İnsan Sermayesi (Il Capitale Umano / Human Capital):
Aynı hikâyeyi birden fazla karakterin bakış açısından anlatmak çok yeni bir buluş değil belki ama zekice yazılmış bir senaryo ile birlikte hâlâ ortaya iyi filmler çıkartabiliyor. İnsan Sermayesi de böyle bir film. Yılbaşı gecesinde bir arabanın çarpıp kaçması ile hayatını kaybeden bir işçi ile başlayan film, altı ay öncesine dönerek olaya karışmış olabilecek çeşitli karakterlerin her birine birer bölüm ayırarak bu altı ayı birkaç kez farklı açılardan gözler önüne seriyor. Her ne kadar filmin ana çatısı, o arabayı kim kullanıyordu gizeminin çözülmesi üzerine kurulsa da kısa sürede bu sorunun aslında çok da önemli olmadığını görüyoruz. Evet, bu soru filmin son bölümüne kadar geçerliliğini koruyor ama hem izlediğimiz pek çok olayın aslında kaza ile bir ilgisi yok, hem de olay çok da gizemli değil aslında.
Filmin asıl derdi ekonomik bir krizin ortasındaki İtalya’da farklı sınıflardan karakterleri aynı öykü içinde toplayabilmek. Daha önce de belirttiğimiz gibi festivallerde öne çıkan filmlerden hatırı sayılır bir kısmında ekonomik kriz önemli bir yer tutuyor. Film normalde hemen hiçbir ortak noktaları olmamasına rağmen, çocuklarının arkadaşlıkları nedeniyle yan yana gelen iki aileyi anlatıyor. Ana karakterlerimiz, kızının zengin bir ailenin oğluyla arkadaşlık etmesinden çok memnun gözüken, rahatsız edici derecede sokulgan Dino, onun kızı Serena ve zengin ailenin pek etliye sütlüye karışmayan, daha doğrusu kocası Giovanni tarafından sürekli olayların dışında tutulan annesi Carla. Dino’nun, elindeki (bir kısmı kendisine ait olmayan) tüm parayı Giovanni’den aldığı tavsiyeyle bir hisse senedine yatırması ve bu senedin sürekli değer kaybetmesi ana hikayelerden biri. Eski bir oyuncu olan Carla ise kocası ile yaşadığı sorunları ve hayatında hissettiği boşluğu ona eski günlerini hatırlatacak bir sanat faaliyeti ile unutma derdinde. Serena’nın hikâyesi ise daha çok bir gençlik aşkı üzerinden gelişiyor.
Bir roman uyarlaması olan İnsan Sermayesi, öncelikle her bölümün birbirini tamamlayan yapısı ile dikkati çekiyor. Karakterlerin bazı hareketleri neden yaptıklarını aynı sahneyi bir başka bakış açısıyla gördüğümüzde anlıyoruz. Örneğin bir karakterin ağlamasının ya da bir yere gecikmesinin nedeni diğer bölümde belli oluyor. Ya da ilk başta farklı bir anlamı olduğunu sandığımız bir hareketin ilk algıladığımızdan farklı olduğunu daha sonra anlıyoruz. Bu anlamda gayet zekice yazılmış bir senaryo var karşımızda. Bir tek iki genç arasındaki ilişki konusu çok iyi çözülememiş gibi geldi ama onun da detayını filmin gelişmelerini açık etmeden veremiyorum.
Oyunculuk açısından da gayet sağlam olan İnsan Sermayesi (bir tek Valeria Golino biraz harcanmış sanki), Filmekimi’nde de gösterilecek. Diğer filmler arasında çok öne çıkmıyor belki ama İtalya’da pek çok ödül töreninde geçen yılın en iyi filmlerinden Muhteşem Güzellik’in önüne geçmiş bir filmden bahsettiğimiz unutulmamalı.
Ayrı Dünyalar (Zwischen Welten / Inbetween Worlds):
Amerika ve Avrupa ülkeleri dünyanın geri kalan bölgesindeki çeşitli ülkelere o ya da bu nedenle sıklıkla asker gönderiyorlar. Elbette bu askerlerin hikâyeleri sinema için önemli bir kaynak oluşturuyor. Bu tip filmler farklı bakış açılarıyla çekilebiliyor. Oradaki askerleri kahraman birer iyilik meleği, karşısındakileri de tümüyle kötü olarak gösterip militarist bir söylem tutturmak da mümkün, olaya eleştirel açıdan bakıp burada ne işimiz var demek de. Bir de olaya doğrudan insani bir açıdan bakıp oradaki askerlerin durumlarına odaklanmak mümkün. Feo Aladağ ikinci filmi olan Ayrı Dünyalar’da Afganistan’daki Alman askerlerini anlatırken her ne kadar onların olumlu yönlerini öne çıkarsa da daha çok duygularına odaklanmaya çalışmış. Film boyunca kardeşini de Afganistan’da görev yaptığı yere yakın bir yerde kaybetmiş olan Jesper’ın yanındayız. Onun Taliban karşısında yer alan yöre halkı ve aralarındaki iletişimi sağlayan Tarık ile yavaş yavaş kurduğu dostluğa tanıklık ediyoruz.
Film her ne kadar tümüyle militarist bir atmosfer sergilemese de batıya gitmeyi, İngilizce öğrenmeyi Afganlı gençler için tek çare gibi göstermesi biraz rahatsız ediyor. Karamsar finali Afganistan’ı içeriden düzeltmenin mümkün olmadığı mesajını veriyor adeta. Yine de merak unsurunu ayakta tutan hikâyesi, başarılı görüntüleri ve oyunculukları ile izlemeye değer bir film. Ama daha iyi olabilirdi demekten de kendini alamıyor insan.
Dile Veda (Adieu au Langage / Goodbye to Language):
Jean-Luc Godard. Sinema sanatının bu büyük ismi her zaman bir yenilik peşindeydi. 83 yaşında hâlâ öyle. Evet, kendisi bir süredir seyircinin filmlerinden ne anladığını hiç önemsemiyor belki ama herkesin bambaşka bir anlam çıkarabileceği filmlerinin üzerinde ince ince düşünüyor belli ki. Artık bir Godard filmine gittiğinizde giriş-gelişme-sonuç kalıbı içeren bir film görmeyeceğinizi biliyorsunuz. O klasik film gramerini yıkalı çok oldu. Bu nedenle bir süredir Godard filmlerini yorumlamayı da bıraktım ben. Bildiğimiz anlamda bir film eleştirisi de onun filmleri için çok uygun değil çünkü. Filmlerinden herkes bambaşka bir anlam çıkarabilir. Anlamı bırakın filmin konusu neydi dediğiniz zaman bile bambaşka cevaplar alabilirsiniz. Dile Veda da böyle bir film. İzleyin, isterseniz filmin yarısında çıkın ama kendi kararınızı verin diyeceğim ama önce Godard ve yenilikçiliği üzerine birkaç kelam daha edeyim.
Godard bir süre önce 3 boyutlu filmlere merak saldı ve bu filmde görüyoruz ki bu teknik üzerine genç meslektaşlarından daha fazla düşünmüş. 3D’yi ucuz heyecanlar yaratmaktan ziyade sinemanın görsel algısını yenileyecek şekilde nasıl kullanırım demiş ve olayı farklı bir noktaya taşımış. Sadece 3D anlamında değil, Godard hala film dili üzerinde farklı şeyler yapmaya devam ediyor. Örneğin filmin birbirini takip eden farklı bölümlerden oluşacağı izlenimi verdikten sonra onu da kırıyor. Tam da bu ve benzeri nedenlerden ötürü Godard hâlâ sinema için çok önemli bir yönetmen. Filmlerini sevelim ya da sevmeyelim, sinema camiasında bu kadar önemli bir yerde olup bu kadar deneysel işler yapan başka bir sinemacı yok ve sinemanın gelişmesi için birilerinin böyle şeyler yapması da gerekli. Godard, o ya da bu nedenle sinemayı bıraktığında yeri kolay kolay doldurulamayacak bir boşluk oluşturacak.
Beyaz Gölge (White Shadow):
Batıl inanç denen şey çok tuhaf bir olgu, insanların neye inanacağı belli olmuyor. Tanzanya’da (ve Afrika’nın bazı bölgelerinde) albinoların bazı organlarının kimi hastalıkları iyileştirdiği yolunda bir inanç var. Ne yazık ki bu inanç nedeniyle öldürülen albinolar var. Beyaz Gölge bu gerçek olaylardan yola çıkarak yazılmış kurmaca bir hikâye oluşturuyor.
Filmin başında ana karakterimiz olan Alias’ın babası tam da yukarda bahsettiğim olaydan dolayı vahşice öldürülür. Alias’ın başına da aynı şeyin gelmesinden korkan annesi de onu şehirdeki dayısının yanına gönderir. Ama büyük şehirde küçük insanların hayatı da o kadar kolay değildir. Beyaz Gölge söz konusu albino meselesinin üzerine bir de şehirde yaşananlar eklenince giderek daha karamsar bir noktaya doğru giden, görsel olarak da karanlık bir film. Arka planda sürekli olarak devam eden boğucu müziğin etkisiyle (ki bence müzik biraz fazla kullanılmış) daha da ağırlaşan bir atmosferi var. Film bittiğinde bir kâbustan uyanmış gibi rahat bir nefes alıyorsunuz. Bu yorumları film kötüydü anlamında söylemiyorum, yönetmen belli ki tam da filmin her geçen dakikada üzerinize çökmesini, içinize oturmasını hedeflemiş, bunu da işin içine duygu sömürüsü katmadan, hatta zaman zaman belgesele yakın bir üslup kullanarak gerçekleştirmiş. Bu anlamda istediğini yapmayı beceren ama izlemesi zorlu bir film.
0 Yanıt to “Altın Koza 2014 İzlenimleri – 5. Gün: İnsan Sermayesi, Ayrı Dünyalar, Dile Veda, Beyaz Gölge”