışında gayet gerçekçi bir dram çıkmış ortaya. Ama diğer filmleri kadar ilgi çekici olmuş mu? Bence hayır. Hatta tam tersi bana zaman zaman sıkıcı geldiğinş de itiraf etmeliyim. Bu gerçek dramın içine gerçeküstü şiddet sahneleri koysun demiyorum elbette ama Sono bu hikayeyi anlatmak için doğru yönetmen değil sanki.

!f Ankara 2013 İzlenimleri – 1. Gün: Komşu Sesler, Meydana Dönüş, Ben Kuçuyum, Frances Ha, Gökteki Tüm Işıklar

Komşu Sesler (O Som ao Redor / Neighbouring Sounds):

Komşu Sesler epey iyi eleştiriler almış, hatta !f İstanbul’da Keş!f bölümünün de en iyisi seçilmiş bir filmdi ama ben umduğumu bulamadım. Bir mahalledeki birbiriyle neredeyse ilgisi olmayan insanları anlatan filmin en güçlü yanı ismindeki “ses” meselesini vurgulayan ses tasarımı. Tüm film boyunca mahallenin farklı yerlerinden gelen sesler gerçekten başarılı bir şekilde kullanılmış. Kamera kullanımı, atmosfer yaratımı ve rüya sahneleri de başarılıydı ama film bir bütün olarak derli toplu bir noktaya ulaşmadı benim için. Belki de hikayelerin çok bölük pörçük kalmasından. 131 dakika yerine daha toparlanmış 90 dakikalık bir film daha iyi olurdu sanki.

Meydana Dönüş (Back to the Square):

Son yıllarda farklı festivallerde Arap Baharı ile ilgili epey belgesel izledik. Genellikle olaylar çok tazeyken çekildiği için kapsamlı bir bakış olamıyorlardı. Biraz daha zaman geçmişken çekilen Meydana Dönüş‘ten daha ümitliydim ama o da pek tatmin etmedi. Bu kez devrimden sonra herşeyin daha da kötüye gittiğine dair bir bakış var. Haklı da olabilirler ama bu kez de çok tek taraflı bir bakış gibi geldi. Açıkçası anlatılan 5 hikaye de pek ilgimi çekmedi. Tamam itiraf ediyorum, biraz uyuklamış da olabilirim.

Yalnız filmin başındaki adı Facebook olan bebekle ilgili bölüm iyiydi. Kimi yorumcular bölgedeki diğer unsurları dikkate almadan Arap Baharı’nın tümüyle sosyal medyanın eseri olduğuna dair yorumlar yapıyorlar. Elbette özellikle işin örgütlenme kısmında etkisi önemli ama olayın sadece sosyal medyaya bağlamak eksik olur. Bu bölüm sosyal medyanın Arap Baharı’ndaki rolünü fazlaca abartanlara güzel bir cevap olmuş.

Ben Kuçuyum (Call Me Kuchu):

Ben Kuçuyum, başta David Kato olmak üzere Uganda’daki gey aktivistleri  anlatan iyi bir belgesel. Kendilerine bir yaşam alanı oluşturan eşcinsellerin hikayesi işin bir boyutu ama filmin temel derdi o günlerde Uganda’da hazırlanan yasa tasarısı. Eşcinsellik Ugada’da zaten yasadışı ama yeni yasa onlara ölüm cezası verilmesini öngörüyor. Hatta eşcinsel birini tanıyıp ihbar etmeyenlerin 3 yıl hapisle cezalandırılmasını öngörüyor, bu o eşcinsel kişinin annesi-babası olsa bile. Filmin bu yasa tasarısına karşı olanlar kadar olumlu bulanların da görüşlerini göstermesi bütünlüklü bir bakış oluşturmuş. Ülkedeki eşcinselleri ifşa eden, onların asılması gerektiğini söyleyen bir gazetenin editörü ile de söyleşi yapılmış. Adamın düşünceleri, tavırları inanılmaz. Hem insanı sinir ediyor, hem de kanını donduruyor. Bir açık açık “asın ib.elerin hepsini” demediği kalıyor. Belgesel aslında mutlu sonla bitecekken kader üzücü ve etkileyici bir son hazırlamış. Kato öldürülüyor ama umut ve mücadele devam ediyor. Etkileyici bir belgesel.

Frances Ha:

İki orta karar, bir iyi ama üzücü filmden sonra Frances Ha tam bir nefes alma şansı oldu. Hem iyi bir film, hem de keyifli. Frances, New York’da bir arkadaşı ile yaşayan ve dansçı olmaya çalışan 27 yaşında bir kadın. Film onun taşındığı evler bazında bölümlere ayrılmış durumda. Film boyunca onun hayatını inişli çıkışlı evreleri ile izliyoruz. Frances’i oynayan Gerwig, senaryoda da yönetmen Baumbach’a katkıda bulunmuş. Onun filmde gözükmediği tek bir sahne yoktu sanırım. Zaten tüm film Gerwig’in performası üzerine kurulmuş ve o da bunun altından çok iyi kalkmış. Frances’i başka biri oynasa itici bile olabilirdi ama Gerwig onu seyircinin kalbini çalan bir karakter halina getirmiş. Ayrıca pek güzel siyah-beyaz görüntüleri olan film Frances’in hayatının inişte olduğu zamanda bile onun da kişiliğinden hareketle filmi umutsuz bir noktaya taşımıyor. Bu arada Frances Ha nasıl bir isim derseniz, Behzat Ç nasıl bir isimse öyle bir isim diyebilirim. Hoş burada dikkatiniz dağılmazsa Frances’in tüm soyadını yakalamanız mümkün.

Gökteki Tüm Işıklar (All the Light in the Sky):

Gökteki Tüm Işıklar, Frances Ha gibi yine odağına sanatla uğraşan bir kadını alan bir film. Üstelik senaryoda yine başroldeki oyunucunun yönetmene katkı verdiğini görüyoruz. Bir önceki filmde 27 yaşında bile kendisine yaşlı denilen Frances’i izlediğimize göre bu filmde 45 yaşındaki Marie için ne demeli? Üstelik Hollywood’da belli bir yaşa gelmiş kadın oyuncuların hali daha kötü. Marie de artık aday olduğu rolleri genç oyunculara kaptırıyor. Aslında yaş almanın avantajlı denebilecek tarafları da var onun için. Erkeklerle ilişkisi güzelliğini vurgulamaktan çok ben buyum işte, işine gelirse haline gelmiş. Çok iddialı bir film değil belki ama çok doğal. Adeta Marie, yeğeni ve arkadaşlarının hayatına bir bakış atıp çıkıyoruz. Jane Adams’ın senaryoda da parmağı olduğuna ve bir oyuncuyu canlandırdığına göre otobiyografik öğeler olduğunu da tahmin edebiliriz. Karşısında Laurence Anyways olunca boş salona oynadı ama samimi bir film izlemek için tercih edilebilecek, pişman da etmeyecek bir film.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 318.576 hits
Mart 2013
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.