Meral Ve Cemal Erez Toplu Gösterimi:
Meral ve Cemal Erez çifti daha önceki festivallerde gösterilen İpler filminden ve Sezen Aksu’nun Kalaşnikof şarkısı için yaptıkları klipten dolayı tarzları bildiğimiz bir çift. Kara kalem benzeri bir tarzda animasyonlar yapıyorlar. Ancak bu festivalde 5 filmlerini izleyince yaptıkları filmlerinin sadece teknik olarak değil düşünsel olarak da benzer yanlarını görme fırsatımız oldu. Önceden izlediğimiz filmlerinden İpler içine girmesi oldukça zor bir filmdi, Kalaşnikof klibi ise zaten temel olarak bir şarkıya dayandığı için belirgin bir konusu yoktu. Diğer filmlerinde gördüğümüz kadarıyla çift çoğunlukla iktidarı ya da gücü ele geçiren ya da bu amaçta olan kişilerle ilgileniyor. Bu kişilerin yaşadığı deformasyon, çekememezlik ya da aslında daha büyük güçlerin hizmetinde oldukları gibi konuların etrafında dolaşan filmleri zaman zaman Kafka ile de yakın akrabalıklar kuruyor. Sevip sevmemenin yaptıkları animasyonun tarzını sevip sevmemekle yakından ilintili olduğunu söylemeli.
Yeşil Işın (Le Rayon Vert / The Green Ray):
Festivallerin güzel yanlarından biri zaman zaman eskiden izlediğiniz ama hafızanızda tam olarak kalmamış filmleri tekrar izleme fırsatı sunması oluyor. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Eric Rohmer’in Yeşil Işın filmi de yıllar önce daha önceki festivallerden birinde izlediğim, final sahnesi ve filmin genel gelişimi dışında çok da fazla hatırlamadığım bir filmdi. Bu vesile ile hafızamızı tazelemiş olduk.
Yeşil Işın, Delphine adındaki genç bir kadının yaz tatilini anlatıyor bize. Delphine erkek arkadaşı ile bir tatil planı yapmış ama daha filmin başında erkek arkadaşının gelemediğini öğreniyoruz. Film ilerleyince görüyoruz ki aslında Delphine ve erkek arkadaşının ilişkileri çoktan bitmiş ama o bunu kabullenmek istemiyor. Film boyunca tatil planları yapan ve bir çok yere giden ama hiçbirinde uzun süre kalamayan Delphine karakteri aslında sevilmesi çok kolay bir karakter değil. Zaten içine girmeye çalıştığı her ortamda bir miktar farklı kalıyor ve grubun içine girmemiyor, hatta kendisiyle ilgilenen erkeklerden koşarak uzaklaştığını bile görüyoruz (hoş film boyunca karşılaştığı erkeklerin büyük çoğunluğunun da hakaten facia tipler olduğunu kabul etmek lazım).
Filmin esas özelliği ise belki bizim de çok sevmediğimiz Delphine karakterinin iç yapısını bize çok başarılı bir şekilde sunması. Eric Rohmer’in incelikli senaryosu ve başrol oyuncusu Marie Rivière’in katkıları bunda en önemli rolü oynuyor. Belli ki Rohmer, Rivière’in bolca doğaçlama yapmasına da izin vermiş. Senaryoda her ikisinin de adı geçiyor çünkü.
Bu incelikli karakter çalışmasını ben büyük keyifle izledim. Ancak özellikle salondaki genç seyircilerin hikaye açısından farklı şeyler beklediklerini ve filmi sıkıcı bulduklarını hissetmemek, finalde e ne oldu şimdi yani dediklerini duymamak da mümkün değildi. Halbuki Rohmer’in derdi hayatın gerçekliğinden farklı bir şey anlatmak değildi zaten.
