Clermont-Ferrant Kısa Film Festivali Seçkisi:
Bu bölümde söz konusu festivalden gelen 6 adet kısa film vardı. Yapım yılları 1990-2008 arasında değişen bu filmler genellikle bu festivalde ödül almış filmlerdi. Bu yüzden belli bir seviyenin üzerinde olmaları beklenirdi. Gerçekten de bu 6 filmin her birini sevdiğimi söyleyebilirim. Yine de illa ki bir kaç filmi öne çıkarmak gerekirse faşist ve baskıcı domates konservelerine karşı direnen vişne konservelerini ve anarşist biber konservelerini anlatan ama bir yandan da iktidarı ele geçirince herkesin aynı olduğunu da gösteren Conservfilm herhalde en sevdiğim film oldu.
Son derece basit kuklalarla önce bize bir futbol maçı izlettiren, sonra da bu maçtan yayılan olayların tüm şehre yayılmasını anlatan Metro ve bir fabrikada çalışan ve ücretini kırıntılarla alan bir kadının önce hayatına giren yabancı bir adamla sonra da fabrikanın evinden uzağa doğru kayıp gitmesiyle değişen hayatını anlatan Kırıntılar (Les Miettes / The Crumbs) da gayet başarılı filmlerdi.
Aslında Kırıntılar filmi önce çok anlamsız gibi gelmişti. Bittikten sonra aynı yönetmenin aynı oyuncularla çektiği bir kısa film daha başladı. Meğerse 31 dakika gibi bir kısa film olarak uzunca bir süresi olan bu film iki bobinden oluşuyormuş ve biz önce filmin sonunu izlemişiz, sonra da filmin başını izlemeye başlamışız. Durum farkedilince gösterim durduruldu ve film gösterimin en sonuna atıldı. Sonunda baştan sona izleyince anladık ki gerçekten iyi bir filmmiş. Her festivalde bu tip hatalar olur, bunun da nazar boncuğıu olarak festivaldeki tek sorun olacağını umalım.
Başka Bir Evren:
Bu gösterimde dünyanın farklı yerlerinden gelen 11 adet animasyon yer alıyordu. Festivallerin güzel yanlarından biri de vizyon filmlerinde kısıtlı bir alana sıkışan kimi türlerin ne kadar farklı olabileceğini bize bir kez daha hatırlatması oluyor. Vizyonda gayet başarılı animasyonlar görüyoruz ama genelde çocuklara yönelik oluyor ve tarzları oldukça benziyor. Oysa bu seçkide yer alan 11 animasyonun neredeyse her biri birbirinden farklı bir teknikle hazırlanmıştı. Tümüyle bilgisayarda hazırlanmış olanı da vardı, karakalemle çizilmiş gibi duranı da, stop-motion tekniği ile hazırlanmış olanı da vardı, gölge oyunu şeklinde olanı da. Hatta gerçek görüntülerin animasyon şeklinde birleştirilmiş olanı da vardı. Sırf bu çeşitlilik nedeniyle bile izlenmesi gereken seçkide yine öne çıkan bir kaç filmden bahsetmek gerekirse:
Küçük bir kızın bahçede ufak ve sevimli bir yaratık bulması ve evine almasını ama bir yaratığın giderek büyümesi, büyümesi ve büyümesini anlatan Ana Yurt (Homeland), yavrusuna iyi bir yuva kurmak ve onu beslemek isteyen anne kuşun hikayesini teknik resim tarzı çizimlerle anlatan, üstelik bunu yaparken çizimin ölçek değerleri ile de oynamayı da ihmal etmeyen İnce Hesap (V Mossthabe / In Scale) ve seçkinin son filmi olarak konunca yüzde kocaman bir gülümsemeye yol açan ve otobüs durağında beklerken arkadaş olup kafaları çekip, ot tüttüren iki tipin öyküsünü bilgisayar animasyonu ile anlatan Chump & Clump hafızamda kalan filmler olacak herhalde.
Afyon Savaşı (Opium War):
Helikopterleri düşükten sonra Afganistan’ın dağlık bölgelerinde sıkışıp kalan iki Amerikan askeri ve bunların karşılaştığı koca bir Afgan ailesi. Afyon Savaşı filmi, hikayesini bu iki farklı kutup üzerine kurmuş ve bir yandan Afganistan’daki hayata bir yandan da buraya dışarıdan bir bakışa yer veriyor. Doğrusu sadece Afganistan’daki günlük yaşama odaklansaymış da Amerikalı askerleri hiç karıştırmasaymış daha iyi olacakmış. Bir zenci, diğeri beyaz olan bu iki asker arasındaki ilişki pek bir tuhaf. Filmin başında acaba farklı iki ordudan mı bunlar diye bile düşündüm doğrusu. Aldığı yaralardan dolayı yürüyemeyen asker diğerini kendisine yardım etmesi için silahla tehdit ediyor ya da içinde ne olduğunu bilmediği bir yapıya keşif için onu silahsız gönderebiliyor çünkü.
Anladığım kadarıyla filmdeki oyuncuların çoğu mesleği oyunculuk olan insanlar değil, bölgede yaşayan ya da çalışan insanlar. Doğrusu bazılarından gayet güzel sonuç alınmış. Özellikle Afgan ailesini koruma görevini üstlenmiş olan ve küçücük yaşına karşın şartlar gerektirince ailenin başı konumuna gelen ya da kendini öyle hisseden çocuk gerçekten başarılıydı ve belki de filmi izlenmeye değer kılan en önemli unsurdu. Ancak filmin diğer kutbundaki Amerikalı askerleri canlandıran oyuncular gerçekten kötüydü ve de ne yazık ki bu da filmin bir tarafını oldukça zayıf bırakıyordu.
Doğrusu genel olarak da çok başarılı bir film olarak bulmadığımı söylemeliyim. Yönetmen Siddiq Barmak’ın önceki filmi Osama’yı da dönemin gerektirdiklerine uygun olarak çekilmiş, kimi güzel sahneler barındırsa da genel olarak bir şeylerin eksik olduğu bir film olarak bulmuştum, bu film için de bir kaç karakter ve bir kaç sahne dışında sıradan bir film diyebilirim.
Nefes Nefese (Ddongpari / Breathless):
Güney Kore’den son yıllarda çok iyi filmler çıktığını görüyoruz. Nefes Nefese de bu ülkeden gelen sağlam filmlerin yeni bir örneği. Filmin en başında Sang-Hoon karakteri ile tanışıyoruz. Son derece kaba saba, nedenli/nedensiz önüne geleni dövmekten hoşlanan (iş arkadaşları hatta patronu da buna dahil) zaten hayatını da bu şekilde kazanan, sürekli küfür eden hatta küfürü noktalama işareti gibi kullanan bir adam bu. Bir gün yolda Yeon-Hue isimli liseli bir kızla karşılaşıyor. İlk karşılaşmaları adamın kızın üzerine tükürmesi, kız itiraz edince de suratına yumruğu gömmesi şeklinde oluyor. Ama kız dikbaşlı çıkıyor ve adamın karşısında güçlü bir karakter olarak ayakta kalmayı başarıyor. Üstelik onun da ağzı en az adam kadar bozuk. Giderek bu iki karakter arasında ilginç bir dostluk gelişiyor.
Bu arada her iki tarafın da günlük hayatlarını da görme fırsatı buluyor ve her ikisinin de geçirdikleri travmaları, onları değiştiren olayları görüyoruz. Bu sırada hayatın en acımasız anlarını gördüğümüz gibi özellikle Sang-Hoon’un elinden pek çok şiddet sahnesine de tanıklık ediyoruz. Ama işte burada film uzakdoğu sinemasının zaman zaman son derece başarılı yaptığı bir şeyi yapıyor ve onca şiddetin arasına son derece duyarlı anlar yerleştirmeyi de beceriyor. Başta tümüyle iğrenç bir karakter olarak görülen Sang-Hoon’un bir yandan da o duyarlı halini görmek hiç yadırgatıcı olmuyor üstelik. Bunu yaparken o aslında altın kalpliydi gibi bir tuzağa da düşmüyor film.
Başrolde çok başarılı bir oyun çıkaran Yang Ik-Joon aynı zamanda filmin senaryo yazarı, yönetmeni ve hatta yapımcısı ve kurgucusu da. Yani bir anlamda herşeyi. Daha önce oyuncu olarak bazı işleri var ama bu yönetmen olarak ilk filmi. İsmini bir kenara yazıyor, sonraki filmlerini merakla bekliyoruz.
