Eylül 2014 için arşiv

Filmekimi 10-12 Ekim’de Ankara’da, Biletler 1 Ekim Çarşamba Sabahı Satışta.

film_ekimi_2014

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından İstanbul’da 13. kez gerçekleştirilen Filmekimi bu yıl da Vodafone FreeZone sponsorluğunda düzenleniyor. Filmekimi, her yıl olduğu gibi merakla beklenen göz alıcı filmleri izleyiciyle buluşturacak. Yeni sinema sezonunun habercisi olan Filmekimi’nin 13’üncüsünde, prömiyerini Sundance, Berlin, Cannes, Venedik, Toronto gibi saygın festivallerde yapan, ustaların son yapıtlarının da aralarında bulunduğu birçok film sinemaseverlerin beğenisine sunulacak. 13. Filmekimi, Ekim ayı boyunca İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Trabzon’u ziyaret edecek.

Sinema keyfini Türkiye’nin farklı kentlerine taşıyan Filmekimi, 10 Ekim Cuma, 11 Ekim Cumartesi ve 12 Ekim Pazar günlerinde Büyülü Fener Kızılay Sineması’nda Ankaralı sinemaseverlerle buluşacak. 11.00, 13.30, 16.00, 19.00 ve 21.30’ta düzenlenecek seansların her birinde farklı bir film gösterilecek.

BİLETLER 1 EKİM ÇARŞAMBA SABAHI SATIŞTA

Filmekimi biletleri, 1 Ekim Çarşamba günü 10.30’dan itibaren, Biletix satış noktaları, Biletix internet sitesi (biletix.com), Biletix çağrı merkezi (216 556 98 00) ve hizmet bedelsiz olarak, Büyülü Fener Kızılay Sineması’nda kurulacak gişeden satın alınabilecek.

Filmekimi’nin Ankara ayağının biletleri hafta içi gündüz seanslarında (11.00, 13.30, 16.00) sadece 5 TL, hafta sonu gündüz seansları ve tüm akşam seanslarında (19.30, 21.30) tam 11, indirimli 9 TL.

13. Filmekimi’nin sponsoru Vodafone FreeZone, sinema kampanyasını Filmekimi’nde de sürdürecek. Vodafone FreeZone’lu sinemaseverler, Filmekimi’nde bir bilet aldıklarında aynı seans için bir bilet de hediye kazanacaklar. Kampanyalı bilet satışları Filmekimi ana gişeleri ve biletix.com adresi üzerinden yapılacak. Kampanya koşulları hakkında ayrıntılı bilgi vodafonefreezone.com sitesinde yer alıyor.

FİLMEKİMİ’NİN DESTEKÇİLERİ

Vodafone FreeZone sponsorluğuyla düzenlenen 13. Filmekimi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle gerçekleştiriliyor. 13. Filmekimi’nin medya sponsorluğunu CNBC-e, Hürriyet, Radyo Eksen ve Radikal.com.tr üstleniyor. Filmekimi’nin afişleri ve tanıtım kampanyası bu yıl da Alametifarika’dan.

FİLMEKİMİ PROGRAMINA GÖZATMAK İÇİN…

Sinefiller bu yıl festival programına, Filmekimi’nin yenilenen web sitesi filmekimi.iksv.org’un yanı sıra İKSV Mobil uygulamasından da ulaşabiliyor. Vodafone Red’in katkılarıyla geliştirilen İKSV Mobil uygulaması, AppStore ve Google Play’den ücretsiz olarak indirilebiliyor. İKSV Mobil’e ek olarak Filmekimi broşürü AppStore’dan ücretsiz olarak indirilebilen İKSV Kitaplık uygulamasıyla iPad üzerinde de okunabilir. Filmekimi filmlerin bilgileri, gösterim çizelgesi, etkinlikler ve diğer tüm ayrıntıları içeren Filmekimi broşürü ayrıca Filmekimi sinemalarından da temin edilebilir. Filmekimi’yle ilgili gelişmeler ve daha birçok güncel bilgi ise, Filmekimi’nin Facebook, Twitter ve Instagram sayfalarından takip edilebilir.

Ayrıntılı bilgi için: filmekimi.iksv.org

Filmekimi’ni sosyal medyada takip etmek için:

facebook.com/filmekimi
twitter.com/filmekimi2014
instagram.com/filmekimi
#filmekimi2014

 

FİLMEKİMİ’NİN ANKARA PROGRAMINDA NELER VAR?

Pasolini – Abel Ferrara
10 Ekim Cuma, 11.00

“Onu kimin öldürdüğünü biliyorum!” demişti Abel Ferrara İtalyan gazetecilere Pasolini’nin son günlerini anlattığı filmini bitirince. Gizem, Pier Paolo Pasolini 1975 Kasım’ında, korku ve tutkunun hüküm sürdüğü, yoz ve bitik bir İtalya’da vahşice öldürüldüğünden bu yana ortadan kalkmadı. Şair, yönetmen, gazeteci ve aydın Pasolini, İtalyan sanat ve siyaset çevrelerinin en tanınmış ve aynı zamanda en tartışılan isimlerinden biriydi. 1975’te Roma yakınlarında bir plajda, kendi arabasıyla ezilerek öldürüldüğünde bazı söylentiler ve zanlılar ortaya çıktı ama gerçek katil ne belirlendi ne de cezalandırıldı. 2005 yılında, bazı yeni kanıtların ele geçmesiyle vaka dosyası yeniden açıldı. Abel Ferrara, siyaset ve sinema tarihini bir arada ele aldığı filminde işte bu karanlık olaya ışık tutmaya çalışırken filmin oyuncu kadrosunda Willem Dafoe, Maria De Medeiros, Riccardo Scamarcio, Giada Colagrande, Valerio Mastandrea ve Tatiana Luter yer alıyor.

Dile Veda / Adieu au Language / Goodbye to Language – Jean-Luc Godard
10 Ekim Cuma, 13.30

Sinemanın yaşlanmayan ustası, 83 yaşındaki büyük deha Jean-Luc Godard’ın son filmi Adieu au Langage / Goodbye to Language / Dile Veda, bu yıl Cannes’da ilk kez Jüri Ödülü’nü aldı. Yönetmenin 39. uzun metrajlı filmiyle gözlerinizi ve zihninizi daha önce hiç olmadığı gibi alt-üst ediyor. Farklı video formatları kullanımı, benzersiz 3D denemeleri, sağlam bir mizahi bakış, edebi alıntılar ve yine bolca kelime oyunları aracılığıyla küreselleşmeden devlet şiddetine, klasik müzikten aşka birçok konuya değinirken sinemanın sınırlarını da zorluyor. “Hayalgücü olmayanlar gerçekliğe sığınır” cümlesiyle açılan bu eşsiz film, ilk kez izleyici karşısına çıktığı Cannes Film Festivali’nde aldığı ödülle Godard’ın hâlâ yenilikçi ve hâlâ zinde olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Filmin konusu Godard’a göre basit: “Evli bir kadınla bekâr bir adam karşılaşır. Sever, kavga ederler; yumruklar konuşur.” Filmin oyuncuları arasında Héloïse Godet, Kamel Abdelli, Richard Chevallier, Zoé Bruneau, Christian Gregori ve Jessica Erickson bulunuyor.

Aşkın Halleri / The Disappearance of Eleanor Rigby: Them – Ned Benson
10 Ekim Cuma, 16.00

Aşkın Halleri / The Disappearance of Eleanor Rigby: Them

Ned Benson’ın 2013’te çektiği ikili film Him ve Her, evli bir çiftin bozulan ilişkisine kadının ve adamın bakış açılarından, ayrı ayrı bakıyordu. İki farklı bakış açısını bir araya getiren ve bu iki filmin tek bir filme kurgulanmış hali olan The Disappearance of Eleanor Rigby: Them / Aşkın Halleri ise ilişkilerin öznelliğine getirdiği benzersiz bakışla, Cannes’da ilk kez gösterildiği Belirli Bir Bakış bölümünde büyük övgü topladı. Filmin kahramanları Connor ve Eleanor, New Yorklu, evli bir çifttir. Connor kendi lokantasında çalışırken Eleanor da yüksek eğitimine devam etmektedir. Hayat sıradan günlerle geçerken beklenmedik bir kayıpla evlilikleri sarsılır. Bu üzücü olaydan sonra iki yabancı olarak hem birbirlerine anlayış göstermeye hem de eski sevgilerini yeniden yakalamaya çabalayacaklardır. Filmde başrolleri Jessica Chastain, James McAvoy, Viola Davis, William Hurt, Isabelle Huppert, Jess Weixler, Bill Hader gibi yıldızlar paylaşıyor.

Whiplash – Damien Chazelle
10 Ekim Cuma, 19.00

Damien Chazelle’in son filmi Whiplash, Sundance’te Drama dalında Büyük Jüri Ödülü ve İzleyici Ödülleri’ni kazandı. Cannes’da da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen film, acımasız bir caz ustasıyla genç davulcu öğrencisi arasındaki gerilimli ilişkiyi ele alıyor. Chazelle’in 2013’te yine Sundance’te ödüllendirilen aynı adlı kendi kısa filminden yola çıkarak çektiği, adrenalini hiç azalmayan bu psikolojik gerilimin kahramanı, Manhattan’da zorlu bir konservatuarda okuyan, daha 19 yaşındaki davulcu Andrew. Babası gibi başarısızlığa uğramaktan korkan Andrew, büyük bir müzisyen olma hedefiyle elleri kanayıncaya kadar egzersiz yapıyor. Sertliğiyle nam salmış caz ustası Terence Fletcher’dan ders almaya başlayınca, kusursuzluğa erişmek için insanlığını bile kaybetmeyi göze alıyor. Filmin başrollerinde Milles Teller, J.K. Simmons, Melissa Benoist, Paul Reiser, Austin Stowell ve Jayson Blair’i izliyoruz.

Çocukluk / Boyhood – Richard Linklater
10 Ekim Cuma, 21.30

Çığır açan bir büyüme öyküsü, film çekimi alanında bir deney, bir tür video-günlük ve bir aile albümü… Boyhood / Çocukluk, 2002’den 2014’e, 12 yıllık bir sürede geçen, aynı oyuncuları bu 12 yıl boyunca izleyen, oyuncuları da zamanla yaşlanan, senaryosu çekim süresi sırasında hem de oyuncuların müdahalesiyle yazılan çok özel bir film. Önce Sundance’te prömiyerini yapan ve ardından Berlin’de En İyi Yönetmen, FIPRESCI’nin 2014 Büyük Ödülü, Seattle’da En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanan Çocukluk, yönetmen Richard Linklater’ın tabiriyle “Bir oğlanı birinci sınıftan 12. sınıfa kadar izleyen ve üniversiteye gidişiyle biten, anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkinin öyküsü”; Ethan Hawke’a göre ise “Kapsamıyla Tolstoyvari bir film”… Filmde Patricia Arquette, Ethan Hawke, Ellar Coltrane, Lorelei Linklater, Marco Perella, Evie Thompson, Brad Hawkins ve Jenni Tooley’i izliyoruz.

Özgürlük Dansı / Jimmy’s Hall – Ken Loach
11 Ekim Cumartesi, 11.00

Özgürlük Dansı / Jimmy’s Hall

Efsane yönetmen Ken Loach Cannes Film Festivali’nde yarışan son yapıtı Jimmy’s Hall / Özgürlük Dansında her zamanki gibi adaletsizliğe karşı öfkesiyle siyasal heyecanını bir araya getiriyor. 1921’de iç savaşın eşiğindeyken toplu dansların, boks derslerinin, şiir toplantılarının yapıldığı, eğlence ve zaman geçirme amaçlı bir “halk salonu” açan İrlandalı komünist ve aktivist Jimmy Gralton, bu yerin tehlikeli ve yıkıcı olduğunu iddia eden Katolik Kilisesi ve “ileri gelenler” yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalır. New York’ta geçirdiği on yıldan sonra, 1932’de geri dönen Jimmy, salonu yeniden açmaya niyetlenir. Özgürlük Dansı, bu salona gelerek öğrenen, tartışan, hayaller kuran, ama her şeyden öte, dans edip eğlenen o hür fikirli gençlerin de duygusal bir portresini çiziyor. Filmin başrollerini ise Barry Ward, Simone Kirby, Jim Norton, Aisling Franciosi, Aileen Henry, Francis Magee, Karl Geary, Denise Gough ve Sorcha Fox paylaşıyor.

Mucizeler / Le meraviglie / The Wonders – Alice Rohrwacher
11 Ekim Cumartesi, 13.30

Bu yaz sona ererken Gelsomina ve üç kız kardeşi için hiçbir şey aynı kalmayacak artık. Arıcılık yapan babasının, ailesini ve gelenekleri korumak için kurduğu tuhaf, yalıtılmış krallığın tahtına geçecektir Gelsomina. İşte bu yaz, aileyi bir arada tutan kurallar çatırdamaya başlar: Gençlik rehabilitasyon programına dahil olan genç bir Alman kasabaya gelir. Kasabanın diğer ziyaretçileri ise dev ödüller dağıtan bir televizyon yarışması ile muhteşem güzellikteki gizemli sunucusu olur; üstelik herkes bu yarışmaya katılmak için can atmaktadır. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan tek İtalyan filmi olan ve Cannes Büyük Ödülü’nün sahibi Le Meraviglie / The Wonders / Mucizelerin, yönetmeni Rohrwacher’a göre film, “İtalya’nın doğal görünümünü, mahvını ve bir tür lunaparka dönüşmesini anlatıyor. Bu günlerde zaman her şeyi bir ‘manzara’ya çeviriyor.” Filmin oyuncuları ise şöyle: Maria Alexandra Lungu, Sam Louwyck, Monica Bellucci, Alba Rohrwacher, Sabine Timoteo, Agnese Graziani, Luis Huilca Logrono.

Bay Turner / Mr. Turner – Mike Leigh
11 Ekim Cumartesi, 16.00

İngiliz orta sınıfının gündelik yaşamından benzersiz filmler çıkaran yönetmen Mike Leigh, bu kez empresyonizm akımının öncülerinden J.M.W. Turner’ın hayatından bir kesiti anlatıyor. Mike Leigh’in 1999 yapımı dönem filmi Topsy Turvy / Karmakarışık’ı anımsatan Mr. Turner / Bay Turner’ın başrolünde, yönetmenin gedikli oyuncusu, bu rol için iki yıl resim dersi alan Timothy Spall yer alıyor. Timothy Spall Bay Turnerdaki rolüyle Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün de sahibi oldu. Birçok sinemacıya esin veren 19. Yüzyıl İngiliz ressamı Turner’ın hayatının son 25 yılını işleyen film, sanatçının dönemin Londra sanat dünyası, yaşlı babası, cinsel gereksinimlerini de karşılayan hizmetçisi, metresi ve iki yetişkin kızıyla olan ilişkilerini ele alırken seyahatlerini, sanatını, cinsel tutkularını, fırtınayı resmedebilmek için kendini bir geminin direğine bağlaması gibi aşırılıklarını da anlatıyor. Filmde başrolleri Timothy Spall, Dorothy Atkinson, Marion Bailey, Paul Jesson, Lesley Manville, Martin Savage ve Ruth Sheen paylaşıyor.

Yıldız Haritası / Maps to the Stars – David Cronenberg
11 Ekim Cumartesi, 19.00

Yıldız Haritası / Maps to the Stars

Kült yönetmen David Cronenberg’in son filmi, John Cusack’ın tarifiyle “Fazla renkli, yüksek ateşli bir Hollywood rüyası”. Maps To The Stars / Yıldız Haritası filminin başrolünde bu yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almış Julianne Moore da bulunuyor. Cronenberg’in sığ ve bencil şöhretlerin yoz ve boş hayatlarını anlatan Hollywood taşlamasının anti kahramanları, zengin psikoterapist Stafford, uyuşturucu alışkanlığından henüz kurtulan 13 yaşındaki çocuk yıldız oğlu Benjie, yangın çıkarma alışkanlığı için yatırıldığı sanatoryumdan yeni çıkan kızı Agatha, eski şaşaalı günlerinin özlemiyle parlak bir rol peşine düşen ama bu arada annesinin hayaletinden kurtulamayan güzel oyuncu Havana ve senarist olma hayalleri kuran limuzin şoförü Jerome’dan oluşuyor. Senaryosu romancı ve senarist Bruce Wagner’ın elinden çıkan film hakkında Cronenberg şöyle diyor: “Bence tüm filmlerim eğlenceli. Bu filmim de istisna değil.” Yıldızlardan oluşan filmin oyuncu kadrosunda ise Julianne Moore, Robert Pattinson, John Cusack, Mia Wasikowska, Olivia Williams, Sarah Gadon ve Evan Bird yer alıyor.

Mommy – Xavier Dolan
11 Ekim Cumartesi, 21.30

Henüz 25 yaşındaki Xavier Dolan Mommy ile Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü’nü efsane sinemacı Jean-Luc Godard’la paylaştı. Yönetmenliğini, senaristliğini, kurgusunu ve hatta kostüm tasarımını Dolan’ın üstlendiği film, bazen şiddete meyilli bazense fazla sevecen sorunlu ergen oğlu Steve’i tek başına büyütmeye çalışan dul anne Diane’ın hikâyesini anlatıyor. Komşuları olan Kyla bir gün hayatlarına girince, hem annenin hem de oğlun hayatları değişiyor. Uyguladığı 1:1 ekran oranı ve müzik, renk ve kurgu seçimleriyle Xavier Dolan’ın bu son filmi, birçok eleştirmen tarafından en iyi ve en olgun yapıtı olarak görüldü, jüri başkanı Jane Campion tarafından “O gerçekten dahi, filme bayıldım” sözleriyle övüldü. Filmin oyuncu kadrosu Anne Dorval, Suzanne Clement, Antoine Olivier Pilon, Patrick Huard, Alexandre Goyette, Michele Lituac ve Viviane Pacal’den oluşuyor. Mommy, Kanada’nın Oscar adayı oldu.

İnsanları Seyreden Güvercin / A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence – Roy Andersson
12 Ekim Pazar, 11.00

Çoğu zaman adı Ingmar Bergman ile anılan, İsveç sinemasının usta yönetmeni Roy Andersson İkinci Kattan Şarkılar (2000) ve Siz, Yaşayanlar’ın (2007) ardından “Yaşayanlar” üçlemesini tamamlıyor. Dünya prömiyerini ağustosta Venedik Film Festivali’nde yapan ve Altın Aslan Ödülü’nü alan film, Holger Andersson, Nisse Vestblom’ın canlandırdığı ıvır zıvır satan iki gezgin satıcıyı izliyor. Çağdaş zamanların Don Kişot ve Sanço Panza’sı gibi, bu iki bezgin adam, günümüzün, geçmişin ve geleceğin karmakarışık dünyasına bir bakış atıyor: Aynı anda absürt, sert, gerçeküstü, öfke dolu, rahatsız edici, karanlık ve komik En Duva Satt Pa En Gren Och Funderade Pa Tıllvaron / A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence / İnsanları Seyreden Güvercin, farklı yaşamlar ve durumların içinden geçerken bize yaşamın ihtişamını, insanoğlunun kırılganlığını ve yaklaşan kıyametini hatırlatıyor, tıpkı bir dalın üzerinden bizleri gözleyen bir güvercin gibi.

Timbuktu – Abderrahmane Sissako
12 Ekim Pazar, 13.30

Afrika sinemasının en büyük isimlerinden Abderrahman Sissako’nun sessiz bir direnişi anlatan son filmi Timbuktu, bu yıl Cannes’da yarışan en çarpıcı filmlerden biri oldu. Mali’nin kuzeyinde şeriat yasalarının geçerliliği ilan edildikten sonra birçok ailenin yaşamının nasıl mahvolduğunu anlatan Timbuktu için Sissako şöyle diyor: “Filmlerimde umut vardır umarım. Müziği yasaklasalar da en güçlü müzik kafamızın içinde duyduğumuzdur.” Filmin kahramanı, ailesiyle birlikte Timbuktu yakınlarında, çölde yaşayan Tuareg çoban Kidane. İneğini öldüren bir balıkçıyı kazara öldürünce Kidane, gülmeyi, sigara içmeyi, futbolu ve müziği bile yasaklayan, tuhaf olduğu kadar ölümcül kararlar veren mahkemeleriyle iktidara gelen aşırı dincilerin insafına kalıyor. Başrollerinde Abel Jafri ve Hichem Yacoubi’nin yer aldığı film, 2014 Cannes’da Kiliseler Birliği ve François Chalais Ödülleri’nin sahibi oldu. Timbuktu, Moritanya’nın Oscar adayı oldu.

Turist / Force Majeur – Ruben Östlund
12 Ekim Pazar, 16.00

Turist / Force Majeur

2014 Cannes Jüri Ödülü – Belirli Bir Bakış ve 2014 MOTOVUN FIPRESCI Ödülü sahibi Turist’te yönetmen Ruben Östlund çağdaş aile yapısında erkeğin rolünü alışılmışın dışında bir mizahla inceliyor. Fransa Alpleri’ne kayağa giden İsveçli bir aile dağın eteklerindeki lokantada öğle yemeği yerken çığ düşer. Anne Ebba çocuklarını korumaya çalışırken baba Tomas’a seslenir fakat Tomas bu arada kendi canının derdindedir. Kimseye bir şey olmasa da ailenin hassas çekirdeği çatlamıştır bir kere. Tomas ile Ebba evliliklerini sorgularken Tomas yeniden “ailenin direği” konumunu ele geçirmeye çalışacaktır. Östlund’un İsveç toplumundaki ırkçılık ve sınıf ayrımını aşırı gerçekçi bir gözle incelediği 2011 yapımı filmi Play / Oyun birçok ödül kazanmıştı. Turist’te ise başrolleri Johannes Kuhnke, Lisa Loven Kongsli, Clara Wettergren, Vincent Wettergren, Kristofer Hivju, Fanni Metelius paylaşıyor. Turist, İsveç’in Oscar adayı oldu.

Beyaz Tanrı / Fehér isten / White God – Kornél Mundruczo
12 Ekim Pazar, 19.00

Feher Isten / White God / Beyaz Tanrı alışılmadık bir insan-köpek macerası ya da vahşi bir devrim filmi olmakla beraber aynı zamanda ebedi bir dostluğu da anlatıyor. Filmin anti-kahramanı (kahverengi, kırma bir köpek olan) Hagen. Sahipleri onu sokağa attıktan sonra, 13 yaşındaki Lili dışında karşılaştığı tüm insanlarsa Hagen’ın ya düşmanı ya da ona zorluk çıkarıyorlar. Hagen’ı sokakta bulan bir adam onu dövüş köpeği olarak yetiştirmeye başlar. Hagen şiddete ve saldırganlığa kayarken, kentteki bütün köpekler insanlara vahşi bir devrime girişmişlerdir. Kornél Mundruczó’nun Macar yönetmen Miklos Jancso’ya ithaf ettiği altıncı uzun metrajı, 2014 Cannes En İyi Film – Belirli Bir Bakış Ödülü’nün sahibi oldu. Filmin oyuncuları arasında Zsofia Psotta, Sandor Zsoter, Lili Manori, Laszlo Galffi, Szabolcs Thuroczy ve Kornel Mundruczo bulunuyor. Beyaz Tanrı, Macaristan’ın Oscar adayı oldu.

Geronimo – Tony Gatlif
12 Ekim Pazar, 21.30

Kendi evden kaçış hikâyesi ve namus cinayetlerinden esinlenen Tony Gatlif, Romeo ve Jülyet, Batı Yakasının Hikâyesi ve Kanlı Düğün’ün çağdaş bir karışımıyla yeniden beyazperdeye dönüyor: Geronimo; yüksek enerjili, dans, Flamenko, Türk müziği ve hip hopla dolu, çağdaş bir trajedi… Fransa’nın güneyinde, kızgın yaz sıcağında, sosyal eğitmen Geronimo, bir rahibe gibi kendini St. Pierre mahallesindeki gençler arasındaki gerilimi gidermeye vermiştir. Zorla evlendirilmek istenen Türk kökenli genç Nil evden kaçıp Çingene sevgilisinin kollarına koşunca iki çete arasındaki gerginlik çatışmaya dönüşür. İtiş-kakış, müzik savaşlarına dönüşünce huzursuzluğu dindirme görevini Geronimo üstelenecektir. Filmde Celine Sallette, Rachid Yous, David Murgia, Nailia Harzoune, Vincent Heneine, Adrien Ruiz, Aksel Üstün ve Tim Seyfi’yi izliyoruz.

Altın Koza 2014 İzlenimleri – 5. Gün: İnsan Sermayesi, Ayrı Dünyalar, Dile Veda, Beyaz Gölge

İnsan Sermayesi (Il Capitale Umano / Human Capital):

Il Capitale Umano / Human Capital

Aynı hikâyeyi birden fazla karakterin bakış açısından anlatmak çok yeni bir buluş değil belki ama zekice yazılmış bir senaryo ile birlikte hâlâ ortaya iyi filmler çıkartabiliyor. İnsan Sermayesi de böyle bir film. Yılbaşı gecesinde bir arabanın çarpıp kaçması ile hayatını kaybeden bir işçi ile başlayan film, altı ay öncesine dönerek olaya karışmış olabilecek çeşitli karakterlerin her birine birer bölüm ayırarak bu altı ayı birkaç kez farklı açılardan gözler önüne seriyor. Her ne kadar filmin ana çatısı, o arabayı kim kullanıyordu gizeminin çözülmesi üzerine kurulsa da kısa sürede bu sorunun aslında çok da önemli olmadığını görüyoruz. Evet, bu soru filmin son bölümüne kadar geçerliliğini koruyor ama hem izlediğimiz pek çok olayın aslında kaza ile bir ilgisi yok, hem de olay çok da gizemli değil aslında.

Filmin asıl derdi ekonomik bir krizin ortasındaki İtalya’da farklı sınıflardan karakterleri aynı öykü içinde toplayabilmek. Daha önce de belirttiğimiz gibi festivallerde öne çıkan filmlerden hatırı sayılır bir kısmında ekonomik kriz önemli bir yer tutuyor. Film normalde hemen hiçbir ortak noktaları olmamasına rağmen, çocuklarının arkadaşlıkları nedeniyle yan yana gelen iki aileyi anlatıyor. Ana karakterlerimiz, kızının zengin bir ailenin oğluyla arkadaşlık etmesinden çok memnun gözüken, rahatsız edici derecede sokulgan Dino, onun kızı Serena ve zengin ailenin pek etliye sütlüye karışmayan, daha doğrusu kocası Giovanni tarafından sürekli olayların dışında tutulan annesi Carla. Dino’nun, elindeki (bir kısmı kendisine ait olmayan) tüm parayı Giovanni’den aldığı tavsiyeyle bir hisse senedine yatırması ve bu senedin sürekli değer kaybetmesi ana hikayelerden biri. Eski bir oyuncu olan Carla ise kocası ile yaşadığı sorunları ve hayatında hissettiği boşluğu ona eski günlerini hatırlatacak bir sanat faaliyeti ile unutma derdinde. Serena’nın hikâyesi ise daha çok bir gençlik aşkı üzerinden gelişiyor.

Bir roman uyarlaması olan İnsan Sermayesi, öncelikle her bölümün birbirini tamamlayan yapısı ile dikkati çekiyor. Karakterlerin bazı hareketleri neden yaptıklarını aynı sahneyi bir başka bakış açısıyla gördüğümüzde anlıyoruz. Örneğin bir karakterin ağlamasının ya da bir yere gecikmesinin nedeni diğer bölümde belli oluyor. Ya da ilk başta farklı bir anlamı olduğunu sandığımız bir hareketin ilk algıladığımızdan farklı olduğunu daha sonra anlıyoruz. Bu anlamda gayet zekice yazılmış bir senaryo var karşımızda. Bir tek iki genç arasındaki ilişki konusu çok iyi çözülememiş gibi geldi ama onun da detayını filmin gelişmelerini açık etmeden veremiyorum.

Oyunculuk açısından da gayet sağlam olan İnsan Sermayesi (bir tek Valeria Golino biraz harcanmış sanki), Filmekimi’nde de gösterilecek. Diğer filmler arasında çok öne çıkmıyor belki ama İtalya’da pek çok ödül töreninde geçen yılın en iyi filmlerinden Muhteşem Güzellik’in önüne geçmiş bir filmden bahsettiğimiz unutulmamalı.

Ayrı Dünyalar (Zwischen Welten / Inbetween Worlds):

Ayrı Dünyalar (Zwischen Welten / Inbetween Worlds)

Amerika ve Avrupa ülkeleri dünyanın geri kalan bölgesindeki çeşitli ülkelere o ya da bu nedenle sıklıkla asker gönderiyorlar. Elbette bu askerlerin hikâyeleri sinema için önemli bir kaynak oluşturuyor. Bu tip filmler farklı bakış açılarıyla çekilebiliyor. Oradaki askerleri kahraman birer iyilik meleği, karşısındakileri de tümüyle kötü olarak gösterip militarist bir söylem tutturmak da mümkün, olaya eleştirel açıdan bakıp burada ne işimiz var demek de. Bir de olaya doğrudan insani bir açıdan bakıp oradaki askerlerin durumlarına odaklanmak mümkün. Feo Aladağ ikinci filmi olan Ayrı Dünyalar’da Afganistan’daki Alman askerlerini anlatırken her ne kadar onların olumlu yönlerini öne çıkarsa da daha çok duygularına odaklanmaya çalışmış. Film boyunca kardeşini de Afganistan’da görev yaptığı yere yakın bir yerde kaybetmiş olan Jesper’ın yanındayız. Onun Taliban karşısında yer alan yöre halkı ve aralarındaki iletişimi sağlayan Tarık ile yavaş yavaş kurduğu dostluğa tanıklık ediyoruz.

Film her ne kadar tümüyle militarist bir atmosfer sergilemese de batıya gitmeyi, İngilizce öğrenmeyi Afganlı gençler için tek çare gibi göstermesi biraz rahatsız ediyor. Karamsar finali Afganistan’ı içeriden düzeltmenin mümkün olmadığı mesajını veriyor adeta. Yine de merak unsurunu ayakta tutan hikâyesi, başarılı görüntüleri ve oyunculukları ile izlemeye değer bir film. Ama daha iyi olabilirdi demekten de kendini alamıyor insan.

Dile Veda (Adieu au Langage / Goodbye to Language):

Dile Veda (Adieu au Langage / Goodbye to Language)

Jean-Luc Godard. Sinema sanatının bu büyük ismi her zaman bir yenilik peşindeydi. 83 yaşında hâlâ öyle. Evet, kendisi bir süredir seyircinin filmlerinden ne anladığını hiç önemsemiyor belki ama herkesin bambaşka bir anlam çıkarabileceği filmlerinin üzerinde ince ince düşünüyor belli ki. Artık bir Godard filmine gittiğinizde giriş-gelişme-sonuç kalıbı içeren bir film görmeyeceğinizi biliyorsunuz. O klasik film gramerini yıkalı çok oldu. Bu nedenle bir süredir Godard filmlerini yorumlamayı da bıraktım ben. Bildiğimiz anlamda bir film eleştirisi de onun filmleri için çok uygun değil çünkü. Filmlerinden herkes bambaşka bir anlam çıkarabilir. Anlamı bırakın filmin konusu neydi dediğiniz zaman bile bambaşka cevaplar alabilirsiniz. Dile Veda da böyle bir film. İzleyin, isterseniz filmin yarısında çıkın ama kendi kararınızı verin diyeceğim ama önce Godard ve yenilikçiliği üzerine birkaç kelam daha edeyim.

Godard bir süre önce 3 boyutlu filmlere merak saldı ve bu filmde görüyoruz ki bu teknik üzerine genç meslektaşlarından daha fazla düşünmüş. 3D’yi ucuz heyecanlar yaratmaktan ziyade sinemanın görsel algısını yenileyecek şekilde nasıl kullanırım demiş ve olayı farklı bir noktaya taşımış. Sadece 3D anlamında değil, Godard hala film dili üzerinde farklı şeyler yapmaya devam ediyor. Örneğin filmin birbirini takip eden farklı bölümlerden oluşacağı izlenimi verdikten sonra onu da kırıyor. Tam da bu ve benzeri nedenlerden ötürü Godard hâlâ sinema için çok önemli bir yönetmen. Filmlerini sevelim ya da sevmeyelim, sinema camiasında bu kadar önemli bir yerde olup bu kadar deneysel işler yapan başka bir sinemacı yok ve sinemanın gelişmesi için birilerinin böyle şeyler yapması da gerekli. Godard, o ya da bu nedenle sinemayı bıraktığında yeri kolay kolay doldurulamayacak bir boşluk oluşturacak.

Beyaz Gölge (White Shadow):

Beyaz Gölge (White Shadow)

Batıl inanç denen şey çok tuhaf bir olgu, insanların neye inanacağı belli olmuyor. Tanzanya’da (ve Afrika’nın bazı bölgelerinde) albinoların bazı organlarının kimi hastalıkları iyileştirdiği yolunda bir inanç var. Ne yazık ki bu inanç nedeniyle öldürülen albinolar var. Beyaz Gölge bu gerçek olaylardan yola çıkarak yazılmış kurmaca bir hikâye oluşturuyor.

Filmin başında ana karakterimiz olan Alias’ın babası tam da yukarda bahsettiğim olaydan dolayı vahşice öldürülür. Alias’ın başına da aynı şeyin gelmesinden korkan annesi de onu şehirdeki dayısının yanına gönderir. Ama büyük şehirde küçük insanların hayatı da o kadar kolay değildir. Beyaz Gölge söz konusu albino meselesinin üzerine bir de şehirde yaşananlar eklenince giderek daha karamsar bir noktaya doğru giden, görsel olarak da karanlık bir film. Arka planda sürekli olarak devam eden boğucu müziğin etkisiyle (ki bence müzik biraz fazla kullanılmış) daha da ağırlaşan bir atmosferi var. Film bittiğinde bir kâbustan uyanmış gibi rahat bir nefes alıyorsunuz. Bu yorumları film kötüydü anlamında söylemiyorum, yönetmen belli ki tam da filmin her geçen dakikada üzerinize çökmesini, içinize oturmasını hedeflemiş, bunu da işin içine duygu sömürüsü katmadan, hatta zaman zaman belgesele yakın bir üslup kullanarak gerçekleştirmiş. Bu anlamda istediğini yapmayı beceren ama izlemesi zorlu bir film.

Altın Koza 2014 İzlenimleri – 4. Gün: Malik Olmak veya Olmamak, Birleşen Kalpler, Beni Anla

Geçtiğimiz Pazar akşamı biten Adana Altın Koza Film Festivali’nden son iki günün film yorumları eksik kalmıştı. İşte dördüncü gün:

Malik Olmak veya Olmamak (To Have and Have Not):

Malik Olmak veya Olmamak (To Have and Have Not)

Festivallerde yeni filmleri izlemek elbette keyifli ama klasik filmleri beyazperdede izleme şansı bir başka. Altın Koza bu yıl yakın zamanda kaybettiğimiz Lauren Bacall anısına bir bölüm ayırırken, Orhan Kemal’in 100., Chaplin’in 125., Shakespeare’nin ise 450. doğum yıllarını da unutmadı. Ne yazık ki bu bölümlerde yer alan filmleri iyi tanıtabildiğini söylemek zor. Ulusal yarışma filmleri ve yılın yeni yapımlarının yanında bu filmler pek fazla ön plana çıkamadı. Zaten festivalin web sayfasında bu filmler ile ilgili bilgi bile yoktu. Aralarından Bacall ve Bogart’ın beraber oynadıkları filmler özellikle dikkatimi çekti. Önceden izlemiş olsam da bu ikiliyi sinema perdesinde görmek gerekliydi.

Bogart ve Bacall’ın tanıştıkları film olarak sinema tarihine geçen To Have and Have Not aynı zamanda sinema tarihinin en ünlü repliklerinden “ıslık çalmayı biliyorsun, değil mi Steve” cümlesini de içerir. Yıllar önce izlerken farkına varmamıştım ama film belirgin bir şekilde bir yıl önce çekilen ve büyük başarı toplayan Casablanca model alınarak yapılmış ve o filmi seven seyirciyi hedeflemiş. Tıpkı Casablanca gibi İkinci Dünya Savaşı yıllarında egzotik bir mekânda geçen filmde Humphrey Bogart neredeyse Casablanca’daki Rick ile aynı karakteri oynuyor. Etrafında olanları umursamayan, sadece kendi kazancına bakan, daha doğrusu dışardan öyle görünen ama kalbinde iyiden yana bir karakter. Yine ortada Nazilerden kaçmaya çalışan bir çift var. Hatta barın sempatik müzisyeni bile unutulmamış. Elbette Bogart’ın bir de aşkı var. İşte o karakteri bu kez Ingrid Bergman yerine, o yıllarda yepyeni bir keşif olan gencecik Lauren Bacall canlandırıyor (film sırasında 19 yaşında ama kesinlikle daha olgun duruyor).

Doğrusunu söylemek gerekirse uyarlandığı romanın altında Ernest Hemingway’in, senaryonun altında da William Faulkner’in imzasını görünce insan daha sağlam bir hikâye bekliyor (hoş Hemingway en kötü romanım demiş ama). Ama aradan geçen yıllarda filmin hikâyesinin çok da önemi kalmamış zaten. Film setinde alevlenen Bogart-Bacall aşkı tüm ateşiyle perdeden seyirciye geçiyor. İkilinin bu filmdeki rolleri ile sinemanın en seksi çiftlerinden biri olarak anılmaları boşa değil. Seksilik denen şeyin ucuz cinsellik pazarlaması ile aynı şey olmadığını da çok net gösteriyor. Hikâye sıkıntılı olsa da diyalogların son derece başarılı olduğunu söylemek gerek. Sırf ikili arasındaki muhteşem atışmaları dinlemek için bile izlenebilecek bir film. O halde o meşhur ıslık diyalogunu tekrar hatırlayalım:

Birleşen Kalpler (The Big Sleep):

Birleşen Kalpler (The Big Sleep)

Bogart-Bacall ikilisinin beraber oldukları ilk film için hikâye yetersiz ama diyaloglar iyi dedikten sonra ikilinin sonraki filmi The Big Sleep için de hikâye çok karışık ama diyaloglar iyi demek mümkün. Tıpkı ilk film gibi Howard Hawks’ın yönettiği ve senaryo yazarlarından biri olarak da yine William Faulkner’in adını gördüğümüz bu film, bu kez bir başka ünlü yazarın, Raymond Chandler’ın romanından uyarlanıyor. The Big Sleep, dönemin film-noir’larının tipik bir örneği aslında. Humphrey Bogart, meşhur dedektif Philip Marlowe’u tüm karizmasıyla canlandırıyor. Marlowe, tüm kadınların bir anda âşık olduğu, şeytan tüyü olan, aynı zamanda zeki, cesur ve hazırcevap bir dedektif. Lauren Bacall da tehlikeli bir femme fatale. Aslında bu filmin de en çekici unsuru ikili arasındaki çekim. Zaten çekildikten sonra bir süre gösterime girememiş olan film ilk haline göre epey değiştiriliyor ve To Have and Have Not’ın başarısı göz önüne alınarak Bogart ve Bacall arasındaki sahneler arttırılıyor. Ama Bogart’ın filmdeki tüm kadınlarla atışmaları izlemeye değer zaten.

Filmin en büyük sıkıntısı ise hikâyenin çok fazla karakter içermesi ve fazlasıyla karışık olması. Zaten film de yoğun olarak diyaloglarla aktığı için kimin eli kimin cebinde, kim kimi neden öldürdü sorularını cevaplamak için epey dikkatli izlemek gerekiyor. Bu karışıklığın bir nedeni doğrudan uyarlandığı romanın da karışık olması. Bir şehir efsanesi olabilir ama senaryo yazarlarının, romanın yazarı olan Raymond Chandler’ı arayıp şu karakteri kim öldürdü diye sorduklarında ben de bilmiyorum şeklinde bir cevap aldıkları söylenir. Bunun yanında Bogart-Bacall ikilisinin sahnelerini arttırmak için bazı karakterler ile ilgili sahnelerin çıkartıldığı da biliniyor. Filmin aleyhine olan unsurlardan biri de dönemin sansürü. Romanda yer alan çıplaklık ve eşcinsellik gibi unsurlar mecburen filmden çıkartılmış ya da değiştirilmiş. Romanı bilmeseniz bile filmi izlerken bir şeylerin üstünün kapandığını ya da bir otosansür olduğunu hissediyorsunuz. Filmi izlerken, bunca filmin yeniden çevrimi yapılıyor, hâlbuki kötü olmamakla beraber eksik olduğu için The Big Sleep bunu en fazla hak eden filmlerden biri diye düşündüm. Aslında bunu ilk düşünen değilim elbette. Filmin 1978 yapımı, Robert Mitchum ve Sarah Miles’ın başrolleri paylaştıkları bir versiyonu daha var. Onu izlemediğim için bir yorum yapamıyorum ama çok iyi olmadığı söyleniyor. Belki de bu romanın bir filme daha ihtiyacı var.

Neticede The Big Sleep de en başta oyuncuları için izlenmeyi hak eden bir film. Bazı David Lynch filmleri için de söylediğim şeyi söyleyeceğim: “Filmin her ayrıntısını anlamaya gerek yok, izlerken keyif aldınız mı? Tamam o zaman.” The Big Sleep de yeteri kadar keyif veriyor.

Beni Anla (Incompresa / Misunderstood):

Beni Anla (Incompresa / Misunderstood)

Asia Argento’nun sevdiğimiz arıza kadınlar grubunda müstesna bir yeri vardır. Dario Argento’nun kızı olmanın da bu arıza olma durumunda etkisi vardır diye düşünürdük. Anlaşılan doğruymuş. Asia, yönetmen ve senaryo yazarı olarak imza attığı bu üçüncü filminde 1984 yaşında dokuz yaşında olan, annesi ve babası ünlü insanlar olan Aria adında bir kızı konu ediyor. Asia’nın da 1984 yılında dokuz yaşında olduğunu, onun da anne ve babasının ünlü insanlar olduklarını düşünürsek anlatılan hikâyenin otobiyografik unsurlar taşıdığına şüphe yok. Zaten Asia ve Aria adları da yeteri kadar birbirine benziyor (daha da ötesi, ufak bir Google araması Asia Argento’nun ilk adının Aria olduğunu gösteriyor zaten).

Beni Anla, bir yandan küçük Aria’nın sınıfın havalı çocuğuna duyduğu ilk aşkı, ona âşık olan tombul çocuğu, en yakın arkadaşı ile yaşadığı maceraları anlatırken bir yandan da evliliklerinde boşanmaya varan ciddi sorunlar yaşayan anne ve babasının peşinde oradan oraya savrulmasını da onu ediyor. Filmde anlatılan pek çok olayın Asia Argonto için önemli anlamlar içerdiğini düşünmek yanlış olmaz ama seyirci olarak bu tip sorunlu bir ailede yaşanan büyüme hikâyelerinden çok fazla izledik. Açıkçası eli yüzü düzgün bir film olmakla birlikte Beni Anla’nın benzerlerinden kendini ayıracak bir yönü olduğunu söylemek zor. Yine de filmin en iyi yanının Aria’yı canlandıran Giulia Salerno ve filmin cıvıl cıvıl renk paleti olduğunu söyleyebiliriz.

Altın Koza’nın En İyisi Toz Ruhu

Toz Ruhu

21. Adana Altın Koza Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünün ödülleri dün yapılan kapanış töreni ile sahiplerini buldu. Nesimi Yetik’in Toz Ruhu filmi en iyi film seçilirken, Tansu Biçer’e de en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırdı. Ayrıca hak edilmiş bir sanat yönetmeni ödülü de kazandı. Festivalin dikkat çeken filmlerinden Neden Tarkovski Olamıyorum da Yılmaz Güney ödülü ile birlikte Film-Yön en iyi yönetmen ödülünü kazandı.

Jüri tarafından verilen en iyi yönetmen ödülü ise Deniz Seviyesi ile Nisan Dağ ve Esra Saydam’a gitti. Deniz Seviyesi kazandığı altı ödül ile gecenin en çok ödül kazanan oldu aynı zamanda. Damla Sönmez ve Ahmet Rıfat Şungar’a oyunculuk ödülü kazandıran film, en iyi müzik, görüntü yönetmeni ve kurgu ödüllerini de kazandı. Yağmur-Kıyamet Çiçeği filmi ise izleyici ödülü ile birlikte Siyad en iyi film ödülünü de kazandı. İyi bir popüler sinema örneği olan Silsile ile üç oyuncusuna ödül kazandırdı. Serkan Keskin ve Esra Bezen Bilgin, yardımcı oyuncu ödüllerini kazanırken Aytaç Uşun da umut veren erkek oyuncu seçildi.

Yarışma filmlerinden sadece Toz Ruhu ve Silsile’yi izlemiş olduğum için onların kazandığı ödüller ile ilgili yorum yapmam gerekirse, Toz Ruhu’nda Tansu Biçer’in performansının çok başarılı olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Kesinlikle hak edilmiş ödül. Yine filmi izlerken ve sonrasında buraya yazdığım yorumda da belirttiğim gibi filmde her karakterin yaşadığı mekân çok ince ayrıntılarla örülmüştü. Diğer filmleri görmeden bile sanat yönetmeni ödülünü kazanabileceğini düşünüyordum. En İyi Film ödülü ise yarışmadaki diğer filmlerin seviyesiyle de çok ilgili elbette. Bence de kesinlikle iyi bir filmdi ama başka bir yıl bu kadar şanslı olmayabilirdi.

Silsile için gösterime girdiğinden beri iyi bir popüler sinema örneği olduğunu söylüyordum. Oyunculuk açısından da Serkan Keskin’in filmin en iyi oyuncusu olduğunu çeşitli yerlerde belirtmiştim. Onun ödülünü de doğru buluyorum. Esra Bezen Bilgin zaman zaman biraz abartılı bulduğum bir performans sergilemişti ama onun da iyi olduğuna şüphe yok. Silsile ile birlikte Toz Ruhu’nda da çok beğendimiz Aytaç Uşun ise aldığı ödülün adını gerçekten hak ediyor, umut veriyor. Yeni filmlerini bekliyoruz.

Son olarak şunu da belirtmem lazım. Bu festivalin jürisi de dayanamamış yine bazı ödülleri ikiye bölmüş. Tamam, bazı özel durumlarda olabilir ama ülkemizdeki festivallerde sürekli gördüğümüz bir uygulama bu. Artık bir festivalin bu konuda bir kural koyup ödüller ikiye bölünemez demesini umuyorum.

İşte ödüllerin tam listesi (Bu arada ödül haberini verdik ama iki günlük Altın Koza izlenimi yazısı daha gelecek, bekleyiniz):

En İyi Film Ödülü: Toz Ruhu (Yön: Nesimi Yetik, Yapımcı: Betül Esener)
Yılmaz Güney Ödülü: Neden Tarkovski Olamıyorum? (Yön: Murat Düzgünoğlu, Yapımcı: Murat Düzgünoğlu, Osman Özcan)
Adana İzleyici Ödülü: Yağmur-Kıyamet Çiçeği (Yön: Onur Aydın, Yapımcı: Gülay Kuriş)
En İyi Yönetmen Ödülü: Nisan Dağ, Esra Saydam (Deniz Seviyesi)
En İyi Senaryo Ödülü: Derviş Zaim (Balık)
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Deniz Özdoğan (İçimdeki Balık), Damla Sönmez (Deniz Seviyesi)
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Tansu Biçer (Toz Ruhu), Ahmet Rıfat Şungar (Deniz Seviyesi)
Jüri Özel Ödülü: Settar Tanrıöğen (Yağmur-Kıyamet Çiçeği, Toz Ruhu ve Nergis Hanım filmlerindeki performansı ile)
En İyi Müzik Ödülü: Kyle Woodworth (Deniz Seviyesi)
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü: John Wakayama Carey (Deniz Seviyesi)
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü: Osman Özcan (Toz Ruhu)
En İyi Kurgu Ödülü: Özcan Vardar (Deniz Seviyesi)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Esra Bezen Bilgin (Silsile)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Serkan Keskin (Silsile)
Türkan Şoray Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü: Begüm Akkaya (Nergis Hanım)
Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü: Aytaç Uşun (Silsile)
Siyad En İyi Film Ödülü: Yağmur-Kıyamet Çiçeği (Onur Aydın)
Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Murat Düzgünoğlu (Neden Tarkovski Olamıyorum)

Altın Koza 2014 İzlenimleri – 3. Gün: Stratos, Düşmanın Yolu, Toz Ruhu

Stratos (To Mikro Psari):

Stratos (To Mikro Psari)

Sadece Altın Koza’da değil, son yıllarda festivallerde ve sinemalarda izlediğimiz Avrupa’dan gelen filmlerin önemli bir kısmının bir şekilde ekonomik krizi konu etmeleri bir tesadüf değil. Yunan yapımı Stratos da bir kiralık katilin bile ek iş olarak fırında çalışabileceğini gösteriyor (cümleyi tersten de kurabiliriz, ek iş olarak kiralık katillik yapan bir fırın işçisi gibi). Aslında Stratos kendi mütevazı hayatında çok paraya ihtiyaç duymuyor, fırın işçiliğinden kazandığı para ona yetecek gibi. Ama hapiste hayatını kurtaran arkadaşına yardım etmek onun için bir onur meselesi. Aslında onun için adam öldürmek de fırında çalışmaktan çok farklı değil. Gençliğinde duygularına yenik düşüp cinayet işlemiş belki ama bugün işimi yaparım, gerisine karışmam modunda. Çevresinde yakınlık hissedip duygularını gösterdiği tek kişi de komşularının küçük kızı. Ne zaman ki komşuları ile ilgili bir mesele ortaya çıkıyor, işte o zaman inisiyatif alıyor.

Bu tip yalnız katil hikâyeleri kaçınılmaz olarak Melville’in Le Samouraï’sini akla getiriyor. Ortak nokta olarak bu filmin de atmosfer ağırlıklı olduğu söylenebilir. Yönetmen Yannis Economides bir aksiyon filmi yapmaktan ziyade sessiz ve derinden gelişen bir film yapmayı tercih etmiş. Pek çok sahneye eşlik eden, sadece ufak gitar dokunuşlarından oluşan müzik de bu atmosferi oluşturmakta etkili. Festivalin çok adı duyulmayan ama iyi filmlerinden. Vizyona girebileceğini zannetmiyorum ama başka festivallerde karşınıza çıkarsa bir şans verin derim.

Düşmanın Yolu (Two Men in Town):

Düşmanın Yolu (Two Men in Town)

Düşmanın Yolu, yönetmen Rachid Bouchareb’a tamam fena film yapmamışsın ama elinde böyle bir oyuncu kadrosu varken çıka çıka bu mu çıktı dedirtiyor. Aslında konu ilgi çekici. 18 yıl sonra hapisten şartlı tahliyeyle çıkan bir adam yardımcısını öldürdüğü şerifle ve eski arkadaşlarıyla karşı karşıya geliyor. Hapisteyken Müslümanlığı seçmiş olan William, gençliğinde yaptığı hatalardan ders almış gibi görünüyor ama kimi zaman yeniden o öfke patlamalarını yaşayabileceğine dair sinyaller de veriyor. Bu arada bankada tanıştığı bir kadınla bir gönül ilişkisi de kurmaya çalışıyor yavaş yavaş. Ama geçmişi onu rahat bırakmıyor işte.

Bu kısa özet sonrası filmden beklediğiniz hemen her şey tek tek gerçekleşiyor. Yönetmen zaten finali en baştan gösterdiği için filmi şimdi ne olacak şeklinde bir merak duygusundan çok karakter nasıl bu noktaya geldi sorusu üzerinden ilerletmek istediği açık. Bunun için de karakterlerin ilgi çekici olması gerek. Biri hariç olamıyor. O biri de Brenda Blethyn’ın “bizim emekli komşu Ayşe teyze” fiziği ve havasıyla canlandırdığı şartlı tahliye memuru Emily. Onun kendi hayat hikâyesiyle ilgili çok fazla bir şey öğrenmesek de tatlı sert tavrı, ülkenin bir köşesinde ailesinden uzak yaşayan bağımsız bir kadın olması onu ilgi çekici bir karakter yapıyor. Başrolde Forest Whitaker, Müslümanlığı seçmesine fazlaca vurgu yapılan karakterinde fena sayılmaz ama onun için kolay bir rol zaten. Filmin en fecisi ise normalde çok sevdiğim bir oyuncu olan Harvey Keitel. Artık film sırasında çok mu sıkıldı, yönetmenle mi atıştı bilinmez, zaten az sahnem var, bitse de gitsem modunda.

Toz Ruhu:

Toz Ruhu

Toz Ruhu, kısa filmleriyle çok sevdiğimiz, yıllar önce Ankara sinemalarında aynı salonlarda onlarca film izlediğimiz Nesimi Yetik’in nicedir beklediğimiz ilk uzun metrajlı filmi. Benim için Altın Koza’nın en merak ettiğim filmiydi belki de. Neyse ki karşımıza iyi bir film çıktı.

Film bir erkek gündelikçi olan, kendi deyimiyle hobi olarak da fantezi müzik yapan Metin’in hayatından bir kesit sunuyor. Filmin öncelikle dikkat çeken noktası Tansu Biçer’in büyük bir başarıyla canlandırdığı bu karakter zaten. Karakter en ufak ayrıntılarıyla ince ince çizilmiş. Film ilerledikçe giderek içimizde yaşayan tanıdığımız bir karakter olmaya başlıyor. Diğer karakterler ile konuşmalarından, geçmişine dair kimi detayları da yakalamak mümkün. Örneğin müziğin zaten onun için bir hobinin çok ötesinde olduğunu hissediyoruz ama film ilerledikçe onun İstanbul’a gelmesinin nedeninin aslında müzik olduğunu öğreniyoruz.

Metin karakteri filmde çok baskın bir yer tutuyor, hatta onun olmadığı hiçbir sahne yok belki de ama yan karakterler de aşağı kalmıyor. Özellikle İstanbul’a acemi birliğine gelen yeğen rolünde Aytaç Uşun çok başarılı. Aslında tüm oyuncular ile ilgili benzer cümleleri kurmak mümkün. Metin’in hayatına şöyle bir giren tüm karakterler, yaşadıkları yerler, tarzları, giyinişleri ben bu adamı/kadını tanıyorum dedirtecek kadar gerçek. Hadi bir eleştiri yapmış olayım, bir tek Settar Tanrıöğen’ın karakteri fazlaca Saldıray Abi’nin tekrarı gibiydi.

Teknik açıdan filmin düşük bir bütçeyle çekildiği anlaşılıyor. Çok kusursuz bir ses ve görüntüsü yok belki ama bu da doğallığı arttırıyor. Sadece ses konusunda zaman zaman ufak nesnelerin seslerinin diğer sesleri bastıracak kadar yüksek duyulduğunu söyleyebilirim. Ancak yönetmen filmden önce salonun ses ve görüntüsünden şikâyetçi olduğunu söylemişti. Bir miktar sorunlu olarak izlemiş olabiliriz.

Film sonrası yapılan eleştirilere bakıldığı zaman karakter çalışmasının çok iyi olduğu konusunda hemen herkes hemfikir gibi gözüküyor. Filmin başarılı olup olmadığı ile ilgili ayrı düşülen nokta bu karakterin nasıl bir hikâyede yer aldığı konusu. Ama belli ki Nesimi, sadece karakterin hayatından bir kesit ortaya koymaya çalışmış. Filmi geleneksel bir senaryo yapısından bilerek uzak tutmuş. Bu durum kabul edilerek izlendiğinde ortada başarılı bir film var kanımca.

Altın Koza 2014 İzlenimleri – 2. Gün: Islah Sınıfı, İki Gün, Bir Gece, Cesaret, Çıkış

Islah Sınıfı (Klass Korrektsii / Corrections Class):

Islah Sınıfı (Klass Korrektsii / Corrections Class)

Çeşitli fiziksel rahatsızlıkları olan gençler için kurulmuş bir sınıf çevresinde yaşananları anlatan Islah Sınıfı, yeni gelen bir öğrencinin sınıf üzerindeki etkileri ile iyi bir başlangıç yapıyor. Film boyunca özürlü gençleri eksik bir birey olarak görenlerin sadece uzak çevredekiler değil, öğretmenleri ve aileleri de olduğunu görüyoruz. Hatta bazı ailelere göre onların cinsellik yaşamaya bile hakları yok. Zaten bacakları tutmayan ya da sadece boyu kısa olan gençlerin bu sınıfa dahil edilmesini anlamak güç. Öğrenme zorluğu olsa kabul edilebilir ama belki de onlar “normal” sınıftakilerden daha hızlı öğreniyor.

Okulun bazı şeyleri sadece göstermelik olarak yapması da filmin içine yedirilmiş. Filmin belli bir bölümünde arka planda tekerlekli sandalye için rampa yapıldığını görüyoruz. Nihayet rampa bittiğinde hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Yerden 10-15 santim yukarda olunca tekerlekli sandalye oraya çıkamıyor çünkü. Ama lafa gelince size rampa yaptık deniyor işte.

Böyle bir ortamda filizlenen bir ilk aşk ve bunun arkadaşlık ortamına etkisi de filme başarılı bir şekilde yansımış. Filmin iyi yanlarından biri olarak genç oyuncuların başarılı performanslarını da övmek lazım. Ama finale doğru yaşanan şiddet olayı o ana kadar tanıdığımız karakterlerin özellikle bazılarından hiç beklemediğimiz bir hareket. Karakter ile hiç uyumlu değil. Çarpıcı bir final için zorlama olarak yazılmış bir sahne gibi.

İki Gün, Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit / Two Days, One Night):

İki Gün, Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit / Two Days, One Night)

Bilen bilir. Festivallerde genellikle sonradan vizyona gireceğini beklediğim filmleri pek izlemem. Ama Dardenne kardeşlerin İki Gün, Bir Gece filmleri programıma uyunca bir istisna yaptım. Zaten konusunu duyduğum andan beri merak ettiğim bir filmdi. Patronunuz size, fazla param yok, ya şu arkadaşını işten çıkartacağım ya da senin ikramiyeni keseceğim, hangisini yapacağıma da sen karar vereceksin derse ne yaparsınız sorusu düşündürücü. Açık konuşalım, böyle bir sorunun kolay bir cevabı yok. İşe karşı taraftan bakarsak sizin hakkınızda böyle bir konuda oylama yapılması durumu da zor. Böyle bir durumda kendinizi dilenci gibi hissetmeden arkadaşlarınıza benim işte kalmam için ikramiyenden vazgeçer misin demek de en az o kadar sıkıntılı. İşte Dardenne kardeşler her zamanki tarzları ile bu ikilem içindeki karakterleri tüm doğallığıyla anlatıyor.

Tipik bir Dardenne üslubu ile kameranın bir an bile yalnız bırakmadığı Sandra (Marion Cotillard) tüm film boyunca iş arkadaşlarını tek tek ziyaret edip onlardan ikramiyelerinden vazgeçmelerini istiyor. Aslında Dardenne kardeşlerin tarzları için Marion Cotillard kadar tanınmış bir oyuncu ile çalışmak önemli bir risk. Oyuncunun tanınmışlığı karakterin önüne geçerse Sandra karakteri yerine Cotillard’ı izliyor oluruz. Ama Cotillard bu işin altından kalkmayı, kendini karakter içinde eritmeyi başarmış. Diğer oyuncuların önemli bir kısmı ise Dardenne’lerin, ekibi topluyoruz, gelin bakalım diye çağırdığı, onların filmlerinde görmeye alışık olduğumuz isimler. Zaten bu tarza alışıklar. İşin ilginci filmde sürekli olarak aynı şey oluyor aslında ama bu çok fazla bir tekrar duygusu yaratmıyor. En iyi Dardenne’lerden biri değil belki (Rosetta hala daha etkili bir film mesela) ama kesinlikle izlenmeli.

Cesaret (Difret):

Cesaret (Difret)

Cesaret, Etiyopya’da evlenmek için kendisini kaçırıp tecavüz eden adamı vuran 14 yaşında bir kızın hukuk mücadelesini anlatıyor. Ülkede, özellikle kırsal kesimde, kızın rızası olmasa bile beğendiğin kızı kaçırmak ve onunla evlenmek bir gelenek haline gelmiş. Kız ergenliğe girmişse yaşının da çok önemi yok. Bu nedenle kızın yaptığı hareketin cezası da ölüm olarak görünüyor. Neyse ki idealist bir avukat ona yardım ediyor.

Gerçek bir olaydan alınan bu hikâye Etiyopya’daki kadın hakları hareketi için önemli bir yer tutuyor belli ki ama sinemasının iyi olduğunu söylemek güç. Kendini bu davaya adayan idealist kadın avukat başta olmak üzere tüm karakterlerin ne yapacağı, hikâyenin nasıl gelişeceği filmin en başından belli. Bunun dışında senaryoda da açıkta kalan çok nokta var. Yönetmen de hikâyesini anlatırken genel olarak bildik yolları kullanmış, farklı alternatifler denememiş. Ama film sinemasal yanından çok içeriği ve mesajı ön planda tutularak çekilmiş zaten. Angelina Jolie de tam bu nedenden filmin yapımcılardan biri belli ki. Etiyopya sinemasının bu dördüncü uzun metrajlı filmi, bizim bazı bölgelerimizde yaşananlarla da ortaklıklar içermesi nedeniyle izlenebilir ama çok şey beklememek lazım.

Çıkış (Cesta Ven / The Way Out):

Çıkış (Cesta Ven / The Way Out)

Çıkış, Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan Roman bir çiftin hayata tutunma mücadelesini anlatıyor. Belgesel kökenli olan yönetmen Petr Václav, ikisi de işsiz olan bu çifti anlatırken gerçekçi ve başarılı bir anlatım tutturmuş. Bir kaç yerde klişelere sapacakmış gibi gözükse de çok çabuk toparlıyor, hatta bununla dalga geçiyor. Örneğin bir hırsızlık meselesi var ki film o yönde ilerlerse örneğini çok gördüğümüz, yoksulluktan kurtulmak için yasa dışı yollarla para kazanmaya çalışan ama eline yüzüne bulaştıranlar hikâyesine dönüşebilirdi. Ya da finale yakın bir şey oluyor ki, ben içimden “hayır, böyle bitirme işte” derken ana karakterimizin “böyle ölsek çok saçma olur, değil mi” demesi hoşuma giden bir ayrıntı oldu. Yönetmen gerçeklik dışına çıkmadan, karakterlerin ufak gibi gözüken sorunlarının tek tek çıkışsızlığı büyüten yeni bir tuğla olduğunu gösteriyor. İzlenebilecek bir film, yine de günün dördüncü filmi olmasının ve filmin atmosferinin ağırlığının da etkisi olabilir ama sonlara doğru filmin biraz yorduğunu ve dikkatimi vermekte zorlandığımı da söylemeliyim.

Altın Koza 2014 İzlenimleri – 1. Gün: Yaz Gecesi Tangosu, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, Motör, Nam-ı diğer Remake, Remix, Rip-Off, İnadına Film Çekmek

Blog yazılarına bir süre ara vermiştim. Adana Altın Koza ile festival sezonu ile birlikte blog güncelleme sezonu da açıldı diyebiliriz. İşte festivalin ilk gününde izlediğim dört belgesel (aslında festivalin ikinci günü ama benin için ilk günü):

Yaz Gecesi Tangosu (Mittsommernachtstango / Midsummer Night’s Tango):

Yaz Gecesi Tangosu (Mittsommernachtstango / Midsummer Night's Tango)

Yaz Gecesi Tangosu bol müzikli, keyifli bir belgesel. Film genellikle Güney Amerika’dan çıktığı kabul edilen tangonun aslında Finlandiya’da doğduğu tezini ortaya koyarak başlıyor. Aslında film devam ettikçe bu tez üzerinde çok fazla durmuyor ama bu çok da önemli değil. Zaten yönetmenin asıl niyeti bir müzik tarihi belgeseli yapmaktan ziyade, Finlandiya’yı gezen üç Arjantinli müzisyeni takip eden bir yol filmi yapmak. Bu yolculuk sırasında iki farklı kültürden gelen ama benzer müzik yapan insanları bir araya getiren ortak noktaları görüyor, bolca müzik de dinliyoruz. Filmin başındaki teoriyi dillendiren Aki Kaurismäki de filmin bonusu.

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek:

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek

Gezi belgeselleri arasında çok fazla iyi örnek izleyememiştik. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, sevdiğim bir yapım oldu. Film her ne kadar Gezi olaylarına ortasından bir yerlerden girse de farklı insanlar üzerinden süreci iyi takip etmiş. Bu anlamda niçin bizim böyle bir Gezi belgeselimiz yok dediğimiz Meydan’ı anımsatıyor biraz. Doğrudan film için çekilmemiş kimi arşiv görüntülerini yerli yerinde kullanması, yaptığı kimi görsel ve işitsel seçimler de başarılı. Bir belge olarak da önemli. Filmin en büyük sıkıntısı süresinin fazla uzun olması ve zaman zaman kendini tekrarlaması. Özellikle farklı görüşten insanlar olarak bir aradaydık, önyargılarımızı kırdık mesajı veren kısmı biraz fazla kaçmış.

Sanırım bundan sonra bu tip belgesellerin eğileceği alan, böyle günler yaşadık, hiç bir şey eskisi gibi olmayacak dedik ama devam eden süreçte ne oldu, sonraki iki seçimde neden bu sonuçlar alındı kısmı olmalı. Açıkçası direnişin içinde ya da yanında olan bizler toplumun pek çok kesiminin aynı görüşte olduğunu düşündük. Ya öyle değilmiş ya da sonradan kaybetmişiz belli ki. Festivalde filmin konusunu bilmeden filme giren (henüz festival kataloğu yok, festivalin web sitesinde de bu filmle ilgili bilgi yok), Gezi direnişi ile ilgili olduğunu anlayınca ilk 15 dakikada salonu terk eden çok sayıda kişi bu konuda iyi bir gösterge olabilir.

Motör, Nam-ı diğer Remake, Remix, Rip-Off (Remake, Remix, Rip-Off: About Copy Culture & Turkish Pop Cinema):

Motör, Nam-ı diğer Remake, Remix, Rip-Off (Remake, Remix, Rip-Off: About Copy Culture & Turkish Pop Cinema)

Remake, Remix, Rip-Off festivalin merak ettiğim belgesellerindendi. Çoğunlukla bir dönem Yeşilçam sinemasının B-sınıfı filmlerini konu alan belgeselin zaman zaman konuyu biraz dağıttığı söylenebilir ama gayet tatminkârdı yine de. Yokluklar içinde, bir yandan sinema aşkı, bir yandan aile geçindirme derdiyle sinema yapmanın nasıl bir şey olduğunu hissettiriyordu seyirciye. Yönetmen Cem Kaya da sağlam bir arşiv çalışması yapmış ve bu arşiv çalışmasında bulduğu filmleri başarılı bir şekilde kurgulamış. Özellikle dönemin birbirine çok benzer sahnelerini arka arkaya dizdiği sekans çok başarılıydı.

Filmin zaman zaman konuyu biraz dağıttığından bahsettim. Buna örnek olarak da başlı başına bir belgesele konu olabilecek Emek Sineması’nın yıkılma sürecinin ya da Yılmaz Güney figürünün ele alınmasını verebiliriz. Bu konular hem filmin ana konusu içinde biraz ekleme gibi duruyordu hem de kısaca bahsedince hakkı verilemiyordu. Bunun yanında bir dönemin Yeşilçam filmleri ile bugünün televizyon dizileri arasında kurulan ortaklık gayet başarılıydı.

Belli ki filmdeki söyleşilerin çekimleri de epey uzun bir zamana yayılmış. Metin Erksan, Halit Refiğ (üstelik bu iki büyük isim yan yanaydı), Rekin Teksoy gibi nice özlemle andığımız isimler vardı filmde. Konuyla ilgili farklı belgeselleri izleyenler ya da Çetin İnanç, Yılmaz Atadeniz ve Kunt Tulgar gibi isimlerin söyleşilerini takip edenler için tekrarlar vardı ama döneme ilgi duyanlar kaçırmamalı. Sadece ve sadece sabit kameranın Yeşilçam’da nasıl şaryo haline getirildiğini görmek için bile izlenebilir.

İnadına Film Çekmek:

İnadına Film Çekmek

İnat Hikayeleri filminin çekimlerini anlatan İnadına Film Çekmek nicedir merak ettiğim bir filmdi, kısmet Adana’yaymış. Çoğunluk açılış törenindeyken ben bu filmi izliyordum. Film topu topu iki kişiyle film çekmeye girişmek gibi zorlu bir işi anlatıyor. 2003 yılında yönetmen olarak Reis Çelik, oyuncu olarak da Tuncel Kurtiz Çıldır’a giderek İnat Hikayeleri’ni çekiyorlar. Ortada ne bir senaryo var, ne de başka bir profesyonel oyuncu. Diğer tüm oyuncular bölge halkından seçildiği gibi teknik ekip de onlardan. İşte İnadına Film Çekmek de bunun belgesi.

Film kamera arkasını anlattığı zamanlarda gayet ilgi çekici. Sürekli tekrarlanmak zorunda kalan bir sahne, bu sahnede sürekli rakı içen Kurtiz ve karşısında rakıyı susuz götüren, 105 yaşında ilk defa oyunculuk yapan bir abimiz filmin en keyifli yanlarıydı. Bunun yanında kar fırtınası içinde fedakârca çalışan yöre halkını görmek de ilgi çekiciydi. Fakat filmin şöyle bir sıkıntısı var. Zaman zaman belgesel olduğunu unutup İnat Hikayeleri’ndeki hikayeleri anlatmaya girişiyor. Hâlbuki o filmi zaten izlediysek o hikâyeleri de biliyoruz. Bu belgeseli İnat Hikayeleri’nin tamamlayıcısı ve sadece kamera arkası öykülerini anlatan bir yapım olarak görmek daha doğru olurdu.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Eylül 2014
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: