Zerre:
Zerre bundan önce katıldığı festivallerde aldığı övgüleri hakeden bir filmmiş. Hayat mücadelesi veren bir karakterin hayatından bir kesiti çok güzel yansıtmış. Film tümüyle ana karakteri Zeynep’i merceğine almış ve onu izletiyor bize. Yanlışım yoksa onun gözükmediği hiç bir sahne yok filmde. Böyle olunca Zeynep’i canlandıran Jale Arıkan’ın üzerine ağır bir yük binmiş ama bu yükü sırtlamasını biliyor. Çok başarılı bir performans sergilemiş. İşin ilginci bir kaç gün önce izlediğimiz Şimdiki Zaman’da eksiklik olarak gördüğüm şeyler Zerre‘de de mevcut ama burada rahatsız etmedi. Ana karakterin geçmişine yönelik burada da bir şey öğrenemiyoruz, çocuğunun durumunun ya da sürekli burnunun kanamasının nedenlerini bilmiyoruz ama burada zaten öyle bir beklenti yaratılmadığı için sorun olmuyor. Filmin görsel yapısı da çok güçlü. Adındaki Zerre metaforunu çeşitli mekanlarda yakalamak mümkün.
Ufak bir eleştiri olarak filmin finali bir anda geldiğini söyleyebiliriz. Seyirciye ne oldu şimdi dedirtiyor. Adeta bir makara daha varmış da kaybolmuş gibi. Aslında bir ara filmin çok klişe bir finale doğru gittiğini hissediyordum. Böyle olmayıp açık uçlu bırakılması iyi bir seçim. Yine de biraz daha devam edebilirdi sanki ama filmin sonunda yönetmenin de dediği gibi bilinçli bir tercih bu da. Festivalde başka bir gösterimi yok ama büyük ihtimalle gösterime girecektir. O zaman kaçırmamak gereken bir film.
Kan Akmalı:
Kan Akmalı, Neo-Nazi’ler üzerine bir belgesel. Çoğunlukla gizli kamera ile çekilmiş Neo-Nazi konser görüntülerine dayanan bir film. Bu görüntülerin çekiminin epey zor olduğu kesin. Önemli de görüntüler olunca film olayın bu yönüne fazlaca odaklanmış sanki. Halbuki gençlerin böyle bir görüşün etkisi altında kalmalarının nedenleri üzerine eğilinmesi daha iyi olabilirmiş. Yine de filmin çok kimsenin önemsemediği bir konu üzerine olması önemli. Bu arada tek kelime Almanca bilmediğim halde Ankara’ya konuk olan yönetmen Peter Ohlendorf’un akıcı konuşmasına bayıldım. Ohlendorf haber spikeri gibi seri konuştu açıkçası. Ahmet Boyacıoğlu da teklemeden çevirdi doğrusu (tabii Almanca bilmeyince anlamadım arada atladıkları oldu mu ama pek öyle bir izlenim vermedi).
All That Jazz:
All That Jazz, Tuncel Kurtiz’in 20’den fazla izlediği filmlerden biriymiş. O kadar olmasa da benim de az değildir ama ilk kez sinemada izleme şansım oldu. Sinemada izlemenin ayrı bir keyif olduğunu söylemeliyim. Bazı yerlerini de biraz unutmuşum doğrusu. Hastane kısmı çok daha fazla iz bırakmış olmalı ki hem buradaki kısımları daha uzun diye hatırlıyorum ben de genel olarak filmdeki müzikal sahnelerini (ki onlar da çoğunlukla hastane kısmında zaten). All That Jazz için sahne dünyası üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri diyebiliriz. Bob Fosse açısından da son derece kişisel bir film. Bu noktada 8 1/2 ile olan arkabalığı da önemini yitiriyor aslında. O filmi temel almış olabilir ama tamamen kendi dünyasına uyarlamış Fosse. All That Jazz, Bob Fosse’nin son filmi değil belki ama hayata bıraktığı veda mektubu olarak yorumlanabilir. Zaten öyle görkemli, keyifli ve aynı zamanda hüzünlü bir finali var ki filmi sevenler cenazemde “bye bye life” çalsın diyebilirler rahatça.
Küf:
Sabah izlediğim Zerre için aldığı övgüleri hakeden bir film demiştim, Küf de öyle. Cumartesi Anneleri’ni çağrıştıran öyküsünde yönetmen-senarist Ali Aydın tabiri yerindeyse bir Cumartesi Babası’nın hikayesini anlatıyor. Oğlu 20 yıl önce kaybolmuş olan Basri bıkıp usanmadan devlete dilekçe yazıyor ve oğlu ölmüş olsa bile en azından mezarını bulmak istiyor. Nuri Bilge Ceylan sayesinde tanıdığımız Ercan Kesal, Basri rolünün içinde yaşayarak ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu göstermiş. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki rol arkadaşı Muhammet Uzuner ile olan çocuğu kaybetmiş baba-polis sahneleri de çok başarılı. Küf finali ile insanın böğrüne bir yumru bırakıp öyle bitiyor.
Uzun planlardan oluşan yapısı bazı seyircilere biraz sıkıcı gelebilir ama Ahmet Boyacıoğlu’nun dediği gibi zor bir film olsa da nihayetinde 90 dakikada bitiyor. Yine vizyona girince kaçırılmaması gereken filmlerden biri diyorum.
Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında Soruşturma:
Bu uzun isimli film, Tuncel Kurtiz’in seçtiklerinden biriydi. Elio Petri, 1970 yapımı bu filminde sevgilisini öldürdükten sonra cinayet mahaline her türlü delili bırakan, hatta bilinçli olarak binadan çıkarken kendini komşulara gösteren bir polisin hikayesini anlatıyor. Cinayet masasının eski şefi olan polis, bunu deliller kaçınılmaz bir şekilde kendisini gösterse bile ona dokunamayacaklarını bilerek yapıyor. Hatta bunu ispat etmek için yapıyor. Bu düşüncesinde de haksız değil. Öyle ki, suçunu itiraf ettiğinde bile onu suçlu olduğunu ispata zorluyorlar. Elbette bu filmle Petri, faşizmin bir allegorisini yapmış. Hala etkili ve ne yazık ki bazı noktaları ile anlattıkları hala geçerli bir film. Aslında Tuncel usta filmin kendisine umut verdiğini söyledi ama benim açımdan mevcut düzenin değişebileceğine dair pek ışık vermedi doğrusu.