Meral ve Cemal Erez çifti daha önceki festivallerde gösterilen İpler filminden ve Sezen Aksu’nun Kalaşnikof şarkısı için yaptıkları klipten dolayı tarzları bildiğimiz bir çift. Kara kalem benzeri bir tarzda animasyonlar yapıyorlar. Ancak bu festivalde 5 filmlerini izleyince yaptıkları filmlerinin sadece teknik olarak değil düşünsel olarak da benzer yanlarını görme fırsatımız oldu. Önceden izlediğimiz filmlerinden İpler içine girmesi oldukça zor bir filmdi, Kalaşnikof klibi ise zaten temel olarak bir şarkıya dayandığı için belirgin bir konusu yoktu. Diğer filmlerinde gördüğümüz kadarıyla çift çoğunlukla iktidarı ya da gücü ele geçiren ya da bu amaçta olan kişilerle ilgileniyor. Bu kişilerin yaşadığı deformasyon, çekememezlik ya da aslında daha büyük güçlerin hizmetinde oldukları gibi konuların etrafında dolaşan filmleri zaman zaman Kafka ile de yakın akrabalıklar kuruyor. Sevip sevmemenin yaptıkları animasyonun tarzını sevip sevmemekle yakından ilintili olduğunu söylemeli.
Festivallerin güzel yanlarından biri zaman zaman eskiden izlediğiniz ama hafızanızda tam olarak kalmamış filmleri tekrar izleme fırsatı sunması oluyor. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Eric Rohmer’in Yeşil Işın filmi de yıllar önce daha önceki festivallerden birinde izlediğim, final sahnesi ve filmin genel gelişimi dışında çok da fazla hatırlamadığım bir filmdi. Bu vesile ile hafızamızı tazelemiş olduk.
Yeni bir Costa-Gavras filmi görmeyeli 5 yıl olmuş. Ama ustanın hala formda olduğunu görmek güzel. Bu kez Paris’e gitmeye çalışan bir göçmenin hikayesini anlatıyor bize Gavras. Filmin başında polislerin baskını nedeniyle tekneden denize atlamak zorunda kalan kahramanımız Elias, kendini bir tatil köyünün ortasında buluyor, üstelik çıplaklar kampı bölümünde. Diğer arkadaşları teker teker yakalanıyor ya da sahile cesetleri vuruyor ama Elias akıllıca davranıyor, şansı da yaver gidiyor ve kendisini önce klübün çalışanlarından hatta sonra da sakinlerinden biri olarak kabul ettiriyor bir süre. Bu arada filmin adı da düşünüldüğünde Elias’ın düştüğü tatil köyünün adının Eden Club Paradise olması da bir tesadüf değil herhalde.
Kısa Sınır Tanımaz seçkilerinin ilki 7 filmlik bir gruptu. Bu grupta benim için öne çıkan filmelerden kısaca bahsedeyim:
Bir grup tıp öğrencisi tatillerini kayak yaparak geçirmek üzere karlı dağlarda bir kaç gün geçirmeyi planlıyorlar. Burada yolları zamanında çaldıkları altınları tekrar ele geçirmek isteyen bir grupla kesişiyor ve onlarla ölümüne bir çatışmaya giriyorlar. Filmin kilit noktası ise gençleri teker teker öldüren grubun kimliği: Nazi Zombiler. Zaten ilk anda bu nazi zombi olayı türün meraklıları için ilgi çekici oluyor. Aslında ünüformalı zombilerin farklı havaları dışında zombilerin nazi olmasının film için çok önemi de yok. Normal zombilerle de aynı film ortaya çıkarmış.
21. Ankara Film Festivali geçtiğimiz gün yapılan açılış töreni ile başladı. Gösterimler de dün start aldı. Bu yılki gösterimler Batı Sineması, Çağdaş Sanatlar Merkezi ve Goethe Enstitüsü’nde yapılacak. Ayrıca film gösterimleri dışında bu yıl geçtiğimiz yıllarla kıyaslayınca çok daha fazla yan etkinlik de var. Özellikle Festilab başlığı altındaki atölye çalışmaları geleceğin sinemacıları açısından çok faydalı olabilir.
Herkes Gibi, Chris ve Gitti çiftinin bir yaz tatili boyunca yaşadıklarını konu ediyor. Tatil boyunca çiftin başına olağandışı herhangi bir şey gelmiyor. Bir çift tatilde neler yaparlarsa onları yapıyor. Plaja gidiyorlar, gece eğlenmeye çıkıyorlar, sevişiyorlar, gıcık komşularından köşe bucak kaçıyorlar vs. vs. Bir yandan da ilişkilerini sorguluyorlar. Filmin esas odaklandığı alan da bu zaten. Bir çiftin ilişkilerini sorgulaması. Bunu yaparken de hem sinemasal olarak hem de oyunculuk olarak abartıdan uzak, doğal bir anlatım seçilmiş.
Wes Anderson animasyon çekmiş ama hiç şaşırmayın, karşımızda yine bir Wes Anderson filmi var. Ki zaten bir çocuk kitabından uyarlanmasına karşın senaryoyu da Anderson ve Noah Baumbach beraberce yazmışlar. Hikaye karısına verdiği söz nedeniyle yıllardır namuslu bir hayat süren bir tilkinin arkadaşlarıyla beraber üç kötü çiftçinin çiftliklerinden onların ürünlerini çalması ile başlayıp çiftçilerle bölgedeki hayvanlar arasında bir çekişmeye dönüşüyor. Kesinlikle çocukların da gayet keyif alacağı eğlenceli bir film ama aynı zamanda tam da Wes Anderson’dan bekleneceği gibi tuhaf üyeleri olan bir aile komedisi aynı zamanda. Hatta tıpkı Steve Zissou’da olduğu gibi sadece aile komedisi değil, arkadaşları ile birlikte farklı bir aile yapısı da sunuyor karşımıza bu yaman tilki. Bu arada özellikle sonlara doğru hayvanların yaşadıkları yerler, tüm filmdeki espri yapısı, kullanılan müzikler, karakterleri perdenin ortasında konumlayan çekimler falan hep bir Wes Anderson filmi. İzleyiniz, izlettiriniz.
Sam Mendes çok sevdiğim bir yönetmen. Hemen hemen hiç bir filmi ile beni hayal kırıklığına uğratmadı şu ana kadar. Görsel yanı çok güçlü olan filmler yapsa da insanı anlatıyor genellikle. Jarhead ve Road to Perdition gibi daha geniş ölçekteki filmlerinde bile böyle. Genelde de filmleri arasında 3 yıl oluyor. Bu kez bizi fazla bekletmedi ve Away We Go ile karşımızda. Bu kez çok daha mütavazi bir film bu. Henüz evlenmemiş ama çocuk bekleyen sevimli bir çifti anlatıyor film (bu arada filmin girişinde adamın kadının hamile olduğunu anlama şekli bir filmde kadının hamile olduğunu belirtmenin en orijinal yollarından biriydi). İsminden de tahmin edilebilir, bir yol filmi Away We Go. Çiftimiz çocuk doğduktan sonra yaşayacakları yeri belirlemek için dolaştıkça birbirinden ilginç tiplerle karşılaşıyorlar ve karşılaştıkları kişiler onların ilişkilerinde de belirleyici rol oynuyor. Karakterlerin filme girdikleri sahne bazen çok ilginçtir ya, Maggie Gyllenhaal’un girişi gerçekten bu konuda ilk 10 arasına girebilir.
Bazen fazla beklenti hayal kırıklığı yaratıyor. Un Prophète için hayal kırıklığı demek yanlış olur aslında. İyi bir film kesinlikle, izlenmeyi de hakediyor ama aldığı övgülerden ve ödüllerden dolayı beklentim epey yükselmişti. O beklentiyi tam olarak karşılayamadı.
82. Oscar Ödülleri sahiplerini buldu. Gecenin galibi en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi özgün senaryo ödülleri de dahil olmak üzere 6 Oscar alan The Hurt Locker oldu. En büyük rakibi sayılan Avatar ise teknik dallarda 3 ödülle yetinmek zorunda kaldı. Tüm oyuncu ödülleri de beklendiği gibi Jeff Bridges, Sandra Bullock, Christoph Waltz ve Mo’Nique’e gitti.
Bu yıl 30. kez verilen ve geleneksel olarak Oscarlardan bir gün önce açıklanan Altın Ahududu Ödülleri (Razzie Awards ya da Golden Razzies) de sahiplerini buldu. Transformers 2 en kötü film, en kötü yönetmen ve en kötü senaryo ödüllerini(!) kimselere bırakmadı. Sandra Bullock da bu geceki muhtemel Oscar’ı öncesinde en kötü kadın oyuncu ve en kötü çift dallarında iki adet Ahududu aldı.
Her yıl Oscarlardan bir gün önce verilen Bağımsız Ruh Ödülleri (Independent Spirit Awards), 25. kez yılın en iyi bağımsız filmlerini ödüllendirdi. Gecenin galibi en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerinin de içinde olduğu 5 ödülle Precious oldu. Ödül alanlardan en az iki ismi (Jeff Bridges ve Mo’Nique) bu gece Oscar alırken de göreceğiz muhtemelen. Oscar’larda adı bile geçmeyen (500) Days of Summer’ın burada en iyi senaryo ödülü alması da sevindirici idi. En sürpriz ödül de herhalde en iyi yabancı film seçilen An Education oldu. Başta Un Prophète olmak üzere karşısında çok güçlü adaylar vardı oysaki.