Geçtiğimiz Pazar akşamı biten Adana Altın Koza Film Festivali’nden son iki günün film yorumları eksik kalmıştı. İşte dördüncü gün:
Malik Olmak veya Olmamak (To Have and Have Not):
Festivallerde yeni filmleri izlemek elbette keyifli ama klasik filmleri beyazperdede izleme şansı bir başka. Altın Koza bu yıl yakın zamanda kaybettiğimiz Lauren Bacall anısına bir bölüm ayırırken, Orhan Kemal’in 100., Chaplin’in 125., Shakespeare’nin ise 450. doğum yıllarını da unutmadı. Ne yazık ki bu bölümlerde yer alan filmleri iyi tanıtabildiğini söylemek zor. Ulusal yarışma filmleri ve yılın yeni yapımlarının yanında bu filmler pek fazla ön plana çıkamadı. Zaten festivalin web sayfasında bu filmler ile ilgili bilgi bile yoktu. Aralarından Bacall ve Bogart’ın beraber oynadıkları filmler özellikle dikkatimi çekti. Önceden izlemiş olsam da bu ikiliyi sinema perdesinde görmek gerekliydi.
Bogart ve Bacall’ın tanıştıkları film olarak sinema tarihine geçen To Have and Have Not aynı zamanda sinema tarihinin en ünlü repliklerinden “ıslık çalmayı biliyorsun, değil mi Steve” cümlesini de içerir. Yıllar önce izlerken farkına varmamıştım ama film belirgin bir şekilde bir yıl önce çekilen ve büyük başarı toplayan Casablanca model alınarak yapılmış ve o filmi seven seyirciyi hedeflemiş. Tıpkı Casablanca gibi İkinci Dünya Savaşı yıllarında egzotik bir mekânda geçen filmde Humphrey Bogart neredeyse Casablanca’daki Rick ile aynı karakteri oynuyor. Etrafında olanları umursamayan, sadece kendi kazancına bakan, daha doğrusu dışardan öyle görünen ama kalbinde iyiden yana bir karakter. Yine ortada Nazilerden kaçmaya çalışan bir çift var. Hatta barın sempatik müzisyeni bile unutulmamış. Elbette Bogart’ın bir de aşkı var. İşte o karakteri bu kez Ingrid Bergman yerine, o yıllarda yepyeni bir keşif olan gencecik Lauren Bacall canlandırıyor (film sırasında 19 yaşında ama kesinlikle daha olgun duruyor).
Doğrusunu söylemek gerekirse uyarlandığı romanın altında Ernest Hemingway’in, senaryonun altında da William Faulkner’in imzasını görünce insan daha sağlam bir hikâye bekliyor (hoş Hemingway en kötü romanım demiş ama). Ama aradan geçen yıllarda filmin hikâyesinin çok da önemi kalmamış zaten. Film setinde alevlenen Bogart-Bacall aşkı tüm ateşiyle perdeden seyirciye geçiyor. İkilinin bu filmdeki rolleri ile sinemanın en seksi çiftlerinden biri olarak anılmaları boşa değil. Seksilik denen şeyin ucuz cinsellik pazarlaması ile aynı şey olmadığını da çok net gösteriyor. Hikâye sıkıntılı olsa da diyalogların son derece başarılı olduğunu söylemek gerek. Sırf ikili arasındaki muhteşem atışmaları dinlemek için bile izlenebilecek bir film. O halde o meşhur ıslık diyalogunu tekrar hatırlayalım:
Birleşen Kalpler (The Big Sleep):
Bogart-Bacall ikilisinin beraber oldukları ilk film için hikâye yetersiz ama diyaloglar iyi dedikten sonra ikilinin sonraki filmi The Big Sleep için de hikâye çok karışık ama diyaloglar iyi demek mümkün. Tıpkı ilk film gibi Howard Hawks’ın yönettiği ve senaryo yazarlarından biri olarak da yine William Faulkner’in adını gördüğümüz bu film, bu kez bir başka ünlü yazarın, Raymond Chandler’ın romanından uyarlanıyor. The Big Sleep, dönemin film-noir’larının tipik bir örneği aslında. Humphrey Bogart, meşhur dedektif Philip Marlowe’u tüm karizmasıyla canlandırıyor. Marlowe, tüm kadınların bir anda âşık olduğu, şeytan tüyü olan, aynı zamanda zeki, cesur ve hazırcevap bir dedektif. Lauren Bacall da tehlikeli bir femme fatale. Aslında bu filmin de en çekici unsuru ikili arasındaki çekim. Zaten çekildikten sonra bir süre gösterime girememiş olan film ilk haline göre epey değiştiriliyor ve To Have and Have Not’ın başarısı göz önüne alınarak Bogart ve Bacall arasındaki sahneler arttırılıyor. Ama Bogart’ın filmdeki tüm kadınlarla atışmaları izlemeye değer zaten.
Filmin en büyük sıkıntısı ise hikâyenin çok fazla karakter içermesi ve fazlasıyla karışık olması. Zaten film de yoğun olarak diyaloglarla aktığı için kimin eli kimin cebinde, kim kimi neden öldürdü sorularını cevaplamak için epey dikkatli izlemek gerekiyor. Bu karışıklığın bir nedeni doğrudan uyarlandığı romanın da karışık olması. Bir şehir efsanesi olabilir ama senaryo yazarlarının, romanın yazarı olan Raymond Chandler’ı arayıp şu karakteri kim öldürdü diye sorduklarında ben de bilmiyorum şeklinde bir cevap aldıkları söylenir. Bunun yanında Bogart-Bacall ikilisinin sahnelerini arttırmak için bazı karakterler ile ilgili sahnelerin çıkartıldığı da biliniyor. Filmin aleyhine olan unsurlardan biri de dönemin sansürü. Romanda yer alan çıplaklık ve eşcinsellik gibi unsurlar mecburen filmden çıkartılmış ya da değiştirilmiş. Romanı bilmeseniz bile filmi izlerken bir şeylerin üstünün kapandığını ya da bir otosansür olduğunu hissediyorsunuz. Filmi izlerken, bunca filmin yeniden çevrimi yapılıyor, hâlbuki kötü olmamakla beraber eksik olduğu için The Big Sleep bunu en fazla hak eden filmlerden biri diye düşündüm. Aslında bunu ilk düşünen değilim elbette. Filmin 1978 yapımı, Robert Mitchum ve Sarah Miles’ın başrolleri paylaştıkları bir versiyonu daha var. Onu izlemediğim için bir yorum yapamıyorum ama çok iyi olmadığı söyleniyor. Belki de bu romanın bir filme daha ihtiyacı var.
Neticede The Big Sleep de en başta oyuncuları için izlenmeyi hak eden bir film. Bazı David Lynch filmleri için de söylediğim şeyi söyleyeceğim: “Filmin her ayrıntısını anlamaya gerek yok, izlerken keyif aldınız mı? Tamam o zaman.” The Big Sleep de yeteri kadar keyif veriyor.
Beni Anla (Incompresa / Misunderstood):
Asia Argento’nun sevdiğimiz arıza kadınlar grubunda müstesna bir yeri vardır. Dario Argento’nun kızı olmanın da bu arıza olma durumunda etkisi vardır diye düşünürdük. Anlaşılan doğruymuş. Asia, yönetmen ve senaryo yazarı olarak imza attığı bu üçüncü filminde 1984 yaşında dokuz yaşında olan, annesi ve babası ünlü insanlar olan Aria adında bir kızı konu ediyor. Asia’nın da 1984 yılında dokuz yaşında olduğunu, onun da anne ve babasının ünlü insanlar olduklarını düşünürsek anlatılan hikâyenin otobiyografik unsurlar taşıdığına şüphe yok. Zaten Asia ve Aria adları da yeteri kadar birbirine benziyor (daha da ötesi, ufak bir Google araması Asia Argento’nun ilk adının Aria olduğunu gösteriyor zaten).
Beni Anla, bir yandan küçük Aria’nın sınıfın havalı çocuğuna duyduğu ilk aşkı, ona âşık olan tombul çocuğu, en yakın arkadaşı ile yaşadığı maceraları anlatırken bir yandan da evliliklerinde boşanmaya varan ciddi sorunlar yaşayan anne ve babasının peşinde oradan oraya savrulmasını da onu ediyor. Filmde anlatılan pek çok olayın Asia Argonto için önemli anlamlar içerdiğini düşünmek yanlış olmaz ama seyirci olarak bu tip sorunlu bir ailede yaşanan büyüme hikâyelerinden çok fazla izledik. Açıkçası eli yüzü düzgün bir film olmakla birlikte Beni Anla’nın benzerlerinden kendini ayıracak bir yönü olduğunu söylemek zor. Yine de filmin en iyi yanının Aria’yı canlandıran Giulia Salerno ve filmin cıvıl cıvıl renk paleti olduğunu söyleyebiliriz.