Berlinale 2018 İzlenimleri – 7. Gün: Die Tomorrow, Gushing Prayer, Notes on an Appearance, Evidence of the Evidence, Araf, River’s Edge, Lemonade

Araya başka festivaller girince Berlinale’deki son günümde izlediğim filmler ile ilgili yorumlarım eksik kalmıştı. Tamamlayalım:

Die Tomorrow:

die_tomorrow

Festivalin daha deneysel filmlere yer veren Forum bölümünde yer alan Tayland filmi Die Tomorrow, adından tahmin edilebileceği gibi ölüm meselesi ile ilgili bir filmdi. Yönetmen Nawapol Thamrongrattanarit, filmini küçük bir çocuğun ölüm ile yüzleşmesi ile açıyor. Bir ev videosuna benzeyen bu sahnede (gerçek mi, bu film için çekilen bir kurmaca mı bilemiyoruz) babasından, kendisi dâhil, herkesin bir gün öleceğini duyan çocuk ağlamaya başlıyor. Sonrasında da ölümle ilgili istatistikler görüyoruz. İstatistiklere göre, dünya üzerinde her saniyede iki insan ölüyor. Tüm film boyunca bir köşede işleyen saat ve sayaç da bunu gösteriyor. 75 dakikalık bu filmi izlediğimiz süre boyunca dünyada kaç kişinin öldüğünü sürekli görüyoruz.

Filmimiz, birbiri ile ilişkisiz, daha doğrusu ortak noktaları ölümle bitmeleri olan, çeşitli hikâyeleri anlatıyor. Bu hikâyeler, gerçek haberlerden yola çıkarak oluşturulmuş. Yönetmen, gerçek ölüm haberleri alarak onların öncesinde ne olduğunu anlatmaya girişmiş. Ama derdi ölüm anı değil, ölümün hayatı hiç beklenmedik bir anda nasıl kesintiye uğrattığı. Örneğin ilk haber, mezuniyet gecelerinde oteldeki bir arkadaş grubunun içkilerinin bitmesi sonrasında içki almak için dışarı çıkan bir kızın, araba çarpması sonuncunda ölümü. Bizim izlediğimiz ise önlerinde koskoca bir hayat bulunan bir grup genç kızın, bir otel odasında gelecek planları üzerine konuşmaları. Onlar için ölüm akıllarının köşesinden bile geçmeyen bir olgu. Biz ise seyirci olarak, aralarından birinin dakikalar sonra öleceğini biliyoruz. Tüm filmdeki olaylar da bu mantıkta gerçekleşiyor. Perdede gördüğümüz karakterlerin yakın zamanda öleceklerinden haberleri yok ama biz onlardan birinin öleceğini biliyoruz.

Film pek çok yönü ile ölüm meselesini irdeliyor ve seyircinin kafasında sorular açıyor. Yakın zamanda öleceğimi bilsem geleceğe dair planlarımı sürekli erteler miydim, karşımdaki ile bu kadar sert konuşur muydum, son günümde neler yapardım, vs. vs. Bu anlamda seyirciyi aktif olarak izleme sürecine dâhil eden filmlerden. Festival seçkilerinde karşınıza çıkarsa izlenebilecek bir yapım.

Gushing Prayer:

gushing_prayer

Japon sinemasının “pembe film” türüne ayrılan alt bölümünün diğer bir filmi Gushing Prayer idi. Bu kez dün izlediğimiz gibi farklı bir alt türle kesişen bir film değil, doğrudan cinsellik ile ilgili derdi olan bir film izliyorduk. Ancak yönetmenin sol politik görüşü, karşımıza cinselliğin politikasını da konu edinen bir film getiriyordu.

Film, bir grup lise öğrencisi gencin cinselliklerini keşfetmeleri üzerine kurulu. Ancak bu keşif, ilk anda bekleyebileceğimiz gibi bir aşk hikâyesi etrafında şekillenmiyor. Daha çok, bu dört gencin bir arada yer aldığı bir deney olarak görebiliriz. Birbirlerine dokunuyorlar, sevişiyorlar ama ne durumda ne hissettiklerini daha çok mekanik bir şekilde çözmeye çalışıyorlar. Dün zevk aldıkları bir hareketten bugün neden zevk almadıklarını anlamaya çalışıyorlar örneğin. Bu sırada aralarından birinin öğretmenleri ile cinsellik yaşadığı ortaya çıkıyor. Birbirlerine yetişkin bir kişi ile cinsellik yaşamayacaklarına dair söz verdikleri için diğer arkadaşları bunu bir ihanet hatta fahişelik olarak görüyor. Zaten o dönem pek çok Japon filminde olduğu gibi, filmin farklı İngilizce adları da var. Biri de; A 15-Year-Old Prostitute.

Aslında öğretmeni ile birlikte olan Yasuko’nun bundan maddi bir beklentisi yok ama bir otorite, bir iktidar figürü ile birlikte olmak arkadaşlarının onu eleştirmeleri için yeterli oluyor. Bugünden bakınca şaşırtıcı olarak görülebilecek şeylerden biri de yönetmenin, 15 yaşında bir kızın öğretmeni ile cinsel ilişkiye girmesine yaş meselesi üzerinden değil, iktidar ve konum meselesi üzerinden bakması. Filmin 1971 yapımı olduğunu not olarak düşelim. Ayrıca cinsellik üzerine bir film ve doğal olarak epeyce çıplaklık da içeriyor ama bugünün bakışı ile erotik olduğunu söylemek de pek mümkün değil. İlginç bir film olduğuna şüphe yok ama herkese göre olmadığı da açık.

Notes on an Appearance:

notes_on_appearance

Peşin peşin bir itiraf. 7 filmlik bir günün en az bir filminin güme gitmesi kaçınılmazdı. O da Notes on an Appearance oldu. Belli bir yerinden sonra kopup gittiğim film hakkında yorum yapmam yanlış olur ama en azından ben de filmin neredeyse hiç görünmeyen ama hikâyenin onun etrafında döndüğü ana karakteri David gibi, bu filmin gösterildiği Delphi Filmpalast’da fiziksel olarak yer aldığımı tarihe not olarak düşeyim. David, arkadaşlarına farklı yerlerden farklı izler bırakarak ortadan kaybolan bir karakter. Arkadaşları da onu arıyorlar ama filme klasik anlamda bir gizem filmi demek doğru olmaz. Ortada büyük bir gizem ya da kayboluşa dair bir komplo yok. Film daha çok metaforik anlamda bir yerlerde olmanın, oradan geçip gitmenin tanımı nedir, orada olduğuna dair bir fotoğrafının ya da uçak biletinin olması gerçek anlamda orada olduğunu gösterir mi, yoksa bu bir yanılsama mıdır gibi sorularla ilgili dertleri var. Mesela ben acaba gerçekten bu filmde miydim acaba? Kim bilir?

Evidence of the Evidence:

evidence

Sırada 22 dakikalık bir belgesel var. Tümüyle arşiv görüntülerinden oluşan belgesel bizleri 1971 yılında Attica hapishanesinden yaşanan meşhur isyana götürüyor. Amerika’da insan hakları hareketinde önemli bir yeri olan bu isyanı biz sinemaseverler Dog Day Afternoon filminden de hatırlayabiliriz. Filmde izlediğimiz görüntülerin hemen hepsi, bir polisin, isyan sırasında mümkün olduğunca mahkûmların yanına yaklaşıp çektiği görüntüler. Bu görüntüler iki anlamda önemli. Birincisi, bu dört günlük isyanda içerde yaşananlara dair en doğrudan elde olan görüntüler belki de. Yaşananların belgesi olarak önemli. İkicisi ise, polisin orantısız güç kullanarak bastırdığı bu isyanda öldürülen mahkûmların, operasyon öncesi bu görüntüler yardımı ile isyanda aktif olarak rol oynayan mahkûmlar olarak tanımlanmaları. Belki de elde bu görüntüler olmasa, o mahkûmlar öldürülmeyecekti. Filmin adı da burada anlam kazanıyor. Aslında hapishanede yaşananların bir delili ama aynı zamanda öldürülecek (pardon, etkisiz hale getirilecek) mahkûmların seçiminin de bir delili karşımızdaki.

Filmin sadece yönetmeni değil, her şeyi olan Alexander Johnston, elindeki görüntülerin ham halini kullanmamış. Görüntüler ve sesle oynarken, bazı konuşmaların özellikle altını çizmek için, konuşulanları ekrana yazı olarak koyduğu anlar da mevcut. Sadece kuru bir arşiv çalışmasından ziyade, işin sinema yönüne de kafa yormuş. Başarılı bir kısa belgesel.

Araf:

araf

Evidence of the Evidence ile aynı seansta gösterilen Araf, esasen bu seanstaki filmleri seçmemin asıl sebebiydi. Yurtdışı festivallerde Türkiye’den gelen filmlerin ne şekilde karşılandığını, nasıl tepkiler aldığını görmek güzel oluyor. Araf da, Türk-Yunan-Bosna Herkes ortak yapımı bir filmdi. Yönetmen Didem Pekün, en genel tanımı ile bir belgesele imza atmış ama alışık olduğumuz anlamda bir belgesel değil. Filmin dış sesi olan, Nayia adında kurmaca bir karakter yaratmış ve film boyunca onun yolculuğunu takip etmiş. Bu karakter Bosna’da yaşanan savaştan, Mostar köprüsünün yıkılmasından yıllarca sonra ülkesine geri dönüyor, biz de onunla ve o günlerin anısına yürüyen yüzlerce kişiyle birlikte aynı yolculuğa çıkıyoruz. Acıların halen dinmediğini gösteren film, bir yanıyla İkarus efsanesine de bağlanıyor. Ama onu da köprüden suya atlayan bir adam ile özdeşleştiriyor.

Didem Pekün, filmini siyah-beyaz olarak çekmeyi ve yarattığı kurmaca karakterin dış sesi dışında başka bir konuşma kullanmamayı tercih etmiş. Bu da filmini farklı bir yerde konumlandırıyor. Zaman zaman anlatısının biraz fazla kitabi olması dışında başarılı bir film. 47 dakikalık süresinden dolayı, ancak festivallerde karşımıza çıkabilecektir sanırım.

River’s Edge:

rivers_edge

Film sayısı çok fazla olduğu için Berlinale’de film seçmenin fazlasıyla zor olduğundan bahsetmiştim. River’s Edge başka bir filmin başlamasını beklerken kulak misafiri olduğum bir konuşma sonrasında seçtiğim bir film oldu. İyi ki de seçmişim.

90’larda Tokyo’da geçen bir gençlik hikâyesi izliyoruz. Birbirinden epey bağımsız gibi görünen bir dizi sahne ile başlayan filmde, ilk başta bu sahnelerin ne olduğunu anlayamasak da film ilerledikçe bu sahneler yerli yerlerine oturmaya başlıyor. Karşımızda bir lisede okuyan genç karakterler var. Zaten onların anne-babalarını ya da öğretmenlerini film boyunca sanırım hiç görmedik. Sürekli okul arkadaşları tarafından tartaklanan utangaç bir öğrenci, onun tuhaf bir ilişki yaşadığı kız arkadaşı, cinsellikte de şiddeti seven bir karakter olduğunu öğrendiğimiz okulun kabadayısı, onun kız arkadaşı ve kız arkadaşının kardeşi, lisede olmasına rağmen modellik yapan ve bu yüzden fiziğine dikkat etmesi gereken bir başka kız, ana karakterlerimiz. Hemen hepsinin de ilk bakışta görmediğimiz bir sırrı var. Bu kadar karakter ve olay ilk bakışta biraz fazla gibi gözükse de sağlam bir senaryo ile bağlanıyor ve karşımıza iyi ve çarpıcı bir gençlik filmi çıkıyor.

Senaryodaki bazı olayların biraz abarttığını düşünmek mümkün. Çoğunlukla böyle anlardan ötürü ama genel olarak filmin atmosferini de dikkate alarak filmin bazı yerlerinin manga ya da anime örneklerine çok benzediğini düşünmüştüm. Film sonundaki yazıları okuduğumda tümüyle bir manga uyarlaması olduğunu gördüm. Henüz mangayı okumadım ama iyi bir uyarlama olduğunu tahmin ediyorum.

Önceki filmlerinden bazıları ülkemizde vizyon şansı da bulmuş olan Isao Yukisada, sağlam bir film yapmış. Umalım ki bu filmini de en azından festivallerde görme şansımız olur. Benim için, yarışma filmleri dâhil olmak üzere, tüm festivalde izlediğim filmler arasında en iyiler arasına girebilecek bir yapımdı. Fipresci’nin Panorama bölümündeki ödülünün bu filme gittiğini de not olarak düşelim.

Lemonade:

lemonade

Benim için Berlinale’nin son filmi Lemonade oldu. Romanya’dan gelen bu film, Amerika’dan Yeşil Kart almak için çabalayan bir kadının hikâyesi. Hemşire olarak çalışırken tanıştığı Amerikalı bir adamla evlenmiş ve göçmen bürosu ile görüşmeleri devam ediyor. Bu arada eski bir ilişkisinden olan oğlunu da Amerika’ya getiriyor. Bir yandan da onunla kocasının anlaşmasını sağlamaya çalışıyor.

Son yıllarda giderek yükselen Romen sinemasından gelen film sinemasal olarak son derece güçlü. Romen sinemasının sıklıkla kullandığı gibi, seyirciyi olayların içinde hissettiren bir kamera kullanımı ve başrolde Mãlina Manovici’nin başarılı oyunu, seyirciyi hemen yakalıyor. Kadının arka arkaya başına gelen olayları da merak ve endişe ile takip ediyorsunuz. Ancak bu olayların hepsinin çok kısa bir süre içinde gelip karakterimizi bulması işin inandırıcılığını biraz zedeliyor. Filmin başında, yaşananların gerçek olaylardan alındığı ibaresi var. Böyle dendiyse doğrudur ama büyük ihtimalle Yeşil Kart almaya çalışan farklı kadınların yaşadıkları, filmde tek bir kadında birleştirilmiş. Böyle olunca da biraz abartı oluyor. Üstelik kadının karşısına bir tane bile iyi Amerikalı çıkmaz mı diyorsunuz. Kadının çocuğu ile ilişkisini anlamak için görevlerini yapan polis memurları bile, kötü olmasalar bile tümüyle empatiden yoksun tipler olarak çizilmiş. Ona yardım etmeye çalışan az sayıda kişi var, onlar da yine onun gibi göçmen.

İnandırıcılık sorunları olsa da Lemonade için yine de festivalin güçlü filmlerinden yorumunu yapabilirim. Yoğun bir festival için iyi bir finaldi.

Reklam

0 Yanıt to “Berlinale 2018 İzlenimleri – 7. Gün: Die Tomorrow, Gushing Prayer, Notes on an Appearance, Evidence of the Evidence, Araf, River’s Edge, Lemonade”



  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.152 hits
Mart 2018
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: