10-11-12 Aralık 2012 tarihleri arasında 10 farklı ilde eş zamanlı olarak düzenlenen ve toplam 11 farklı film gösterilen AB İnsan Hakları Film Günleri’nde 8 film izleme fırsatı buldum (diğer 3 filmi zaten daha önce izlemiştim). İzlediğim filmlerle ilgili görüşlerimi kısaca paylaşmadan önce etkinliğin geneli ile ilgili bir kaç kelam edelim (genel olarak Ankara’daki etkinlikle ilgilidir yazdıklarım, diğer illerde durum farklı olabilir).
Aslında aynı anda 10 ilde düzenlenen bu etkilik epey kapsamlı bir etkinlik, ancak duyurusunun yeterince yapılmadığını görüyoruz. Gösterimler ücretsiz, seçilen filmler de belli bir seviyenin üzerindeyken filmerin hemen hepsinde salonda yer kalmamış olmasını umardım. Halbuki, özellikle ilk gün ilgi oldukça düşüktü. Salonun dolu olduğu seanslar da yok değildi ama onlar da genellikle bir organizasyon olarak okulların geldiği ya da elçilik davetlilerinin ilgi gösterdiği senaslardı. Halbuki Ankara’nın sadık festival seyircilerinden pek azını salonlarda görebildik. Önümüzdeki yıllarda tanıtımın daha iyi olmasını umalım. Hoş tanıtım iyi olsaydı belki de gerçekten film izlemek isteyenler salonlara giremeyecekti. Belki de böylesi daha hayırlı olmuştur.
Gelelim filmlere:
Lotte ve Aytaşının Sırrı (Lotte ja Kuukivi Saladus / Lotte and the Moonstone Secret):
Lotte ve Aytaşının Sırrı hitap ettiği yaş kitlesi epey küçük olsa da çok renkli, eğlenceli, cıvıl cıvıl bir animasyondu. Güzel bir çocuk filmi yapmak için illa ki Pixar’a özenmek gerekmediğini gösteriyordu. Filmde en çok hoşuma giden şey hayalgücünü sınırlamaması oldu. Aydan gelen üç kulaklı tavşanlar, denizden tutulan krepler, rüyalar dünyasında birbirlerini bulan karakterler hep bu filmdeydi. Aman çocuklar yanlış öğrenmesin diye bir açıklama çalışması da yoktu. Bu arada filmi sessiz sedasız izleyen ufaklıklar hangi okuldan geldilerse takdir ettim. Film izlerken konuşulmayacağını erkenden öğrenmişler (ya da öğretmenlerinden çok korkuyorlardı, bilemiyorum). Halbuki aynı filmi izleyen gayet yetişkin bazı seyirciler bunu öğrenememişti henüz…
Denizdeki Adam (Man at Sea):
Yunanistan’dan gelen Denizdeki Adam filmi göçmenlik meselesi ile ilgili iyi bir hikaye yakalamış. Farklı nedenlerden dolayı kendi içinde bir suçluluk duygusu yaşayan bir kaptanın 30 mülteciyi gemisine alması sonra da onları hiç bir yere bırakamaması iyi bir konu. Bir süre sonra denizin ortasında tek başlarına kalan mülteciler ve gemi ekibinin hem psikolojij hem de fiziksel çatışması iyi işlense çok ilginç bir film olabilirmiş. Fakat festivallerde epeyce filmini izlediğimiz deneyimli yönetmen Constantine Giannaris sanki bir şeyleri eksik bırakmış. Senaryo tatmin edici olamıyor. Mesela kaptan ve eski karısının sorunları yeterince işlenmemiş. Genel olarak oyunculuk tarzını da çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Halbuki önceki filmi Hostage‘da bir otobüste sıkışıp kalan insanlar ile ilgili hikayesini daha iyi anlatmıştı.
