23 Şub 2018 için arşiv

Berlinale 2018 İzlenimleri – 3. Gün: Pig, The Best Thing You Can Do With Your Life, Don’t Worry He Won’t Get Far on Foot, The Hunter

Khook (Pig):

pig

İran sinemasının çoğunlukla daha dramatik konuları ele almasına alışığız. En azından uluslararası alanda tanındığı filmler genellikle öyle. Yönetmen Mani Haghighi (ki kendisini oyuncu olarak da tanıyoruz, özellikle Elly Hakkında filmiyle), Berlinale’nin yarışma bölümünde karşımıza bir kara komedi ile çıkıyor. Ana karakterimiz Hasan, bir yönetmen. Ancak kara listeye alındığı için yıllardır film çekememiş. Zamanında karısı da onun filmleri ile ünlenmiş ama o da başka yönetmenlerle çalışma peşinde. Bu durumda işin içine kıskançlıklar da giriyor. Ama filmin ana hikâyesi bu değil. Tahran’da bir seri katil, yönetmenleri, kafalarını keserek birer birer öldürmekte. Hasan da bunu dert ediyor. Katil neden onun peşine düşmemiş, yoksa o artık sevilen, ünlü bir yönetmen değil mi? Belki de katil onu öldürse daha mutlu olacak…

Yönetmen Haghighi, daha ilk sahnede cep telefonu ve sosyal medya kullanımı ile ilgili bir derdi olduğunu gösteriyor ve film ilerledikçe bunu hikâyenin de bir parçası haline getiriyor. Hasan’ın başına gelenler ve bundan kurtulma planı, tamamen sosyal medya ile ilgili bir hal alıyor. Son dönemde cep telefonlarının hayatımızda kapladığı yer pek çok yönetmenin ele aldığı bir konu. Doğrusunu söylemek gerekirse Haghighi’nin eleştirilerini Haneke ya da Zvyagintsev’den daha iyi buldum.

Filmin absürt, giderek şiddet dolu mizahı herkese göre olmayabilir ama benim hoşuma gitti. Bizim için dikkat çekici noktalardan biri de Hasan’ın annesinin Türkçe konuşuyor olmasıydı. Bir anda Türkçe sözcükler duymak şok etkisi yarattı. Ayrıca Hasan’ın rock temalı t-shirt’leri de pek güzeldi. Bir not daha. Filmi izlerken sürekli olarak, neden Leila Hatami’yi daha fazla filmde görmüyoruz diye düşündüm. Aslında IMDB’den bakınca hemen her yıl bir filmde oynamış ama bizlere kadar ulaşamamış genelde. Bu kadar başarılı bir oyuncu daha fazla filmde rol almalı, hatta mümkünse (ki mümkün olup olmadığından çok emin değilim), İran dışına da açılmalı diye düşünüyorum.

The Best Thing You Can Do With Your Life:

best_thing

Yönetmen Zita Erffa’nın bir zamanlar çok yakın olduğu kardeşi László, bir tatil sonrası bir Katolik Kilisesi’ne kayıt olmak istediğini söylüyor ve ailesinden ayrılıyor. Kilisenin çok katı kuralları var, ailen ile iletişim kurma imkânların çok kısıtlı, mektupların okunuyor, yılda sadece bir kere görüşme hakkın var. Zaten kilise binasından da dışarı çıkamıyorsun. Futbol oynama, film izleme gibi sosyal aktiviteleri de kilise kendisi düzenliyor. Adeta bir hapishaneyi andırıyor değil mi?

Yönetmen bir şekilde kiliseden izin alarak, kısıtlı bir kamera arkası ekibi ile birlikte kardeşini kilisede iki hafta boyunca takip edebilmiş, onunla ve kilisenin diğer öğrencileri ile söyleşiler yapabilmiş. Film sonrasındaki söyleşiye kalamadım ama büyük ihtimalle kilise bu isteği uzun süre tartıştı ve kendimizi iyi tanıtırsak, daha fazla katılımcıya ulaşabiliriz diye düşündü. Yönetmen Erffa, gerçekten de yaptığı söyleşilerde karşı tarafı zorlayacak ya da kızdıracak konulara girmemeye özen gösteriyor ama sonradan, seçtiği bölümler ve kurgudaki başarısı ile karşımızdaki topluluğun ne kadar sıkıntılı bir yapı olduğunu çok güzel gösteriyor. Örneğin, öğrencilere belli sorulara vermeleri gereken cevaplar önceden ezberletilmiş belli ki. Üst sınıftan bir öğrencinin hiç aksamadan verdiği cevaba bakarak, burası ne kadar güzel bir yer diyebilirsiniz ama hemen arkasından alt sınıftan bir öğrencinin birkaç kelimeyi hatırlayamadığı için ecel terleri döktüğünü görünce iş değişiyor. Ya da kiliseye katılanların çoğunlukla varlıklı ailelerin çocukları olması, kilisenin kurucunun yaşamındaki tuhaflıklar hep ince ince değinilen konular. Periyodik futbol maçlarında, her zaman üst sınıfların kazanması bile kilisedeki yoğun alt-üst ilişkisi gösteren bir detay olarak kullanılıyor.

Yönetmen, kendi ailelerinin arşivlerini de bolca kullanarak, kardeşinin seçiminin nedenini bulmaya çalışıyor. Hayatları bir şekilde bu muhafazakâr grupların yolları ile kesişmiş ama kendisi o gruba girmek için hiçbir istek hissetmezken, kardeşinin durumu öyle olmamış. Bunun nedenini anlamak için, kilisedeki söyleşiler sırasında yönetmenin en çok sıkıştırdığı kişi de kardeşi zaten. Özellikle kilisenin kadın-erkek eşitliği ve eşcinselliğe bakışı konusunda ciddi tartışmalar dönüyor.

Son derece kişisel bir belgesel karşımızdaki ama bir yandan da çok evrensel konulara değiniyor. Belgesel Amerika’da bir kiliseden bahsediyor olabilir ama sizce Türkiye’de herhangi bir cemaatin yapılanması ele alınsa, alınabilse, karşımıza çok farklı bir yapı mı çıkardı?

Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot:

dont_worry

Bir zamanların en önemli Amerikan bağımsız yönetmenlerinden Gus Van Sant, son yıllardaki filmleri ile bir türlü bekleneni veremiyor. Don’t Worry, He Won’t Get Far on Foot filmi ile bu trendi geri çevireceğini düşünmüştüm ama olamadı. Van Sant, henüz 21 yaşında bir araba kazası geçirip, tekerlekli sandalyeye mahkûm kalan John Callahan’ın hayatını anlatıyor. Peki, Callahan kim? Bir karikatürist ama tabu sayılan konuları hiç çekinmeden ele alıp, benim hakkımda biri ne der acaba kaygısı gütmeyen bir karikatürist. Böyle bir yanı olmasa, hayatını film yapmak gibi bir proje de olmazdı zaten. Van Sant ne yapıyor? Filmini koca bir “alkol kötüdür” kamu spotuna çevirip Callahan’ın sanatına, onun çıkış noktalarına neredeyse hiç değinmiyor, değindiği zaman da onu mizah unsuru olarak kullanıyor.

Van Sant’ın iyi yaptığı şeyler de var elbette. Ne de olsa kötü bir yönetmen değil. Hikâyesinin duygu sömürüsüne sürüklenmesine hemen hemen hiç izin vermiyor. Düz bir biyografi anlatmayıp, karakterinin hikâyesinin farklı aşamalarını arka arkaya getirerek seyirciden de belli bir çaba istiyor. Zaman geçişlerinde kullandığı kimi numaralar da güzel ama işte dönüp dolaşıp geldiği yer “su iç” olunca bir şeyler eksik kalıyor. Hele Callahan’ın aydınlanma yaşadığı bir sahne var ki, gerçekten çok fena.

Oyunculara gelirsek, Joaquin Phoenix, kendisinden beklediğimiz gibi, çok iyi. Tekerlekli sandalyedeki bir karakteri canlandırmanın oyuncuları hem zorlayıcı, hem de kendilerini göstermelerini sağlayacak rollerden biri olduğunu kabul edelim ama Phoenix, bunu iyi kullanmış. Berlin’den bir en iyi erkek oyuncu ödülü gelir mi? Mümkün. Diğer oyunculara gelirsek Jonah Hill, kendisini çok görmediğimiz tarzda bir oyunculuk sergilemiş. Tipini de değiştirmiş. Fena değil. Ama biri bana Rooney Mara’nın bu filmde ne yaptığını anlatabilir mi? Ya da Udo Kier’in? Hoş, Udo Kier sanırım sadece Berlin’de olması nedeniyle galaya katıldı. Yoksa filmde neredeyse bir figüran konumunda.

The Hunter:

hunter

Geçen sene de söylenmişti, Berlin’de onur ödülü alacak olan sanatçılar, tören sonrası hangi filmlerinin gösterileceğine kendileri karar veriyorlar. Bu senenin onur ödülü sahibi Willem Dafoe, kariyerinde nice filmler varken, çok bilinmeyen The Hunter’ı seçmiş. Aslında filmi izleyince bunun nedenini anlayabiliyorsunuz. Dafoe, bu filmde çoğunlukla ormanda tek başına, kendi kendisiyle kalan bir adamı canlandırarak tüm filmi omuzlarında taşıyor. Kariyerinde daha iyi filmleri olduğu doğru ama içten gelen ekonomik bir oyunculuk sergilediği en iyi filmlerden biri bu.

The Hunter, adı üzerinde bir avcıyı anlatıyor. Willem Dafoe da bu avcıyı canlandırıyor elbette. Büyük bir şirket tarafından tutulan bu avcı, Tazmanya’da soyu tükenmekte olan bir kaplanı bulup kalan bütün kaplanları öldürmesi için tutuluyor. Çünkü bu şirket, hayvanın DNA’sını kullanacak ve başka şirketlerin de bu DNA’ya sahip olabilme ihtimallerini ortadan kaldırmak istiyor. Tazmanya’ya giden avcı, iki çocuk ve annelerinden oluşan bir ailenin yanına yerleşiyor. Çevreci olan baba, bir süre önce ortadan kaybolmuş. Avcı’nın en başta, yapacağı iş ile ilgili bir etik çekincesi yok, fakat aile ile yakınlaşmaya başladıkça işler değişiyor. Bu yakınlaşma biraz klişe bir şekilde ilerlese de ilk akla gelen sonuçlara bağlanmıyor.

The Hunter, çoğunlukla bir oyunculuk gösterisi olsa da filmografisi genellikle, hatta neredeyse tümüyle televizyon dizilerinden ibaret olan Daniel Nettheim, doğa ile baş başa kalan insan temasından iyi bir film çıkarmayı bilmiş.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Şubat 2018
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: