Komşu Sesler (O Som ao Redor / Neighbouring Sounds):
Komşu Sesler epey iyi eleştiriler almış, hatta !f İstanbul’da Keş!f bölümünün de en iyisi seçilmiş bir filmdi ama ben umduğumu bulamadım. Bir mahalledeki birbiriyle neredeyse ilgisi olmayan insanları anlatan filmin en güçlü yanı ismindeki “ses” meselesini vurgulayan ses tasarımı. Tüm film boyunca mahallenin farklı yerlerinden gelen sesler gerçekten başarılı bir şekilde kullanılmış. Kamera kullanımı, atmosfer yaratımı ve rüya sahneleri de başarılıydı ama film bir bütün olarak derli toplu bir noktaya ulaşmadı benim için. Belki de hikayelerin çok bölük pörçük kalmasından. 131 dakika yerine daha toparlanmış 90 dakikalık bir film daha iyi olurdu sanki.
Meydana Dönüş (Back to the Square):
Son yıllarda farklı festivallerde Arap Baharı ile ilgili epey belgesel izledik. Genellikle olaylar çok tazeyken çekildiği için kapsamlı bir bakış olamıyorlardı. Biraz daha zaman geçmişken çekilen Meydana Dönüş‘ten daha ümitliydim ama o da pek tatmin etmedi. Bu kez devrimden sonra herşeyin daha da kötüye gittiğine dair bir bakış var. Haklı da olabilirler ama bu kez de çok tek taraflı bir bakış gibi geldi. Açıkçası anlatılan 5 hikaye de pek ilgimi çekmedi. Tamam itiraf ediyorum, biraz uyuklamış da olabilirim.
Yalnız filmin başındaki adı Facebook olan bebekle ilgili bölüm iyiydi. Kimi yorumcular bölgedeki diğer unsurları dikkate almadan Arap Baharı’nın tümüyle sosyal medyanın eseri olduğuna dair yorumlar yapıyorlar. Elbette özellikle işin örgütlenme kısmında etkisi önemli ama olayın sadece sosyal medyaya bağlamak eksik olur. Bu bölüm sosyal medyanın Arap Baharı’ndaki rolünü fazlaca abartanlara güzel bir cevap olmuş.
Ben Kuçuyum (Call Me Kuchu):
Ben Kuçuyum, başta David Kato olmak üzere Uganda’daki gey aktivistleri anlatan iyi bir belgesel. Kendilerine bir yaşam alanı oluşturan eşcinsellerin hikayesi işin bir boyutu ama filmin temel derdi o günlerde Uganda’da hazırlanan yasa tasarısı. Eşcinsellik Ugada’da zaten yasadışı ama yeni yasa onlara ölüm cezası verilmesini öngörüyor. Hatta eşcinsel birini tanıyıp ihbar etmeyenlerin 3 yıl hapisle cezalandırılmasını öngörüyor, bu o eşcinsel kişinin annesi-babası olsa bile. Filmin bu yasa tasarısına karşı olanlar kadar olumlu bulanların da görüşlerini göstermesi bütünlüklü bir bakış oluşturmuş. Ülkedeki eşcinselleri ifşa eden, onların asılması gerektiğini söyleyen bir gazetenin editörü ile de söyleşi yapılmış. Adamın düşünceleri, tavırları inanılmaz. Hem insanı sinir ediyor, hem de kanını donduruyor. Bir açık açık “asın ib.elerin hepsini” demediği kalıyor. Belgesel aslında mutlu sonla bitecekken kader üzücü ve etkileyici bir son hazırlamış. Kato öldürülüyor ama umut ve mücadele devam ediyor. Etkileyici bir belgesel.
Frances Ha:
İki orta karar, bir iyi ama üzücü filmden sonra Frances Ha tam bir nefes alma şansı oldu. Hem iyi bir film, hem de keyifli. Frances, New York’da bir arkadaşı ile yaşayan ve dansçı olmaya çalışan 27 yaşında bir kadın. Film onun taşındığı evler bazında bölümlere ayrılmış durumda. Film boyunca onun hayatını inişli çıkışlı evreleri ile izliyoruz. Frances’i oynayan Gerwig, senaryoda da yönetmen Baumbach’a katkıda bulunmuş. Onun filmde gözükmediği tek bir sahne yoktu sanırım. Zaten tüm film Gerwig’in performası üzerine kurulmuş ve o da bunun altından çok iyi kalkmış. Frances’i başka biri oynasa itici bile olabilirdi ama Gerwig onu seyircinin kalbini çalan bir karakter halina getirmiş. Ayrıca pek güzel siyah-beyaz görüntüleri olan film Frances’in hayatının inişte olduğu zamanda bile onun da kişiliğinden hareketle filmi umutsuz bir noktaya taşımıyor. Bu arada Frances Ha nasıl bir isim derseniz, Behzat Ç nasıl bir isimse öyle bir isim diyebilirim. Hoş burada dikkatiniz dağılmazsa Frances’in tüm soyadını yakalamanız mümkün.
Gökteki Tüm Işıklar (All the Light in the Sky):
Gökteki Tüm Işıklar, Frances Ha gibi yine odağına sanatla uğraşan bir kadını alan bir film. Üstelik senaryoda yine başroldeki oyunucunun yönetmene katkı verdiğini görüyoruz. Bir önceki filmde 27 yaşında bile kendisine yaşlı denilen Frances’i izlediğimize göre bu filmde 45 yaşındaki Marie için ne demeli? Üstelik Hollywood’da belli bir yaşa gelmiş kadın oyuncuların hali daha kötü. Marie de artık aday olduğu rolleri genç oyunculara kaptırıyor. Aslında yaş almanın avantajlı denebilecek tarafları da var onun için. Erkeklerle ilişkisi güzelliğini vurgulamaktan çok ben buyum işte, işine gelirse haline gelmiş. Çok iddialı bir film değil belki ama çok doğal. Adeta Marie, yeğeni ve arkadaşlarının hayatına bir bakış atıp çıkıyoruz. Jane Adams’ın senaryoda da parmağı olduğuna ve bir oyuncuyu canlandırdığına göre otobiyografik öğeler olduğunu da tahmin edebiliriz. Karşısında Laurence Anyways olunca boş salona oynadı ama samimi bir film izlemek için tercih edilebilecek, pişman da etmeyecek bir film.
0 Yanıt to “!f Ankara 2013 İzlenimleri – 1. Gün: Komşu Sesler, Meydana Dönüş, Ben Kuçuyum, Frances Ha, Gökteki Tüm Işıklar”