24 Mar 2010 için arşiv

Ankara Film Festivali 2010 İzlenimleri – 10.Gün: Sinema Aspirin ve Akbabalar, Trans Halindeki Ülke, Archibaldo De La Cruz’un Suçlu Yaşamı, Rövanş, Suç Ordusu

Sinema, Aspirin ve Akbabalar (Cinema, Aspirinas e Urubus / Movies, Aspirin and Vultures):
2. Dünya Savaşı yılları. Savaştan kaçan bir Alman, Brezilya’nın köylerinde dolaşmakta, onlara filmler göstermekte, o filmler arasında da piyasaya yeni çıkmış bir ilacın, aspirinin reklamını yapmakta ve bu ilacı köy sakinlerine satmaktadır. Tek başına çıktığı bu yolculukta yoldan aldığı bir Brezilyalı da kendisine hem yardımcı olmaya başlar, hem de ona yoldaşlık eder.

Sinema, Aspirin ve Akbabalar hem bu iki birbirinden çok farklı adamın günler geçtikçe gelişen arkadaşlığını anlatırken bir yandan da o dönemlerde savaşın bile uğramadığı Brezilya’nın bir portresini çiziyor. Gayet samimi ve doğal bir film. Bir önceki gün Hayatın Mutfağı filminde de izlediğimiz João Miguel başta olmak üzere oyuncular da başarılı ancak çok da önemli bir film olarak iz bırakmadı doğrusu.

Trans Halindeki Ülke (Terra em Transe / Earth Entranced):
1967 yılından gelen bu film Eldorado adlı hayali bir Latin Amerika ülkesinde aynı zamanda şair de olan bir gazetecinin devletin hakim güçlerine karşı mücadelesini ve bu arada halkı da arkasına almasını anlatıyor. Filmde hayali bir Latin Amerika ülkesinden bahsedilse de konu edilen ülkenin henüz 3 yıl önce bir askeri darbe yaşamış olan Brezilya olduğu çok açık. Hem bu yönüyle hem de genel olarak anlatılan öykü itibariyle önemli bir film karşımızdaki. Belli ki iyi bir restorasyondan geçmiş, çok temiz bir kopyadan izlemiş olmamız da bir avantajdı.

Buralarda çok tanınmayan yönetmen Glauber Rocha, kaynaklarda Brezilya yeni sinemasının (cinema novo) öncülerinden biri olarak görülüyor. Doğrusu bu akımın diğer filmlerini ya da yönetmenin tarzının bu filmdekine benzeyip benzemediğini bilmiyorum ancak okuduğum kaynaklar bu yönde olduğunu gösteriyor. Doğrusu bu tarzla ilgili bir problemim oldu benim. Zaman zaman son derece teatral ve abartılı oyunculukların rahatsız edici olduğunu söylemeliyim kendi adıma. Bu abartının bir devamı olarak kimi sahnelerin de destansı olması için özel olarak çaba sarfedilmiş belli ki. Bu anlayışla çekilmiş sahnelerin gayet etkileyici olduğunu kabul etmeliyim ama sanki daha gösterişsiz bir film daha etkili olacaktı. Yine de özellikle farklı ülkelerdeki sinema akımlarını merak edenlerin izlemesi gereken bir film.

Archibaldo De La Cruz’un Suçlu Yaşamı (Ensayo de un Crimen / The Criminal Life of Archibaldo de la Cruz):
Luis Buñuel’in Meksika’da çektiği çoğu film İspanya dönemindeki filmlerine göre daha az ses getirmiş filmlerdir. Archibaldo De La Cruz’un Suçlu Yaşamı da bu filmlerden biri. Halbuki film, içerdiği burjuvazi taşlaması, ironisi ve iyilik ve kötülük kavramlarına bakışı ile tam bir Buñuel filmi. En iyi Buñuel filmlerinden biri değil belki ama kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Film, çocukluğunda bir tesadüf eseri dadısını öldürdüğünü düşünen bir adamın seri katil olma hayallerini anlatıyor. Bu adam karşısına çıkan pek çok kadını öldürmeyi istiyor. Bunun için ince ince planlar yapıyor ama bu planlar bir türlü sonuca ulaşmıyor. Belki yine de bu kadınlar ölüyor ama hiçbirinin sebebi de bu adam olmuyor ve adam bir türlü katil olmayı beceremediği için sürekli bir üzüntü halinde yaşamını sürdürüyor. Halbuki en azından birini öldürebilse çok mutlu bir adam olacak.

Bu özet bile filmin absürd yapısını gösteriyor aslında. Elbette ki Buñuel her zamanki gibi çeşitli kurumlara da eleştiri oklarını sallamadan bırakmıyor. İyi bir Buñuel filmi ama elbette daha iyileri de var.

Rövanş (Revanche):
Rövanş geçtiğimiz yıl Avusturya adına Oscar’lara aday olmaya kadar gitmiş bir film. Ancak buralarda adı pek duyulmamıştı. Bu nedenle fazla beklentim olmayan bir filmdi benim için. Son derece başarılı bir film çıktı sonuçta.

Rövanş aynı zamanda hakkında çok fazla bir şey bilmeden izlemenin de daha iyi olacağı filmlerden biri. Bu nedenle hikaye gelişiminden çok kısaca karakterleri tanıtmakla yetinelim. Avusturya’da striptizci ve fahişe olarak çalışan Ukraynalı bir genç kız, onun sevgisi ve çalıştığı yerin güvenlik görevlisi, bu iki kişinin ilişkisinden habersiz olan her ikisinin de işverini olan ve kız için daha büyük planları olan bir adam, sıradan bir polis ve onun karısı.

Filmin farklı bölümlerinde bu karakterlerden bazıları daha bir öne çıkarken bazılarının önemi azalıyor, hatta hiç gözükmüyorlar. Neler olduğunu açık etmemek için fazla detay vermeyelim ama Avusturya gece klüplerinin arka planındaki pis işleri gösteren bir suç filmi gibi başlayan film yine suç ve ceza izleğinde yürüyen ve işin içine vicdan azabı gibi konuları da katan ama başlangıcından bambaşka noktalara gidip karakterlerin iç dünyasına giren bir film olmuş. Üstelik bu karakterler de son derece sahici karakterler. Hepsinin motivasyonlarını anlıyor, acılarına ortak olabiliyorsunuz.

Festivalin en iyilerindendi bence. Kesinlikle izlenmeli.

Suç Ordusu (L’armée du Crime / The Army of Crime):
Robert Guédiguian önceki festivallerden tanıdığımız bir yönetmen. Kendisini Marsilya’daki işçi sınıfını anlattığı, çoğunlukla azınlıkları da mutlaka hikayesinin içine kattığı ama hemen her zaman insan ilişkilerini ön plana aldığı filmlerle tanıyoruz ve seviyoruz. Aynı zamanda çoğunlukla da aynı oyuncularla çalışıyor.

Guédiguian bu yeni filminde yine azınlıklardan bahsediyor ve bir kaç oyuncu dışında yine bildiği ve tanıdığı oyuncularla çalışıyor ama bu kez daha görkemli bir film yapma peşine düşüyor. Üstelik bir dönem filmi yapıyor. Suç Ordusu adlı bu film, 2. Dünya Savaşı yıllarında Nazi işgalindeki Fransa’daki direnişçi azınlık grupları ve özel olarak Ermeni asıllı Missak Manouchian önderliğindeki grubun hikayesini anlatıyor. Başarılı bir film, ancak Guédiguian asıl ustası olduğu türden uzaklaşınca filme kendi damgasını vuramamış. Bu sefer de film diğer 2. Dünya Savaşı direniş filmlerinden farklı bir yere oturmuyor. Sadece Fransa’nın kurtuluşu için azınlıklar da hayatlarını ortaya koydu dedirtiyor o kadar.

Bu nedenle izlenmesi bir kayıp olmayacak ama festivalin çok iz bırakmayan filmlerinden biri oldu benim için.

3. Yeşilçam Ödülleri’nde En İyi Film Nefes, En İyi Yönetmen Reha Erdem

Yeşilçam ödülleri 3 yaşına girdi. Her ne kadar başta amaçlanan etkiyi yaratan bir ödül olmasa da (Türkiye’nin Oscar’ı olması iddiasında idi) düzenli olarak verilmeye devam edecek bir ödül olacak gibi gözüküyor. SİYAD ödüllerinin yanında daha popüler bir kulvarda dolaşan ödüllerde bu eğilimin göstergesi olarak, en iyi film olarak Nefes seçildi. Ancak Reha Erdem’in Hayat Var’daki yönetmenlik başarısı göz ardı edilememiş olsa gerek, en iyi yönetmen ödülü ona gitti. Diğer ödüller için de kötü seçimler değil ama daha iyileri vardı şeklinde bir yorum yapabilirim genelde kendi adıma. Ama Elit İşcan’ın En İyi Genç Yetenek ödülü tümüyle hakedilmiş bir ödüldü.

Tam liste şu şekilde:

En İyi Film: Nefes: Vatan Sağolsun (Levent Semerci)
En İyi Yönetmen: Reha Erdem (Hayat Var)
En İyi Kadın Oyuncu: Binnur Kaya (Vavien)
En İyi Erkek Oyuncu: Mert Fırat (Başka Dilde Aşk)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Cemal Toktaş (Güneşi Gördüm)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan (Güneşi Gördüm)
En İyi Senaryo: Engin Günaydın (Vavien)
En İyi Müzik: Atilla Özdemiroğlu (Vavien)
En İyi Genç Yetenek: Elit İşcan (Hayat Var)
Turkcell İlk Film Ödülü: Nefes: Vatan Sağolsun (Levent Semerci)


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Mart 2010
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: