Figlia mia (Daughter of Mine):
Yönetmen Laura Bispuri’yi daha önce Uçan Süpürge’de izlediğimiz Sworn Virgin ile tanıyoruz. Karşımıza yine bir kadın hikâyesi ile çıkıyor. İki kadın arasında kalmış olan on yaşındaki Vittoria’nın öyküsünü izlediğimiz film, sürprizini baştan açık ediyor. Aslında pek de sürpriz denemez. Çocuğu ilk gördüğümüz sahnede ne olup bittiğini anlıyoruz zaten. Bispuri’nin derdi de daha çok karakterlerini düzgün şekilde çizmek ve aralarındaki çatışmaları yansıtmak zaten. Bunda kısmen başarılı olduğunu söylemek mümkün ama filmdeki gelişmeler ve karakter motivasyonları benzer hikâyelerde çokça karşımıza çıkmıştı. Yönetmen bunları yaparken de çok farklı bir anlatım tarzı denemiyor doğrusu. Çoğunlukla bizi karakterlerin yanına konumlayan bir anlatım tarzı var.
Daughter of Mine için senaryosu ya da yönetmenliği ile değil, oyuncuları ile öne çıkan bir film tanımlaması yapmamız mümkün. Bu konuda gayet iyi ama. Genç bir keşif olan Sara Casu ve yönetmenin önceki filminde de beraber çalıştığı Alba Rohrwacher, çok başarılı. Valeria Golino da iyi ama onların bir adım arkasından geliyor. Yarışma filmlerinin hepsini izlemedim ama Rohrwacher, en iyi kadın oyuncu ödülünün önemli alternatiflerinden biri olabilir. Son olarak, filmi Uçan Süpürge ya da benzeri kadın filmleri festivallerine önermiş olalım.
Tuzdan Kaide:
Bu yıl Türkiye sinemasından gelen üç film prömiyerini Berlin’de yapıyor. Bunlardan ilki olan Tuzdan Kaide, Forum bölümünde yer alıyor. Daha farklı sinemasal örneklere yer verilen bu bölüme yakışmış doğrusu. Öncelikle şunu söyleyelim, sinemamızın Burak Çevik gibi yönetmenlere ihtiyacı var. Popüler sinemada son zamanlarda bir kalite artışı olsa da o kulvarın gidişatı belli, Türkiye “sanat sineması” da zaman zaman ortaya çıkan iyi örneklere rağmen çoğunlukla bilindik bazı kalıpları kullanıyor. Bu noktada Tuzdan Kaide, zaman zaman birkaç farklı filmi akla getirse de, farklı bir soluk. Sevin ya da sevmeyin, farklı bir soluk.
Daha ilk sahnedeki mağaraya benzer yerin mekân tasarımından karşımızda farklı bir film olduğunu anlıyoruz. Hikâye, çok basitçe anlatmak gerekirse, yıllar önce kaybolan kız kardeşini arayan bir kadın hakkında. Bambaşka, karanlık bir İstanbul’da gerçekleşen bu arama çalışması sırasında karakterimizin yolu her adımda başka bir kadınla kesişiyor. Evet, bir süre önce filmin posterine ve oyuncu listesine bakınca fark ettiğimiz şey gerçekten doğru. Yönetmen Burak Çevik, tümüyle kadınlardan oluşan bir dünya kurmuş. Bu dünyada erkeklere, silik fotoğraflar ya da geçmişten gelen şarkılar dışında yer yok. Filmde karşımıza çıkan kadınları da genelde sinemamızın genç ve orta kuşak başarılı kadın oyuncuları canlandırıyor.
Tüm ilgi çekici yapısına rağmen kendi adıma filmin beni uzakta tuttuğu noktalar da oldu. Tüm film boyunca karşımıza çıkan simgeler, anlam verilmesi gereken animasyon sekansları fazlaca üstüme geldi diyebilirim. Bu kadar fazla simgeselliği sevmiyorum sanırım. Bunun yanında 1-2 sahnede, salondan kaynaklı değilse, ses konusunda da sıkıntılar vardı. Bu sahnelerde, karakterlerin Türkçe konuşmalarını, İngilizce altyazıdan takip etmek durumunda kaldım. Diyaloglar da kimi zaman fazla yapaydı, ama bilinçli bir yapaylıktı bu.
Neticede filmi ilk izleyişte ortalarda bir noktada konumluyorum kendimi. Ülkemizde vizyon şansı bulabilir mi bilmiyorum ama karşınıza çıkabilecek olan festivallerde bir şans veriniz derim. Özellikle A Ay ve Karanlık Sular gibi filmler, sevdiğiniz filmler arasındaysa.
Der Himmel auf Erden (Heaven on Earth):
İki yıldır takip ettiğim Berlinale’de Retrospektif bölümünün en ilgimi çeken bölümlerden olduğunu fark ettim. Geçen yıl, zaten bilim-kurgu filmleri ile beni kalbimden yakalamıştı ama bu yıl da 1918-1933 yılları arasından gelen filmlerden oluşan bu bölümündeki filmleri mümkün olduğunca programıma almaya çalıştım. 1927 yılından gelen Heaven on Earth, uzun yıllar boyunca çok popüler olan bir komedi tarzının bir örneği. Kendisini ait olmadığı bir ortamda bulan bir adam, yanlış anlaşmalar, birbirlerinden gizlenmek zorunda kalan, sadece saniyeler ile burun buruna gelmekten kurtulan karakterler. İzlerken tiyatro sahnesinde benzerlerini çok gördük diyorsunuz. Bu yüzden, 1909 yılında yazılmış bir tiyatro oyunundan uyarlanmış olduğunu duymak şaşırtıcı değil.
Filmde politikada yeni yeni bir yerlere gelmeye çalışan Traugott Bellmann adında bir karakteri izliyoruz. Aynı zamanda yeni evli olan bu adam, bir gün vergilerle ilgili yaptığı bir konuşmanın metnini kaybedip doğaçlama olarak konuşmaya devam edince ülkenin en bilinen gece kulüplerinden birinin ne kadar ahlaksız bir yer olduğu ile ilgili cümleler kuruyor. Bunun üzerine çeşitli muhafazakâr örgütlenmeler onu çok beğeniyor, başkanları yapıyorlar. Tam da bunun üzerine, ne tesadüftür ki, bu gece kulübünün ona miras kaldığını öğreniyor ama mirası alabilmesi için bazı şartlar vardır. Filmin geri kalanı bu ikilem arasında ve gece kulübünde tanıştığı bir kadın ile yeni karısı arasında kalan karakterimizi takip ederek geçiyor.
Bugünden bakınca epey eski kalmış bir komedi tarzı olduğu açık. Üstelik gerçekleşmesi çok zor olan tesadüflere de fazlaca bel bağlayan bir senaryosu var. Bazı sahneler de çok uzun tutulmuş. Özellikle finalde başkarakterimizin kadın kılığına girdiği ve kimsenin onu tanımadığı sahneler. Yine de eğlendik mi, eğlendik. Ayrıca filmi 35 mm. kopyadan ve canlı piyano eşliğinde izlemek de ayrı bir keyif verdi.
Shadow of the Vampire:
Berlinale’de sevdiğim bölümlerden bir diğeri de onur ödülü alan sanatçının filmlerine ayırılan bölüm. Bu yıl Willem Dafoe’ya verilen ödül nedeniyle programda onun oynadığı 10 film yer alıyor. Bir türlü izleme fırsatı yaratamadığım 2000 yapımı Shadow of the Vampire’ı da bu vesileyle izlemiş oldum.
Film, sinema tarihinin en önemli vampir filmlerinden olan Nosferatu’nun çekimlerine götürüyor bizleri. Yönetmen Murnau’nun Dracula’nın haklarını alamayınca ona çok benzer bir vampir hikâyesi yazıp baş karakterine Kont Orlok adını vererek filmini çektiğini biliyoruz. Bir şehir efsanesi, bu filmde Orlok’u canlandıran Max Schreck’in gerçekten vampir olduğunu söyler. Shadow of the Vampire da bu efsaneden yola çıkmış. Willem Dafoe’nun müthiş bir başarı ile korku ve komedi arasında bir yol tutarak canlandırdığı Max Schreck, ilk başta metod oyunculuğunun ilk örneklerinden birini sergiliyor gibi gözüküyor. Sete kostümsüz gelmiyor, diğer oyuncular ile iletişim kurmuyor, kendisine çekimler boyunca Kont Orlok olarak seslenilmesini istiyor vs. vs. Peki, o gerçekten çok iyi bir oyuncu mu, yoksa bir vampir mi? Bu soruyu filmi izleyenlere bırakalım.
Dafoe’nun başarılı oyunculuğu yanında filminin iyi olması için her şeyi yapabilecek olan yönetmen Murnau olarak, John Malkovich’in de adını analım. O da en az Dafoe kadar tekinsiz bir karakter çiziyor. “Eğer kadraj içinde değilse, yoktur” repliğine bayıldım.
Bu filmin yönetmeni E. Elias Merhige ise modern tekniklerle geçmişin tekniklerini bir arada kullanarak başarılı bir yapım ortaya çıkarmış. Bu başarılı filme rağmen kariyerinde çok fazla sinema filmi yok. Genellikle müzik videoları çekmiş. Sinema için bir kayıp olduğunu söylemek mümkün.
Bu arada filmi 35 mm. bir kopyadan izlediğimizi de not olarak düşelim. Artık 35 mm. kopyaları bulmak zor olsa gerek, Berlin’deki bir festivalde olmamıza rağmen filmin ancak Fransızca altyazılı bir kopyası bulunabilmiş. Bu da ilginç bir detay olarak zihinlerimize işlendi.
7 Days in Entebbe:
Yönetmen José Padilha, önceki filmlerinde, özellikle devlet şiddetini meşrulaştırmakla eleştirilmişti. Bu eleştiriler haksız da değildi kanımca. RoboCop’ın yeniden çekimin ciddi başarısızlığı sonrası Narcos dizisi ile kendine bir şans daha yaratan Padilha, 7 Days in Entebbe ile yeniden uzun metraja dönüş yapıyor.
Ele aldığı konu, yine tartışma yaratabilecek bir konu. 1976 yılında Tel Aviv’den Paris’e giderken kaçırılan yolcu uçağı ve bu uçağa düzenlenen operasyon. Daniel Brühl, Rosamund Pike ve Eddie Marsan gibi uluslararası bir kadro ile çalışan Padilha, belki de önceki filmlerinden kendisine gelen eleştiriler yüzünden olabildiğince tarafsız davranmaya çalışmış. Uçağı kaçıranları kötü adamlar olarak resmetmekten ya da İsrail’in düzenlediği operasyonu tek çözüm olarak sunmaktan özenle kaçınmış. Sürekli olarak İsrail ve Filistin arasında barış görüşmeleri yapılması gerektiğine vurgu var. Ama yine de uçağı kaçıran Almanların motivasyonları çok klişe birkaç sahne ile açıklanırken, hatta arka plandaki Filistinliler filmin kötü adam diyebileceğimiz kavrama en yakın karakterleri iken, İsrail tarafında operasyon kararına giden yok en ince detayları ile anlatılıyor.
Filmlerinin arka planları bir yana, Padilha’yı başarılı atmosfer yaratmayı beceren bir yönetmen olarak biliyoruz (Robocop’ı saymazsak tabii). Ama bu kez bunda da başarılı olamıyor. Ne rehineler için endişeleniyoruz, ne uçağı kaçıranlar ne de operasyonu düzenleyen askerler için. Hâlbuki elde 7 gün boyunca süren bir rehine meselesi var. Bu 7 günden seyirciyi kavrayacak anlar çıkmalıydı. Olamamış. İnternet’te gördüğüm bir yorumdan alıntı yapayım. Böyle bir filmde en etkileyici anlar, modern dans sahneleriyse, bir yerlerde ciddi bir sorun vardır.