Mart 2018 için arşiv

Berlinale 2018 İzlenimleri – 7. Gün: Die Tomorrow, Gushing Prayer, Notes on an Appearance, Evidence of the Evidence, Araf, River’s Edge, Lemonade

Araya başka festivaller girince Berlinale’deki son günümde izlediğim filmler ile ilgili yorumlarım eksik kalmıştı. Tamamlayalım:

Die Tomorrow:

die_tomorrow

Festivalin daha deneysel filmlere yer veren Forum bölümünde yer alan Tayland filmi Die Tomorrow, adından tahmin edilebileceği gibi ölüm meselesi ile ilgili bir filmdi. Yönetmen Nawapol Thamrongrattanarit, filmini küçük bir çocuğun ölüm ile yüzleşmesi ile açıyor. Bir ev videosuna benzeyen bu sahnede (gerçek mi, bu film için çekilen bir kurmaca mı bilemiyoruz) babasından, kendisi dâhil, herkesin bir gün öleceğini duyan çocuk ağlamaya başlıyor. Sonrasında da ölümle ilgili istatistikler görüyoruz. İstatistiklere göre, dünya üzerinde her saniyede iki insan ölüyor. Tüm film boyunca bir köşede işleyen saat ve sayaç da bunu gösteriyor. 75 dakikalık bu filmi izlediğimiz süre boyunca dünyada kaç kişinin öldüğünü sürekli görüyoruz.

Filmimiz, birbiri ile ilişkisiz, daha doğrusu ortak noktaları ölümle bitmeleri olan, çeşitli hikâyeleri anlatıyor. Bu hikâyeler, gerçek haberlerden yola çıkarak oluşturulmuş. Yönetmen, gerçek ölüm haberleri alarak onların öncesinde ne olduğunu anlatmaya girişmiş. Ama derdi ölüm anı değil, ölümün hayatı hiç beklenmedik bir anda nasıl kesintiye uğrattığı. Örneğin ilk haber, mezuniyet gecelerinde oteldeki bir arkadaş grubunun içkilerinin bitmesi sonrasında içki almak için dışarı çıkan bir kızın, araba çarpması sonuncunda ölümü. Bizim izlediğimiz ise önlerinde koskoca bir hayat bulunan bir grup genç kızın, bir otel odasında gelecek planları üzerine konuşmaları. Onlar için ölüm akıllarının köşesinden bile geçmeyen bir olgu. Biz ise seyirci olarak, aralarından birinin dakikalar sonra öleceğini biliyoruz. Tüm filmdeki olaylar da bu mantıkta gerçekleşiyor. Perdede gördüğümüz karakterlerin yakın zamanda öleceklerinden haberleri yok ama biz onlardan birinin öleceğini biliyoruz.

Film pek çok yönü ile ölüm meselesini irdeliyor ve seyircinin kafasında sorular açıyor. Yakın zamanda öleceğimi bilsem geleceğe dair planlarımı sürekli erteler miydim, karşımdaki ile bu kadar sert konuşur muydum, son günümde neler yapardım, vs. vs. Bu anlamda seyirciyi aktif olarak izleme sürecine dâhil eden filmlerden. Festival seçkilerinde karşınıza çıkarsa izlenebilecek bir yapım.

Gushing Prayer:

gushing_prayer

Japon sinemasının “pembe film” türüne ayrılan alt bölümünün diğer bir filmi Gushing Prayer idi. Bu kez dün izlediğimiz gibi farklı bir alt türle kesişen bir film değil, doğrudan cinsellik ile ilgili derdi olan bir film izliyorduk. Ancak yönetmenin sol politik görüşü, karşımıza cinselliğin politikasını da konu edinen bir film getiriyordu.