Islık Çalmak İstersem Çalarım (Eu Cand Vreau sa Fluier, Fluier / If I Want to Whistle, I Whistle):
Romen sinemasının son dönem ne kadar iyi örnekler verdiğini biliyoruz. Islık Çalmak İstersem Çalarım da bu örneklerden biri olarak karşımıza çıktı. Islahevinden çıkmasına 2 hafta kalan 18 yaşındaki Silviu, içerdeki süresini uzatmamak için hiçbir kavgaya karışmıyor, kendine yapılanlara ses etmiyor. Yıllardır görmediği annesi gelip kardeşini İtalya’ya götürmek istediğini söylediğinde düştüğü durum için annesini suçlayan Silviu, kardeşinin de kendi durumununa düşmemesi için izin vermiyor. Ama içerden yapabilecekleri kısıtlı, telefon etmek ya da annesini görüşmeye çağırmak yetmiyor. Böyle olunca da bir noktada olay kopuyor. Filmin ilk yarısına Romen ıslahevlerinin durumunu yalın bir şekilde yansıttığı söylenebilir (zaten başrol oyuncusu dışındakiler gerçek mahkumlarmış). İkinci yarısı ise bir rehine dramasına dönüşüyor. Ama bu kısımda da pek abartıya kaçılmamış, ilk kısımdaki gerçeklik hissi devam ediyor. Yönetmen Florin Serban, tarzını haffiften Dardenne’lerden ödünç almış sanki ama etkili bir film ortaya çıkarmış. Yakalarsanız izleyin derim.
Kano (La Pirogue / The Pirogue):
Kano filmi salonun tıklım tıklım olduğu filmlerden biriydi. Salona sandalye konmasa filmi izleyemeyecektik hatta. Ancak dolu olmasının nedeni seyircinin ilgisi değil, gösterime getirilen lise öğrencileriydi (büyük ihtimalle Fransız Kültür ayarlamıştı).
Kano,etkinliğin ilk gününde izlediğimiz Denizdeki Adam‘a benzer bir konu anlatıyordu. Deniz üzerinde sıkışıp kalan bir grup insanın çatışması. Bu kez Senegal’den İspanya’ya ufak bir tekne ile gitmeye çalışan bir grup insanın çabasını izledik. Ayrıca bu filmde okyanus bir tekne ile aşılmaya çalışıldığı için, işin doğa ile mücadele kısmı daha baskındı. Aslında en baştan umutsuz bir çaba bu. Başarı şansı çok düşük olsa da insanlar bunu bir kurtuluş yolu olarak görüyor. Bazıları hayatlarında deniz bile görmemişken okyanusa açılıyorlar. Filmin büyük bir kısmı okyanusta küçük bir teknede geçiyor. Yönetmen bu kısıtlı mekanı iyi kullanmış. Ama karakterlerin çok boyutlu olarak çizildiğini söylemek zor. Genelde herbiri belli özellikleri temsil etsin diye yazılmış gibiydi. Yine de seyre değer bir filmdi Kano (bu arada filmin Türkçe ismi Kano pek olmamış, kayık ya da tekne olabilirmiş).
Eklemeden geçemeyeceğim bir konu var. Ne yazık ki filme getirilen öğrencilerden bir kısmı hem benim hem de başka seyircilerin uyarılarına karşın, sürekli konuştular. Bu öğrenciler muhtemelen zorla getirildi ama madem filmi sevmediler dışarı çıkıp arkadaşlarıyla muhabbet etselerdi keşke, film izlemek isteyenleri de rahatsız etmeselerdi. Neyse ki filmde müzik ve denizin sesi baskındı da yine de tahammül edebildik, bir sonraki filmde olsaydı çok daha kötü olurdu.
Sadece Rüzgar (Csak a Szél / Just the Wind):
Bir sonraki film Sadece Rüzgar, Macaristan’da gerçekleşen çingene cinayetlerinden yola çıkan bir filmdi. Filmden önce Macaristan büyükelçisinin söylediği sözler önemliydi. Bu film Macaristan’ın güzel yanını göstermiyor ama sanatçılar özgür olmalı, her istediklerini anlatabilmeliler ki biz de kendimizle yüzleşebilelim, iyiye gidebilelim dedi. Elçiliğin filmi bu etkinlik için seçmesi bir yana Oscar’lara da Macaristan adına bu film gönderilmiş. Macarları ülkelerindeki ırkçılığı bizde böyle şey olmaz diye saklamaya çalışmadıkları, sanatçıları kısıtlamadıkları için tebrik etmeli.
Filme gelince, açıkçası bu kadar minimalizm bana fazla gelebiliyor zaman zaman. Tüm film boyunca bir çingene ailesinin 24 saatini belgesele varacak yalınlıkta izliyoruz. Kamera aile üyelerinden herbirinin peşine takılıp onun ne yaptığını bize gösteriyor. Arada ufak ufak çingenelere yönelik şiddeti hissediyoruz. Aslında sürekli olarak aile üyelerinden birinin başına bir şey geleceği hissi ile tetikteyiz ama finale kadar sıradan gün devam ediyor. Bu sıradan güne tezat olarak finaldeki vahşet etkili ve akılda kalıcı oluyor elbette ama o final için bu film gerekli miydi tartışılır.
Görünmez Adamlar (The Invisible Men):
Görünmez Adamlar, İsrail’de kaçak olarak yaşayan Filistinli eşcinseller ile ilgili bir belgeseldi. Filistin’de cinsel tercihlerinden, İsrail’de etnik kökenlerinden dolayı hayatları tehlikede. İsrail’de resmi makamlarca yakalanırlarsa Filistin’e geri gönderiliyorlar. Bu da onlar için çoğunlukla ölüm anlamına geliyor. Onlar da bu nedenle herhangi bir Avrupa ülkesinden sığınma talep ediyorlar. Film genelde biri üzerinden ilerleyerek bu durumdaki 3 genci getiriyor karşımıza. Film bir belgesel olarak çok geniş kapsamlı değil belki ama derdini iyi anlatmış. İsrail-Filistin meselesinin farklı bir boyutunu getiriyor karşımıza.
Eskiden devlet başkanları kadın olsa savaşlar biterdi denirdi. Çeşitli örneklerle yanlış bir önerme olduğunu gördük. Filmde aynı şey eşcinseller için söyleniyor. Bir şans versek mi acaba…
Adalar (Isole / Islands):
Film, çalışmak için bir adaya giden ama parasını alamayınca oradan çıkamayan bir adamın öyküsü. Ama filmin üç ana karakteri var aslında. Sadece adada sıkışıp kalan adamın değil adada yaşayan bir rahibin ve ona bakan hiç konuşmayan kadının da öyküsünü izliyoruz. Aslında ada motifinin bir metafor olarak kullanıldığı belirgin. Bu üç insan da kendilerini çeşitli nedenlerle dışarıya kapamış karakterler. Zamanla birbirlerine yakınlık hissederek sınırlarını kırmayı başarıyorlar. Her ne kadar senaryoda bazı aksamalar olsa da üç karakter de başarılı oluşturulmuş. Baş karakter Ivan’ın adadan ayrılamama nedeni çok inandırıcı değil ama belki de bunu ayrılmamayı seçiyor diye yorumlamalıyız. Bu arada genelde bu etkinlikteki filmlerin oyuncuları pek tanımadığımız isimler olunca filmde kimler oynuyor bakmamışım. Bir anda Asia Argento’yu başrol oyuncularından biri olarak görmek güzel bir sürpriz oldu. Bu da filmi sevmem için yeterli bir sebep olabilir.
Kuma:
Umut Dağ’ın Kuma filmi sıkıntılı yanları olsa da bu meseleye farklı açıdan yaklaşan vasatın üzerinde bir film. Yapım koşulları nedeniyle Türk filmi kabul edilmiyor belki ama diğer tüm özellikleri ile bizden bir film. Kuma olayında kolaya kaçıp genç kızı ya da ilk eşi çaresiz kurbanlar, erkeği de zalim adam olarak kurgulamıyor. Tam tersi kumayı zaten ilk eş kendisi öldükten sonra ailesine baksın diye elleriyle seçiyor. Aslında burada olayı tam anlamıyla kuma olarak yorumlamak yanlış olur. Öleceğini düşünen bir kadın ailesine iyi bakacak birini arıyor. Aslında başta iki eş de durumdan memnun ama olaylar beklenmedik şekilde gelişince iş değişiyor. Filmin temel derdinin aile içinde herkesin bildiği sırların dışarıya yansıtılmaması olduğunu söylemek mümkün. Herhalde gösterime girecektir buralarda. Görmeye çalışın derim.
0 Yanıt to “AB İnsan Hakları Film Günleri 2012 İzlenimleri: Lotte ve Aytaşının Sırrı, Denizdeki Adam, Islık Çalmak İstersem Çalarım, Kano, Sadece Rüzgar, Görünmez Adamlar, Adalar, Kuma”