Cennet Batıda (Eden à l’Ouest / Eden Is West):
Yeni bir Costa-Gavras filmi görmeyeli 5 yıl olmuş. Ama ustanın hala formda olduğunu görmek güzel. Bu kez Paris’e gitmeye çalışan bir göçmenin hikayesini anlatıyor bize Gavras. Filmin başında polislerin baskını nedeniyle tekneden denize atlamak zorunda kalan kahramanımız Elias, kendini bir tatil köyünün ortasında buluyor, üstelik çıplaklar kampı bölümünde. Diğer arkadaşları teker teker yakalanıyor ya da sahile cesetleri vuruyor ama Elias akıllıca davranıyor, şansı da yaver gidiyor ve kendisini önce klübün çalışanlarından hatta sonra da sakinlerinden biri olarak kabul ettiriyor bir süre. Bu arada filmin adı da düşünüldüğünde Elias’ın düştüğü tatil köyünün adının Eden Club Paradise olması da bir tesadüf değil herhalde.
Bir süre Elias’ın buradan sağ salim çıkma çabasını izliyoruz, bundan sonra ise film bir yol filmi haline döünüşüyor. Paris yolundaki kahramanımızın başına yolda pek çok şey geliyor. Burada Gavras aslında çok trajik de olabilecek bir hikayeyi komedi kalıplarını da sıkça kullanarak anlatmayı başarıyordu. Ama bunu yaparken de göçmenlik durumuna ait ciddi şeyler de söylüyordu. Bu noktada filmdeki tesadüflerin ve Elias’ın şansının biraz abartılı geldiğini de söylemem gerek. Ama özellikle filmin sonunda geldiği nokta düşünüldüğünde film bir masal gibi okunabileceği için buna çok itirazım yok.
Bunun dışında filmde dikkat çeken şeylerden biri de dil meselesi. Elias’ın Faransızca ya da İngilizce’yi tam olarak bilmemesi ve karşısına çıkan insanların farklı milliyetleri filmde konuşulan dilin sürekli değişmesine ve kimi zaman gerçekten de kimsenin kimseyi anlamamasına yol açıyor ya da bazen birbirini anlamak için dilin çok da önemli olmadığını gösteriyor. Bununla ilgili ilginç bir şey oldu gösterim sırasında. Filmin Türkçe altyazısı kopyanın üstüne gömülüydü. Bu nedenle elektronik Türkçe altyazı ihtiyacı yoktu. Ancak yabancı seyirciler için İngilizce elektronik altyazı yapıldı. Fakat film sırasında muhtemelen bir sorun oldu ya da İngilizce altyazı eksikti, bu yazılar kesildi. Yalnızca Fransızca bilen yabancı seyirciler açısından zaten sorun yoktu da sadece İngilizce bilenler de filmi anlamada bir sorun yaşamamıştır tahmin ediyorum.
Kısa Sınır Tanımaz 1:
Kısa Sınır Tanımaz seçkilerinin ilki 7 filmlik bir gruptu. Bu grupta benim için öne çıkan filmelerden kısaca bahsedeyim:
Önceki festivallerden tanıdığımız ve sevdiğimiz Jean-Gabriel Périot’un yine arşiv görüntülerini harmanlayarak oluşturduğu Cop Kullanma Sanatı (L’art Delicat De La Matraque / The Delicate Art of the Bludgeon) 4 dakikalık kısa süresinde bize polisin bu sanattaki başarısını gösteriyordu.
Bu tip seçkilere genelde çok kısa ama komik ve çarpıcı bir sonu olan bir film de konur. Koş Granny Koş (Oman Rennt / Run Granny Run) da iki yaşlı kadının çekişmesi ile başlayıp sonunda güçlerini birleştirmeleri ile biten böyle bir filmdi ve gerçekten eğlenceliydi.
Ayrıca görme engelli bir kızın bir suçluya güvenmesini farklı bir bakış açısıyla anlatan Rita da başarılı bir filmdi. Özellikle görme engelli olma durumunun çözülmesi son derece başarılı idi. Aslında Rita’nın bakış açısından verilecek şekilde tasarlanan filmde tüm film boyunca siyah bir ekran görmek pek anlamlı olmazdı. Bu durumu filmin büyük kısmını Rita’nın yüzüne odaklanarak ve çevresinde olanları bize de göstermeyerek çözmüşler. Ama ne zaman ki Rita elleriyle karşısındaki çocuğun yüzüne dokunuyor, biz de çocuğun yüzünü görüyoruz o anda. Zekice bir çözüm.
Bunun dışında Rüzgardaki Gölgeler (Sombras En El Viento / Shadows in the Wind) de fena bir film değildi ama sonu başından fazlaca belliydi.