Film, bir grup lise öğrencisi gencin cinselliklerini keşfetmeleri üzerine kurulu. Ancak bu keşif, ilk anda bekleyebileceğimiz gibi bir aşk hikâyesi etrafında şekillenmiyor. Daha çok, bu dört gencin bir arada yer aldığı bir deney olarak görebiliriz. Birbirlerine dokunuyorlar, sevişiyorlar ama ne durumda ne hissettiklerini daha çok mekanik bir şekilde çözmeye çalışıyorlar. Dün zevk aldıkları bir hareketten bugün neden zevk almadıklarını anlamaya çalışıyorlar örneğin. Bu sırada aralarından birinin öğretmenleri ile cinsellik yaşadığı ortaya çıkıyor. Birbirlerine yetişkin bir kişi ile cinsellik yaşamayacaklarına dair söz verdikleri için diğer arkadaşları bunu bir ihanet hatta fahişelik olarak görüyor. Zaten o dönem pek çok Japon filminde olduğu gibi, filmin farklı İngilizce adları da var. Biri de; A 15-Year-Old Prostitute.

Aslında öğretmeni ile birlikte olan Yasuko’nun bundan maddi bir beklentisi yok ama bir otorite, bir iktidar figürü ile birlikte olmak arkadaşlarının onu eleştirmeleri için yeterli oluyor. Bugünden bakınca şaşırtıcı olarak görülebilecek şeylerden biri de yönetmenin, 15 yaşında bir kızın öğretmeni ile cinsel ilişkiye girmesine yaş meselesi üzerinden değil, iktidar ve konum meselesi üzerinden bakması. Filmin 1971 yapımı olduğunu not olarak düşelim. Ayrıca cinsellik üzerine bir film ve doğal olarak epeyce çıplaklık da içeriyor ama bugünün bakışı ile erotik olduğunu söylemek de pek mümkün değil. İlginç bir film olduğuna şüphe yok ama herkese göre olmadığı da açık.

Notes on an Appearance:

notes_on_appearance

Peşin peşin bir itiraf. 7 filmlik bir günün en az bir filminin güme gitmesi kaçınılmazdı. O da Notes on an Appearance oldu. Belli bir yerinden sonra kopup gittiğim film hakkında yorum yapmam yanlış olur ama en azından ben de filmin neredeyse hiç görünmeyen ama hikâyenin onun etrafında döndüğü ana karakteri David gibi, bu filmin gösterildiği Delphi Filmpalast’da fiziksel olarak yer aldığımı tarihe not olarak düşeyim. David, arkadaşlarına farklı yerlerden farklı izler bırakarak ortadan kaybolan bir karakter. Arkadaşları da onu arıyorlar ama filme klasik anlamda bir gizem filmi demek doğru olmaz. Ortada büyük bir gizem ya da kayboluşa dair bir komplo yok. Film daha çok metaforik anlamda bir yerlerde olmanın, oradan geçip gitmenin tanımı nedir, orada olduğuna dair bir fotoğrafının ya da uçak biletinin olması gerçek anlamda orada olduğunu gösterir mi, yoksa bu bir yanılsama mıdır gibi sorularla ilgili dertleri var. Mesela ben acaba gerçekten bu filmde miydim acaba? Kim bilir?

Evidence of the Evidence:

evidence

Sırada 22 dakikalık bir belgesel var. Tümüyle arşiv görüntülerinden oluşan belgesel bizleri 1971 yılında Attica hapishanesinden yaşanan meşhur isyana götürüyor. Amerika’da insan hakları hareketinde önemli bir yeri olan bu isyanı biz sinemaseverler Dog Day Afternoon filminden de hatırlayabiliriz. Filmde izlediğimiz görüntülerin hemen hepsi, bir polisin, isyan sırasında mümkün olduğunca mahkûmların yanına yaklaşıp çektiği görüntüler. Bu görüntüler iki anlamda önemli. Birincisi, bu dört günlük isyanda içerde yaşananlara dair en doğrudan elde olan görüntüler belki de. Yaşananların belgesi olarak önemli. İkicisi ise, polisin orantısız güç kullanarak bastırdığı bu isyanda öldürülen mahkûmların, operasyon öncesi bu görüntüler yardımı ile isyanda aktif olarak rol oynayan mahkûmlar olarak tanımlanmaları. Belki de elde bu görüntüler olmasa, o mahkûmlar öldürülmeyecekti. Filmin adı da burada anlam kazanıyor. Aslında hapishanede yaşananların bir delili ama aynı zamanda öldürülecek (pardon, etkisiz hale getirilecek) mahkûmların seçiminin de bir delili karşımızdaki.

Filmin sadece yönetmeni değil, her şeyi olan Alexander Johnston, elindeki görüntülerin ham halini kullanmamış. Görüntüler ve sesle oynarken, bazı konuşmaların özellikle altını çizmek için, konuşulanları ekrana yazı olarak koyduğu anlar da mevcut. Sadece kuru bir arşiv çalışmasından ziyade, işin sinema yönüne de kafa yormuş. Başarılı bir kısa belgesel.

Araf:

araf

Evidence of the Evidence ile aynı seansta gösterilen Araf, esasen bu seanstaki filmleri seçmemin asıl sebebiydi. Yurtdışı festivallerde Türkiye’den gelen filmlerin ne şekilde karşılandığını, nasıl tepkiler aldığını görmek güzel oluyor. Araf da, Türk-Yunan-Bosna Herkes ortak yapımı bir filmdi. Yönetmen Didem Pekün, en genel tanımı ile bir belgesele imza atmış ama alışık olduğumuz anlamda bir belgesel değil. Filmin dış sesi olan, Nayia adında kurmaca bir karakter yaratmış ve film boyunca onun yolculuğunu takip etmiş. Bu karakter Bosna’da yaşanan savaştan, Mostar köprüsünün yıkılmasından yıllarca sonra ülkesine geri dönüyor, biz de onunla ve o günlerin anısına yürüyen yüzlerce kişiyle birlikte aynı yolculuğa çıkıyoruz. Acıların halen dinmediğini gösteren film, bir yanıyla İkarus efsanesine de bağlanıyor. Ama onu da köprüden suya atlayan bir adam ile özdeşleştiriyor.

Didem Pekün, filmini siyah-beyaz olarak çekmeyi ve yarattığı kurmaca karakterin dış sesi dışında başka bir konuşma kullanmamayı tercih etmiş. Bu da filmini farklı bir yerde konumlandırıyor. Zaman zaman anlatısının biraz fazla kitabi olması dışında başarılı bir film. 47 dakikalık süresinden dolayı, ancak festivallerde karşımıza çıkabilecektir sanırım.

River’s Edge:

rivers_edge

Film sayısı çok fazla olduğu için Berlinale’de film seçmenin fazlasıyla zor olduğundan bahsetmiştim. River’s Edge başka bir filmin başlamasını beklerken kulak misafiri olduğum bir konuşma sonrasında seçtiğim bir film oldu. İyi ki de seçmişim.

90’larda Tokyo’da geçen bir gençlik hikâyesi izliyoruz. Birbirinden epey bağımsız gibi görünen bir dizi sahne ile başlayan filmde, ilk başta bu sahnelerin ne olduğunu anlayamasak da film ilerledikçe bu sahneler yerli yerlerine oturmaya başlıyor. Karşımızda bir lisede okuyan genç karakterler var. Zaten onların anne-babalarını ya da öğretmenlerini film boyunca sanırım hiç görmedik. Sürekli okul arkadaşları tarafından tartaklanan utangaç bir öğrenci, onun tuhaf bir ilişki yaşadığı kız arkadaşı, cinsellikte de şiddeti seven bir karakter olduğunu öğrendiğimiz okulun kabadayısı, onun kız arkadaşı ve kız arkadaşının kardeşi, lisede olmasına rağmen modellik yapan ve bu yüzden fiziğine dikkat etmesi gereken bir başka kız, ana karakterlerimiz. Hemen hepsinin de ilk bakışta görmediğimiz bir sırrı var. Bu kadar karakter ve olay ilk bakışta biraz fazla gibi gözükse de sağlam bir senaryo ile bağlanıyor ve karşımıza iyi ve çarpıcı bir gençlik filmi çıkıyor.

Senaryodaki bazı olayların biraz abarttığını düşünmek mümkün. Çoğunlukla böyle anlardan ötürü ama genel olarak filmin atmosferini de dikkate alarak filmin bazı yerlerinin manga ya da anime örneklerine çok benzediğini düşünmüştüm. Film sonundaki yazıları okuduğumda tümüyle bir manga uyarlaması olduğunu gördüm. Henüz mangayı okumadım ama iyi bir uyarlama olduğunu tahmin ediyorum.

Önceki filmlerinden bazıları ülkemizde vizyon şansı da bulmuş olan Isao Yukisada, sağlam bir film yapmış. Umalım ki bu filmini de en azından festivallerde görme şansımız olur. Benim için, yarışma filmleri dâhil olmak üzere, tüm festivalde izlediğim filmler arasında en iyiler arasına girebilecek bir yapımdı. Fipresci’nin Panorama bölümündeki ödülünün bu filme gittiğini de not olarak düşelim.

Lemonade:

lemonade

Benim için Berlinale’nin son filmi Lemonade oldu. Romanya’dan gelen bu film, Amerika’dan Yeşil Kart almak için çabalayan bir kadının hikâyesi. Hemşire olarak çalışırken tanıştığı Amerikalı bir adamla evlenmiş ve göçmen bürosu ile görüşmeleri devam ediyor. Bu arada eski bir ilişkisinden olan oğlunu da Amerika’ya getiriyor. Bir yandan da onunla kocasının anlaşmasını sağlamaya çalışıyor.

Son yıllarda giderek yükselen Romen sinemasından gelen film sinemasal olarak son derece güçlü. Romen sinemasının sıklıkla kullandığı gibi, seyirciyi olayların içinde hissettiren bir kamera kullanımı ve başrolde Mãlina Manovici’nin başarılı oyunu, seyirciyi hemen yakalıyor. Kadının arka arkaya başına gelen olayları da merak ve endişe ile takip ediyorsunuz. Ancak bu olayların hepsinin çok kısa bir süre içinde gelip karakterimizi bulması işin inandırıcılığını biraz zedeliyor. Filmin başında, yaşananların gerçek olaylardan alındığı ibaresi var. Böyle dendiyse doğrudur ama büyük ihtimalle Yeşil Kart almaya çalışan farklı kadınların yaşadıkları, filmde tek bir kadında birleştirilmiş. Böyle olunca da biraz abartı oluyor. Üstelik kadının karşısına bir tane bile iyi Amerikalı çıkmaz mı diyorsunuz. Kadının çocuğu ile ilişkisini anlamak için görevlerini yapan polis memurları bile, kötü olmasalar bile tümüyle empatiden yoksun tipler olarak çizilmiş. Ona yardım etmeye çalışan az sayıda kişi var, onlar da yine onun gibi göçmen.

İnandırıcılık sorunları olsa da Lemonade için yine de festivalin güçlü filmlerinden yorumunu yapabilirim. Yoğun bir festival için iyi bir finaldi.

!f Ankara’da Hangi Filmleri Seçelim – 2018 / Bölüm 4

4 Mart Pazar:

12:30 – Human Flow / İnsan Seli
13:00 – Ara Güler, Once Upon a Time Istanbul / Ara Güler, Bir Zamanlar İstanbul

Human_Flow

Pazar sabahı için karşımızda yine iki belgesel var. Bunların ilki olan İnsan Seli, günümüzde dünyanın pek çok yerinde farklı nedenlerle etkisini giderek arttıran mülteci meselesi üzerine. Bir ülkeden diğer bir ülkeye yasal ya da yasal olmayan şekillerde geçme çabası, kalanların yaşadıkları, gidenlerin yaşadıkları, her biri başka açılardan ele alınması gereken konular. Değişik sanat alanlarında eserler veren Ai Weiwei, bu kez mülteci meselesini ele almış. Dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirdiği çekimlerle bu konuyu irdelemiş. Genellikle de çok iyi eleştiriler almış. Karşısında ise Ara Güler ile ilgili, 51 dakikalık bir belgesel var. Ancak bu film hakkında çok fazla bir bilgimiz bulunmamakta.

Her ne kadar İnsan Seli’nin Türkiye dağıtımcısı olsa da gösterime girme ihtimali çok yüksek olmayabilir. Bu yüzden önerim ve seçimim odur. Ancak filmin 140 dakika olduğunu gözden kaçırmayalım. Özellikle önceki akşam geceyarısı sinemasına kalmış olanları zorlayabilir.

—————————–

15:00 – Ava
15:30 – Arada

ava

Bu seansta birbirinden epey farklı iki film arasından seçim yapmamız gerekiyor. !f programında hemen her yıl İran sinemasından gelen çarpıcı bir film oluyor. Bu sene sıra Ava filminde gibi gözüküyor. Keman dersleri alan genç bir kızın erkek arkadaşı ile olan buluşmasının bir bekâret kontrolüne kadar uzanmasını ve sonrasını anlatan film, hem iyi bir büyüme hikâyesi, hem de İran’da genç kızların yaşadıkları üzerine sağlam bir bakış olacak gibi gözüküyor. Fragmana bakınca, görsel açıdan da üzerinde düşünülmüş bir film olduğu anlaşılıyor. Gelen yorumlar da iyi.

İyi yorumlar alan bir diğer filmse Arada. Film hakkında Türkiye’nin ilk punk filmi şeklinde bir tanıtım yürütüldü. Etiketlere takılmayalım ama anladığımız kadarıyla Arada iyi bir film. 90’ların İstanbul’unun gece hayatını yansıtma iddiası ile ortaya çıkan bu filmin bunu iyi bir şekilde becerdiği söyleniyor.

Birbirinden çok farklı olsa da kendi adıma ikisi de izlemek istediğim filmler. Arada’nın vizyon tarihi aldığını düşünerek Ava diyorum.

—————————–

17:00 – Dreaming Murakami / Murakami’yi Düşlemek
17:30 – Kar

dreaming_murakami

Öncelikle bir not düşelim. İlk açıklanan programda, 17:00 seansında İstila filmi gözüküyordu ve bu filme bilet satışı yapılmıştı. Ne yazık ki bu film iptal oldu ve yerine Murakami’yi Düşlemek kondu.

Adana Film Festivali’nde izlemiş olduğum Kar’dan başlayalım. Henüz lisede okuyan Antalyalı bir grup gencin hayatına baktığımız film, Türkiye sineması adına son yılların heyecan verici filmlerinden. Hayatı uçlarda yaşayan bu gençlerden filmin ilk bölümlerinde nefret edebilirsiniz ama film ilerledikçe onları anlamaya başlıyorsunuz. Hazar Ergüçlü ve Halil Babür’ün başarılı oyunculukları da filmin dikkat çekici unsurlarından. Yönetmen, hikâyesini anlatırken bu hayatın bir parçası olan alkol, uyuşturucu, cinsellik gibi unsurları da bolca kullanmış. Filmde bolca küfür de var. Bu nedenle gösterime girme şansı olur mu, emin değildim. Son haftalarda vizyon tarihi geldi ama tabii ki +18 girecek.

Murakami’yi Düşlemek için birkaç gün önce yazdığımızı tekrarlayalım. Danimarka’da Murakami’nin romanlarını çeviren ve giderek onun dünyasına dalan Mette Holm’u anlatıyor. Onun dışında hakkında çok fazla bir bilgimiz yok.

Filmlerden birini zaten izlemiş olduğum için benim seçimim Murakami’yi Düşlemek olacak. Ama tavsiyem Kar. !f’de olmasa da vizyonda mutlaka izleyiniz. Son bir not daha düşelim. Bu seans için Kar’ı seçenler, diğer seansta Şafaktan Önce’ye yetişemiyor.

—————————–

19:00 – A Prayer Before Dawn / Şafaktan Önce
19:30 – Most Beautiful Island / En Güzel Ada

most_beautiful_

Bu kez seçim yapmamız gereken filmler yine birbirinden epey farklı. Şafaktan Önce, gerçek bir olaydan uyarlanmış. İngiliz bir boksörün, Tayland’da bir hapishanede geçirdiği yılları ve burada da boks turnuvasına katılmasını anlatan film, epey şiddet yüklü gözüküyor. Filmin bir özelliği de Tayland’da gerçek bir hapishanede, gerçek mahkûmlarla çekilmesi (başrol oyuncusu Joe Cole öyle değil tabii ki, diğer mahkûmlar). Başarılı ve gerçekçi bir film olduğuna dair yorumlar var.

En Güzel Ada ise ilk bakışta, New York’da (ki filme adını veren en güzel ada New York zaten) ayakta kalmaya çalışan İspanyol göçmen bir kadının dramatik hikâyesi gibi gözüküyor. Fakat anlaşılan, olay bir korku filmine doğru evriliyor.

Her ne kadar iki film içinde Şafaktan Önce, daha iyi eleştiriler almışsa da En Güzel Ada, konusu ve fragmanı ile beni tavlamayı başardı. Ayrıca Şafaktan Önce’nin vizyon görme şansı da olabilir.

—————————–

21:30 – Film Stars Don’t Die in Liverpool / Yıldızlar Asla Ölmez
22:00 – A Fábrica de Nada / Hiçlik Fabrikası

a-fabrica-de-nada

Bu seanstaki ilk filmimiz Yıldızlar Asla Ölmez, eski bir Hollywood starı olan Gloria Grahame’in hayatının son dönemlerinde yaşadığı Liverpool’da kendisinden epey genç bir erkekle yaşadığı aşkı konu ediyor. Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan bu film, özellikle Annette Bening’in oyunculuğu açısından çok iyi eleştiriler aldı. Ama onun dışında, işin içine hastalık meseleleri de girdiğine göre, tipik bir hüzünlü biyografi filmi gibi duruyor.

Hiçlik Fabrikası ise Portekiz’de bir fabrikayı işgal eden bir grup işçiyi anlatan bir film. Bu tek cümlelik konusu bile filmin politik bir içeriği olduğunu gösteriyor ama belgesel kökenli yönetmen Pedro Pinho, hikâyesini anlatırken çok farklı tercihler yapmış. Anlaşıldığı kadarıyla bazen çok gerçekçi sahneler varken, bazen olay müzikale dönüyor. Dikkat çekici bir film kesinlikle ama süresinin 176 dakika olduğunu ve 22.00’da başladığını unutmayalım.

Kişisel olarak bu seans için seçim yapmayacağım, çünkü gecenin bir yarısında Oscar törenleri var ve uyku hakkımı onu izlemek için kullanmak istiyorum. Ama seçim yapacak olsam, uzun süresine rağmen, tercihim Hiçlik Fabrikası olurdu. Hem daha ilginç bir filme benziyor, hem de Yıldızlar Asla Ölmez, vizyon tarihi almış durumda.

!f Ankara’da Hangi Filmleri Seçelim – 2018 / Bölüm 3

Berlinale nedeniyle ara vermek durumunda kaldığımız, !f Ankara önerileri ve tercihlerimize Cumartesi günü ile devam edelim.

3 Mart Cumartesi:

12:30 – Kamikaze 1989
13:00 – Dröm Vidare / Rüyaların Ötesinde

kamikaze-89

Cumartesi gününün ilk seansında !f Kült bölümünden bir film var. 1982 yapımı, Kamikaze 1989’da Rainer Werner Fassbinder’in son oyunculuk deneyimine şahit olma şansımız bulunuyor. Filmin geçtiği yıllar için yakın gelecek olan bir dönemde, tüm haberleri kontrol eden bir şirkete düzenlenen bir bombalama olayını ve bunu soruşturan bir dedektifi izliyoruz. İşte o dedektif, Fassbinder. Filmin türünün cyberpunk olarak geçmesi benim ve benim gibi seyircilerin gözünde filmi daha da dikkat çekici bir hale getiriyor.

Rüyaların Ötesinde ise İsveç’te yaşayan Kürt yönetmen Rojda Şekersöz’ün ilk filmi. Şekersöz, biri hapisten yeni çıkmış dört kız arkadaşın bir kuyumcuyu soyma planlarını anlatıyor. Tam bir kadın hikâyesi olan bu film epey canlı ve dinamik bir film gibi gözüküyor.

Rüyaların Ötesinde de epey ilgimi çeken bir film oldu ama Kamikaze 1989’a çok iyi olmasa bile mutlaka izlemem gereken bir film olarak bakıyor ve tercihimi ondan yana kullanıyorum. Umarım Rüyaların Ötesinde’yi bir şekilde izleme fırsatı buluruz.

—————————–

15:00 – Les garçons sauvages / Vahşi Oğlanlar
15:30 – Dark River / Karanlık Nehir

garcons

!f programında zaman zaman deneysele yakın filmler görmeye alışkınız. Bu seansın ilk alternatifi olan Vahşi Oğlanlar da böyle bir filme benziyor. 5 genç erkeğin önce bir teknede, sonra fantastik bir adada geçirdikleri zamanı ve cinselliklerini keşfetmelerini anlatan film siyah-beyaz bir dünyada geçen sürreal bir fantezi olarak tanımlanıyor. Karanlık Nehir ise daha gerçekçi bir İngiliz filmi olarak gözüküyor. Babası ile problemler yaşayan bir kadının, onun ölümünden sonra, 15 yıldır gitmediği evine dönmesini anlatan film, çoğunlukla Ruth Wilson’ın oyunculuğu ile dikkat çekmiş. Çok iyi eleştiriler olduğu gibi orta karar bir film diyenler de var.

Festivalde biraz farklı, başka yerlerde izleyemeyeceğimiz tarzda filmler izleyelim diyenleri Vahşi Oğlanlar’a alalım. Ben de tercihimi o yönde kullanarak Fabula’nın Karanlık Nehir’i vizyona sokmasını bekleyeceğim.

—————————–

17:00 – Oh Lucy! / Ah Lucy!
17:30 – Anadolu Turnesi

oh-lucy

Bu seans için bir komedi/drama ile bir belgesel arasında seçim yapmamız gerekiyor. Ah Lucy!,  Tokyo’da bir İngilizce kursuna katılan ve orada öğretmenine aşık olan, Setsuko adında bir kadını konu ediyor. İngilizce öğretmeni Los Angeles’a geri dönünce, üstelik yanına Setsuko’nun yeğenini de alınca o da peşlerinden Amerika’ya doğru yola çıkıyor. Kültürel farklılıklar ve kendisini başka biri yerine koyma üzerine ilginç bir film yorumları mevcut.

Anadolu Turnesi ise amatör bir rock grubunun 2014 yılında çıktığı bir turnenin, bir belgesel ekibi tarafından takip edilmesi ile oluşmuş bir belgesel. Hakkında henüz çok fazla yorum göremedik ama bir yandan grubu takip ederken bir yandan ülkenin hallerine bakan bir yapım gibi gözüküyor.

Kendi adımına seçimimi, hakkında daha fazla bilgimiz olan Ah Lucy! filminden yana kullanıyorum. Ancak özellikle müzikle daha yakından ilgilenenler ya da müzik belgesellerini sevenler Anadolu Turnesi’ni seçebilirler. Ancak bir not olarak düşelim, bu seans için Anadolu Turnesi’ni seçenler, bir sonraki seansta Dev Avcısı’na yetişemeyecekler.

—————————–

19:00 – I Kill Giants / Dev Avcısı
19:30 – Mom and Dad

i_kill_giants

!f’in programını yapan arkadaşlar, bazen birbirinin karşısına benzer türlerde filmler koyarak seçim yapmamızı iyice zorlaştırıyorlar. Bu kez fantastik film türüne sokabileceğimiz iki film karşı karşıya. İkisi de iyi eleştiriler almış üstelik.

Dev Avcısı, daha önce kısa filmleri ile Oscar almış olan Anders Walter’ın ilk uzun metrajlı filmi. Aynı zamanda bir çizgi roman uyarlaması. Filmde gerçekle hayal dünyası arasında kalmış, hayattaki amacı devleri öldürmek olan genç bir kızın maceralarını anlatıyor. Muhtemelen hayal dünyasında karşılaştıklarının gerçek dünyada da karşılıkları var. Konusu A Monster Calls’u hatırlattı bir miktar.

Mom and Dad ise çılgın bir korku komedi gibi duruyor. Ameika’da bir salgın baş gösteriyor ve bu salgın, nasıl bir salgınsa, anne ve babaların kendi çocuklarını öldürmek istemeleri ile sonuçlanıyor. Öyle ki anne-babaların tek amacı bu oluyor. Sırf bu özet bile filmi izleme isteği uyandırıyor. Fragman ve film hakkındaki eleştiriler de ümit verici. Elbette tür filmlerini sevenler için. Özellikle Nicolas Cage’in son yıllarda bir türlü engelleyemediği abartılı oyunculuğunun bu film için son derece uygun olduğu söyleniyor.

İki film de izlemek istediğim filmler. Üstelik her ikisinin de Türkiye dağıtımcısı Fabula. Vizyona girme ihtimalleri açısından Mom and Dad daha güçlü bir aday diye düşünerek Dev Avcısı’nı seçiyorum ve zor kararı size bırakıyorum. Fantastik film sevmiyorum diyenlerse bu seansı boş geçebilirler.

Yine seans çakışması notumuzu düşelim. Bu seansta Mom and Dad’i seçenler, sonraki seans için Brad’in Durumu: Karmaşık filmini seçemiyor. Aslında sadece 3 dakika çakışıyorlar. Yazılar devam ederken çıkılırsa yetişme ihtimali var.

—————————–

21:30 – Brad’s Status / Brad’in Durumu: Karmaşık
22:00 – Madame Hyde / Bayan Hyde

Brads-Status

İşte zor bir seçim daha. Ama bu kez o kadar yakın türlerde filmler değiller. Brad’in Durumu: Karmaşık, sevdiğimiz tarzda bir Ben Stiller komedisi gibi duruyor. Oğluna üniversite bulmak için bir geziye çıkan Brad’in bu yolculuğu, yıllar önceki yakın arkadaşların kariyer basamaklarını üçer-beşer atladıklarını görmesi ile sonuçlanıyor. Bunun üzerine Brad de arkadaşlarına göre çok “sıradan” kalan hayatını sorgulamaya başlıyor. Büyük ihtimalle film, hayatımız sıradan gözükse de içindeki güzellikleri keşfedelim tarzı bir mesaja bağlanacak ama bunu iyi yaptığınız sürece sıkıntı yok. Stiller’in bu tarz filmleri de bunu iyi yapıyor (yönetmen Stiller gibi anlaşılmasın bu arada, Mike White ama Stiller’in bu temadaki filmlerini düşünerek bu cümleyi kurdum).

Bayan Hyde ise isminin çağrıştırabileceği gibi Dr. Jekyll ve Mr. Hyde romanının modern ve serbest bir uyarlaması. Isabelle Huppert’in canlandırdığı silik bir öğretmen olan Bayan Géquil’a deney yaparken yıldırım çarpıyor ve bayılıyor. Uyandığında kendini bambaşka hissetmeye başlıyor ve karakteri tümüyle değişiyor. Huppert’in karakterin her iki yönünü de başarılı bir şekilde canlandırdığına şüphem yok. Ancak filmin o kadar dikkat çekici eleştiriler almadığını vurgulamalıyız.

Her iki filmin de Türkiye dağıtımcısı mevcut. Ama gösterime girme şanslarını çok yüksek görmüyorum. Benim tercihim Brad’in Durumu: Karmaşık’tan yana.

—————————–

00:00 – Brawl In Cell Block 99 / 99. Blok

brawlincellblock99

Geceyarısı sinemasında karşımızda tek bir film var: 99. Blok. Yani tercih yapmamıza gerek yok, gidip gitmeyeceğimize karar vermeliyiz. Film, eski bir boksör olan, Bradley’nin bir uyuşturucu meselesine karışıp hapse düşmesinden sonra başından geçenleri konu ediyor. Bu saatteki seansa konulmasından tahmin edilebileceği gibi, bolca şiddet içeren bir film. Hem film, hem de Vince Vaughn’un performansı çok iyi yorumlar almış. Bu tarz filmleri sevenlerin izlemesi gereken bir film diye düşünüyorum ancak günün her seansına bir film koyduysanız altıncı film olarak, 132 dakikalık bu filmle günü noktalamak zor olabilir. Sanırım ben pas geçip, Fabula’nın filmi gösterime sokmasını umacağım. Belki de son anda fikir değiştiririm, kim bilir.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.151 hits
Mart 2018
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: