Kasım 2017 için arşiv

24. Adana Film Festivali İzlenimleri – 6. Gün: Değerli Vaktim, Kyra Nerede?, Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri , Aşkın Gücü

Değerli Vaktim (Quality Time):

quality-time_2

Günün ilk filmi yine festivaller dışında görmemize imkân olmayan filmlerden biriydi. Bu sefer vizyona girme ihtimali düşük değil, sıfır. Çünkü karşımızda neredeyse deneysel bir film var. Hollandalı yönetmen Daan Bakker bu ilk uzun metrajlı filminde aslında birbirinden bağımsız 5 farklı hikâye anlatıyor. Bu nedenle, süreleri 20’şer dakika civarında olan, 5 kısa film izliyoruz da diyebiliriz. Hikâyelerin ortak yönleri için, orta yaşa yaklaşan ama hayatlarında kendilerine bir yol çizememiş erkeklerin yaşamlarına bir anlam katma çabaları demek mümkün.

İlk hikâye, aile toplantılarında süt içip ve et yediğinde midesi bulanan bir karakteri anlatıyor. İkinci hikâyede, çocukluğunun geçtiği yerlerin fotoğraflarını çekmek isteyen bir adam var karşımızda. Üçüncü hikâyede sosyalleşme korkusunu zamanda yolculuk yaparak yeneceğine inanan bir karakter izliyoruz. Giderek absürdleşen hikâyelerin bir diğeri, çocukken uzaylılar tarafından kaçırılan bir adam hakkında. Son hikâye ise gitar çalarak kendini rahatlatan ama dünyadan da kopan bir adamı anlatıyor.

Tüm bu hikâyeler kendi başına da izlenebilir hikâyeler ama yönetmen Daan Bakker, çoğunlukla ne anlattığını değil, nasıl anlattığını önemsemiş. Örneğin ilk bölüm, eğlenceli ve biraz da tuhaf bir aile yemeğini anlatıyor ama bunu bir animasyon ile anlatıyor. Üstelik bildiğimiz ya da alışık olduğumuz bir animasyon tekniği ile de değil. Perdede gördüğümüz her bir karakter, bomboş bir zeminde, yukardan gördüğümüz bir nokta ile temsil ediliyor ve konuştukları da tam olarak anlaşılmıyor. Bu bölümü tamamlamayı başaran seyirciler ikinci bölümde oyuncular ile çekilmiş bir hikâye ile karşılaşsalar da olanları yine tümüyle yukardan izliyoruz ve karakterler üstü kapalı bir mekâna girdiklerinde onları görmüyor, sadece seslerini duyuyoruz. Diğer bölümler genel seyircinin alışık olduğunu sinema anlayışına biraz daha yakın olsa da yine de yönetmen farklı şeyler denemekten çekinmiyor.

Kuzey Avrupa sinemasının farklı bir mizah anlayışı olduğunu biliyor ve seviyoruz. Daan Bakker de belli ki bu anlayıştan beslenerek iyi bir ilk film ortaya koymuş. İlerleyen yıllarda sinemasının nereye doğru gideceğini merak ettiğim bir isim oldu.

Kyra Nerede? (Where is Kyra?):

where-is-kyra

Bu yıl Adana’da yeni bir ödül verilmeye başlandı: Vizyon Sahibi Yönetmen Ödülü. Bu ödülün ilk sahibi de Andrew Dosunmu oldu. Dosunmu’nun yeni filmi Where is Kyra? da festival programındaki filmlerden biriydi. Filmin en çekici yanlarından biri oyuncu kadrosuydu elbette. Nicedir yüzüne hasret kaldığımız Michelle Pfeiffer (mother! filmini Kyra’dan daha sonra izledik) ve belki de genç neslin Jack Bauer karakteri dışında pek de tanımadığı Kiefer Sutherland. Olgunluk çağlarına gelen her iki oyuncu için de böyle bağımsız filmlerde oynamak ayrı bir yol açabilir.

Filmimizin ana karakteri Kyra, New York’da hasta annesiyle yaşayan orta yaşlı bir kadın. İşini kaybetmiş ve yeni bir iş arıyor. Ama hem yaşı, hem de niteliklerinin yetersizliği nedeniyle bir türlü iş bulamıyor. Ancak annesine bağlanmış olan maaş ile geçinmeye çalışıyorlar. Ayrıca bir barda tanıştığı Doug (Kiefer Sutherland) ile de bir gönül ilişkileri başlıyor. Her ne kadar onun bir işi olsa da maddi olarak o da Kyra’dan çok farklı bir durumda değil. Bir gün Kyra’nın annesinin ölümü ile işler daha da karışıyor ve Kyra annesinden gelen maaşı kaybetmemek için onun kılığına girmeye başlıyor. Adeta ülkemizde de birkaç yıl önce gördüğümüz bir haberdeki gibi.

Yönetmen Dosunmu ve görüntü yönetmeni Bradford Young, olaylara odaklanmaktan çok atmosfere ve Kyra’nın ayakta kalma çabasına odaklamışlar. Filmin adının Kyra Nerede olması tesadüf değil. Gerçekten de film boyunca, Kyra’nın adım adım kaybolmasını izliyoruz. Hem metaforik, hem de gerçek olarak. Görüntü yönetmenin de adını anmamın nedeni filmin ışık kullanımı. Tüm film karanlıklar ve gölgeler arasında geçiyor. Zaman zaman karanlıklar içinden tek görebildiğimiz Michelle Pfeiffer’ın yüzü oluyor (Adana’da filmi izlediğimiz salonda başka filmlerde yönetmenlerin görüntüden şikâyet ettiklerini duymuştuk. Filmin bilinçli olarak karanlık olarak çekildiği belli ama sanırım gerçekte olduğundan daha da karanlık izledik). Bir zamanların en güzel oyuncularından Michelle Pfeiffer, artık yüzünde yaşanmışlıkları da taşıyan bir kadın ve galiba eskisinden de iyi bir oyuncu. Yönetmen de onun yüzünü çok iyi kullanmış doğrusu. Gösterime girme şansı bulur mu bilinmez ama bir yerlerde karşınıza çıkarsa mutlaka şans verin.

Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri):

Three-Billboards

Martin McDonagh, yeni filmi için epey uzun bir isim seçmiş. Büyük ihtimalle pek çok yerde sadece Üç Billboard adıyla anılacak ama tam ismi bir kere akıllara yerleşti mi, bir daha çıkmayacak gibi. Daha filmin başlarında isminin ne ifade ettiğini anlıyoruz. Frances McDormand’ın müthiş bir performans ile canlandırdığı Mildred, kızını vahşice bir cinayet ile kaybetmiş. Ancak polis, katil ya da katilleri bulmak için yeteri kadar çaba sarf etmemiş. Mildred da polisleri çalışmaya zorlamak için Ebbing, Missouri çıkışında üç billboard kiralıyor ve burada Şerif Willoughby’ya yönelik bir mesaj yazıyor. Woody Harrelson’ın canlandırdığı Şerif Willoughby de kötü bir insan değil aslında. O da bir yandan kendi hastalığı ile uğraşırken bir yandan da bu olayı çözmeye çalışmış ama başarılı olamamış. Mildred’ın yaptığı hareketi de kendisine bir saldırı olarak alsa da anlayışla karşılamaya çalışıyor. Filmin bir diğer ana karakteri ise tam bir ırkçı olan, polis memuru Dixon (Sam Rockwell). Filmin en sorunlu karakteri de o gibi gözüküyor zaten.

Martin McDonagh, yönettiği filmlerin senaryolarını da yazan bir isim ve çoğunlukla senaryo yazarlığı daha güçlü bulunur. Burada da çok sağlam bir senaryo ile çıkıyor karşımıza. İki saatlik süresince ele aldığı karakterlerin her birinin ayrı bir hikâyesi var ve her birine yeterli zaman ayırılıyor. Seyirci olarak hepsinin başına gelenleri de önemsiyoruz. Belki bir tek Peter Dinklage’ın James karakteri biraz kıyıda köşede kalıyor. Filmin özetini okuduğunuzda çok ağır ve karanlık bir film izlenimi verebilir. Ne de olsa tecavüz, cinayet, intikam ve hastalık gibi konular etrafında dolaşıyor. Çok dramatik, beklenmedik bir anda sizi yerle yeksan eden anlar içerse de kahkahalar attıran bir tarafı da var. Bu kahkahalar karakterlerin başlarına gelenlerden değil, çok zekice yazılmış diyaloglardan kaynaklanıyor genellikle. Özellikle Frances McDormand’ın yer aldığı her sahnede onun karakterinin zekice hazırcevaplıkları filmin en öne çıkan unsurlarından. Ayrıca bir intikam hikayesi olarak beklenen bir sonla bitmemesi de bir artı.

Bu filmle Martin McDonagh’ın en iyi senaryo, Frances McDormand’ın en iyi kadın oyuncu,  Sam Rockwell’in de en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ına adaylıklarını şimdiden kutlayabiliriz. Alma şansları da yüksek. Ama film bu kadarla da kalmayacaktır. Film ve yönetmenlik dâhil başka adaylıklar da gelebilir. Güçlü rakipleri karşısında ne yapar göreceğiz.

Aşkın Gücü (The Shape of Water):

the-shape-of-water

Ve işte o en güçlü rakiplerden biri. Guillermo del Toro, son yıllarda Amerikan sinemasında yükselen Meksikalı yönetmenlerin en önemlilerinden biri. Diğer önemli isimler olan Alfonso Cuarón ve Alejandro González Iñárritu ile de yakın arkadaş zaten. Ne kadar güzel ki, her üçü de çok önemli noktalara gelseler de halen filmlerinden birbirlerine teşekkür etmeye devam ediyorlar. Umarım böyle de devam eder. Del Toro’nun bu üç isim içinde en ticari filmlere imza attığı söylenebilir ama onun ilgisini çeken konular da biraz daha fantastik hikâyeler zaten. Ancak bazı filmlerinde bu fantastik konuları politik bir alt metinle de harmanlıyor. Bunu en iyi yaptığı film de artık modern bir başyapıt olarak kabul edebileceğimiz Pan’ın Labirenti (Pan’s Labyrinth).

Aşkın Gücü (The Shape of Water) da ilk anda pek çok unsuru ile Pan’ın Labirenti’ni hatırlatıyor. Soğuk savaşın en yoğun hissedildiği dönemlerden biri olan 1960’larda geçen hikâyede baş karakterimiz küçük bir kız olmasa da masumiyetini koruyan bir kadın (Sally Hawkins). Elisa adındaki bu kadın, bir araştırma merkezinde temizlikçi olarak çalışıyor. Bir gün çalıştığı yere Güney Amerika’nın nehirlerinde bulunan, su altında yaşayan bir yaratık getiriliyor. Yetkililer bu yaratıktan nasıl faydalanacaklarını bulmak üzere çalışmalar yaparken Elisa ile yaratık arasında özel bir dostluk, giderek bir aşk kuruluyor. Onun deneylerde kullanılmasına dayanamayan Elisa, en yakın arkadaşı ve komşusu ile yaratığı kaçırmak üzere bir plan kuruyor ve olaylar gelişiyor.

Guillermo del Toro, bir kez daha ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu gösteriyor aslında. Filmin kurmak istediği masal atmosferi çok başarılı. Çok başarılı bir oyuncu olmasına rağmen her nedense biraz kıyıda köşede kaldığını düşündüğüm Sally Hawkins çok iyi (buyrunuz bir Oscar adayı daha). Del Toro filmlerinin değişmez yaratığı Doug Jones da öyle. Filmin kötü adamı olarak Michael Shannon, Elisa’nın arkadaşları olarak Richard Jenkins ve Octavia Spencer da iyiler (yine de Octavia Spencer bir kez daha her filmde oynadığı rolü oynuyor). Filmin teknik diğer unsurlarında da bir kusur bulmak pek mümkün değil. Peki hemen her filmini sevdiğim Guillermo del Toro’nun bu filmine neden âşık olmadım? Çünkü bu kez sinema sevgisi ile değil ödül alma isteği ile yapıldığı hissediliyor. Film her anında, bakın ne kadar güzel bir film yaptım diye bağırıyor adeta. Hâlbuki del Toro’nun en zayıf filmlerinde bile, kamera arkasında o filmi yaparken çok eğlenen sinema sevdalısı bir çocuk olduğu hissedilirdi. Bu kez yetenekli ve başarılı ama aynı zamanda hesapçı bir yetişkin var orada.

The Shape of Water’ın çok sevilmesinden, pek çok ödüle aday olmasından ve almasından rahatsız olmam ama del Toro deyince aklıma ilk gelecek filmlerden olmayacak belli ki. Belki de bu filmle pek çok ödül alması ödül baskısını üzerinden atmasına neden olur, güzel olur.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.426 hits
Kasım 2017
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
27282930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: