25 Şub 2018 için arşiv

Berlinale 2018 İzlenimleri – 4. Gün: Madeline’s Madeline, Güvercin, Blast Excavator 1010, The Interpreter, Touch Me Not

Madeline’s Madeline:

madeline

Berlinale’de onlarca film olduğu için özellikle ana yarışma bölümü dışındaki iyi filmleri keşfetmek için tavsiye çok önemli oluyor. Madeline’s Madeline de böyle bir film oldu. Filmin adından Madeline adında bir karakterden bahsettiğini anlamak zor değil herhalde. Annesi ile beraber yaşayan Madeline, zihinsel olarak çok sağlıklı bir genç kız değil. Bu nedenle de annesi tarafından sürekli baskı altında tutuluyor. Ama onun içinde öyle bir oyunculuk damarı var ki, o konuda da oyunculuk öğretmeni onu sürekli kendisini zorlaması için cesaretlendiriyor. Filmin konusunu bu şekilde özetlemek aslında filme haksızlık sayılabilir. Basitçe, oyuncu olmak isteyen bir genç kızın hayatını izlemiyoruz aslında. O genç kızın zihnine giriyoruz. O genç kızın kendisi oluyoruz adeta. Ama o da, film boyunca bambaşka şeyler oluyor (bambaşka derken kedi ya da kaplumbağa da bunlara dâhil). Madeline’i canlandıran Helena Howard o kadar iyi ki, tüm bunlar hiç tuhaf gelmiyor. Daha önce neredeymiş, ne yaparmış bilinmez ama önümüzdeki yıllarda adını sık sık duyacağımız bir oyuncu geliyor olabilir. İsmini bir yerlere yazın.

Daha çok oyunculuk açısından öne çıkardım ama yönetmen Josephine Decker’ın başarısını da yabana atmayalım. Bizi Madeline’in dünyasına sokarken kullandığı dinamik el kamerası, görüntüler ile oynaması vs. filmin atmosferini çok güçlendiriyor. Ayrıca oyunculara doğaçlama imkânı vererek çalışması da onun seçimi zaten.

Güvercin:

guvercin

Berlin’de prömiyerini yapan Türkiye filmlerinden biri de Güvercin’di. Banu Sıvacı bu ilk filminde doğup büyüdüğü topraklara uzanmış ve Adana’dan bir hikaye getirmiş karşımıza. Adana’da güvercin yetiştirmenin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Filmimizin kahramanı Yusuf da güvercinleri çok seven bir genç. Onlarla ilgilenmek hayatının en önemli işi, işten öte tutkusu. Onların üzerinden ufak paralar kazansa da onun için önemli olan güvercinlerin yanında olmak, onlarla beraber yaşamak. Güvercinler içinde biri var ki, ona daha da çok bağlı: Maverdi. Para kazanmak da onun için çok önemli değil, o kendine damlarda bir yaşam alanı oluşturmuş zaten. Abisi ise, tabir yerindeyse, onun bir baltaya sap olmasını istiyor ve bu konuda kardeşinin üzerinde bir baskı oluşturuyor. Aslında kötü bir adam da değil ama kardeşinin tutkusunu anlayamıyor.

Banu Sıvacı, hikâyesini anlatırken seyirciye bir yaşanmışlık duygusu geçirmeyi başarıyor. Adeta Adana’nın sokaklarında hissediyorsunuz kendinizi. Yusuf’un tutkusunu da anlıyorsunuz. Bu sayede seyircinin içine işleyen bir hikâye anlatmayı başarıyor. Yusuf rolünde ise sanırım ilk defa bir uzun metraj filmde başrol oynayan Kemal Burak Alper var (geçen yılın öne çıkan kısa filmlerinden Sirayet’te de görmüştük kendisini). Onun başarılı oyunculuğu da filmi sürükleyen unsurlardan bir diğeri. Bundan sonra daha çok filmlerde görürüz adını.

Güvercin muhtemelen önce ülkemizdeki festivalleri bir dolaşıp vizyon şansı da bulacaktır. Şimdiden tavsiye edelim.

Sprengbagger 1010 (Blast Excavator 1010):

blast_evacator_1010

Sırada Berlinale’nin retrospektif bölümünden bir film var. Doğrusunu söylemek gerekirse asıl gitmek istediğim filme bilet bulamayınca, bu filme yönlendim. 1929 yapımı bu sessiz Alman filmi özellikle teknik yanı ile öne çıkıyor. Filmde o dönem için devasa diyebileceğimiz büyük setler, açık alanda yapılan görkemli çekimler yer alıyor. Açıkçası bugünden bakınca filme yönelik olarak ilgimizi çeken şeyler de bunlardan daha fazlası değil. Madenleri çıkarmak için dev bir makine yapan bir mühendisin ve kız arkadaşının çabalarını anlatan filmin bu anlamda çok ilgi çekici bir konusu yok. Hatta giderek makineleşmenin ne kadar iyi bir şey olduğunu savunması ve yıllarca ürün veren büyük tarlaların yerini dev fabrikaların almasını gururla anlatması da bugünden bakınca sorgulanması gereken bir nokta. Bunun yanında kadına bakışının o yıllar için bir adım önde olduğunu söylemek mümkün. Tümüyle erkeklerin olduğu bir dünyada, bir kadının da ayakta durabileceğini anlatıyor. Ama o kadının ayak bileğini görüp etkilenen erkekler olduğunu görmek de komikti doğrusu (Almanya için tabii, yoksa bizde ne yazık ki halen var galiba).

Filmin öncesinde yapılan sunum Almanca olduğu için ne yazık ki anlayamadım ama kaynaklara göre filmin orijinal versiyonu 132 dakika imiş ama bugüne kalan versiyonu 89 dakika. 89 dakika yetti diyelim.

The Interpreter:

interpreter

Martin Sulík’i genellikle festivallerde karşımıza çıkan pek çok filmiyle tanıyoruz. Çektiği filmler de çoğunlukla ülkesi Slovakya’nın Oscar’a gönderdiği filmler oluyor. Artık olgun bir yönetmen diyebileceğimiz Sulík, bu kez 70’li-80’li yaşlarda iki adamın bir yol hikâyesi ile karşımızda. Eski bir çevirmen olan Ali, savaş sırasında ailesinin ölümünden sorumlu olduğunu düşündüğü bir Nazi subayını bulup öldürmek için Viyana’ya gidiyor, ancak onun oğlu Georg’u bulabiliyor. Aradığı adam zaten ölmüş. Georg ise babasının anılarında bahsettiği yerleri görmek, onun geçmişiyle yüzleşmek istiyor. Bunun için de Ali’yi çevirmen olarak tutuyor ve birlikte bir yolcuğa başlıyorlar.

Geçmişin günahlarının deşileceği bu yolculuk ilk anda beklendiği gibi tümüyle hüzünlü bir yolculuk değil. Hatta filmde komedi unsurlarının daha fazla yer aldığını söylemek mümkün. Sulík aslında yol filmlerinde çok fazla karşılaştığımız bir numarayı kullanıyor ve bu iki adamı tamamen zıt karakterlere sahip olarak çiziyor. Georg, yaşına rağmen halen hayat dolu, yaşamayı seven, içkisinden vazgeçmeyen, fırsat buldukça kadınlar ile flört etmekten keyif alan, önüne çıkan maceraları geri çevirmeyen bir adam. Ali ise tümüyle kurallara göre yaşayan, hep asık suratlı, sanki karısı ölünce hayat onun için de bitmiş gibi davranan bir adam.

Aslında Sulík karşımıza çok yeni bir şey getirmiyor ama çok rahat izlenen keyifli ve beklenebileceği gibi, finale doğru daha hüzünlü bir film yapmış. Filmin bu başarısında iki oyuncusunun uyumunun payı büyük. Geçen yıl Toni Erdmann ile hayran olduğumuz ve burada da aynı hayat enerjisini taşıyan bir rol canlandıran Peter Simonischek ve Çek sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olarak bildiğimiz ama oyuncu olarak da pek çok filmde yer alan Jiří Menzel, çok iyi bir ikili olmuşlar. Türkiye’deki festivallerde karşımıza çıkma ihtimali yüksek bir film. Çok büyük beklentilere girmedikçe keyifle izlenebilir diyorum.

Touch Me Not:

touch_me_not

Yazıyı izledikten birkaç gün sonraya yetiştirebildiğim için en baştan Altın Ayı ödüllü Touch Me Not diyelim. Aslında kişisel olarak bir özel ödül bekliyordum. Tom Tykwer’in başkanı olduğu bir jürinin bu filme kayıtsız kalacağını düşünmüyordum. Haksız da çıkmadım, hatta benim tahminimden daha çok sevmişler anlaşılan.

Peki, Touch Me Not ne anlatıyor? 126 dakikalık süresi boyunca bedenleri ile bir takım dertleri olan karakterlerin hem kendi vücutları, hem de cinsellikle ilgili türlü türlü meselelerini karşımıza getiriyor. Bunları yaparken de bir kısmı, çeşitli yönleri ile deforme olmuş vücutları, yapılan cinsel aktiviteleri defalarca karşımıza getirmekten kaçınmıyor. Yönetmen de kendisini, anlatısının bir parçası haline getirerek bir yandan bu filmi neden çektiğinin cevabını bulmaya çalışıyor. Hatta film boyunca karakterler kamera ile iletişim halindeler ve seyirciyi de aynı anlatının içine girmeye davet ediyorlar. Film bir belgesel tarzında çekilmiş. Şunu da itiraf edeyim, yönetmenin daha önce kısa belgeseller çektiği bilgisine sahip olduğumuz için, bu filmden çıktığımda tümüyle bir belgesel izlediğimi düşünüyordum. Sonradan aslında filmde mesleği oyunculuk olan kişiler de olduğunu fark ettim. Hatta bazılarını önceden tanıyormuşum bile. Ama yönetmen, seyirci ile oynadığı bu gerçeklik oyununda beni kandırmayı başarmış. Halen de belgesel ve kurmacanın arasında yer aldığını söyleyebilirim.

Artık Altın Ayı almış bir film etiketine sahip olduğuna göre ülkemizdeki festivallerde karşımıza çıkacaktır ama içerdiği çıplaklık unsurları nedeniyle vizyon görme şansı sıfıra yakın. Festivallerde yakalayınca ne yapıp edip izlenmesi, yaşanması gereken bir deneyim ama herkesin beğeneceği bir film olmadığı da açık. Süresinin anlattığı konuya göre biraz uzun olmasının yanında gerçekten de seyircinin üzerine üzerine geliyor. Hakkında olumlu ya da olumsuz pek çok görüş çıkabilecek bir film. Kimsenin ne dediğine bakmayın, bir deneyin diyorum.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Şubat 2018
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: