Peder Jaakob’a Mektuplar (Postia Pappi Jaakobille / Letters to Father Jaakob):
Artık epey yaş almış ve gözleri görmeyen Peder Jaakob’un yardıma ihtiyacı vardır. Ancak ev işleri ya da kendi özel işlerine yardım etmesi için değil, kendisine gelen mektupları okuması için bir yardımcı istemektedir. Kendisine yardımcı olarak da, onun da isteği üzerine, ömür boyu hapse mahkum olmuş ama bu görevi yerine getirmek üzere affedilen, aksi mi aksi bir kadın olan Leila gönderilir. Söz konusu mektuplar ülkenin dört bir yanından Peder Jaakob’dan yardım ya da tavsiye isteyen, en azından kendileri için dua etmesini isteyen kişilerin mektuplarıdır.
Film boyunca Peder Jaakob iyilik timsali uhrevi bir kişi olarak çizilmiş. Adeta tüm hayatını insanlara iyilik etmeye adamış, o yaşta hayatta kalmasının tek nedeni de halen iyilik yapması gereken insanların var olması olan bir karakter o. Lelia ise filmin başında nedenini bilmesek de cinayet gibi bir suçu işlemiş bir karakter olarak farklı bir kutupta kalıyor. Ancak beklenebileceği gibi Peder ile vakit geçirdikçe Lelia da değişiyor. Zaten filmin temel sorunu da bu beklenebilirliği. Lelia’nın karakterinde yaşanacak değişim, pederle olan yakınlaşmaları, en sonunda işlediği cinayetin nedenlerinin seyirci tarafından da öğrenilmesi ve filmin finali hep beklenen şeylerdi.
İlk önce bir televizyon filmi olarak yola çıkılıp sonradan sinemalarda da gösterime çıkmasına karar verilen bu film fazla uhrevi yapısı ve tahmin edilebilir gelişimi ile söz konusu televizyon filmi havasından kurtulamazken özenli çekimleri ve başarılı oyunculukları ile kademe atlasa da çok önemli bir film olamıyor.
Pauline Plajda (Pauline à la Plage / Pauline at the Beach):
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Eric Rohmer’in festivaldeki ikinci filmi Pauline Plajda idi. Tıpkı diğer filmi Yeşil Işın’da olduğu gibi bu film de “Comedies and Proverbs” serisinin bir filmi ve Rohmer bir kez daha genç bir (hatta iki) kadını hikayesinin merkezine oturtuyor. Hatta bir kez daha bu karakterlerin bir yaz tatilinde geçirdikleri günleri bize anlatıyor. Bu sırada da kadın-erkek ilişkilerini masaya yatırıyor ve şahane bir karakter çalışması yapıyor.
Filmdeki ana karakterlerimiz yeni boşanmış ve hayatına ne şekilde devam edeceğine henüz karar verememiş genç ve güzel bir kadın olan Marion ve henüz aşkla tanışıp tanışmadığından bile emin olamayan onun 15 yaşındaki kuzeni Pauline. Bir de Marion ve Pauline’den hoşlanan erkekler var. Marion’un evlenmeden önce bir dönem birlikte olduğu ve ona hala tutkun olan Pierre, yeni tanıştıkları ve bir kadınla uzun süre yaşamaya dayanamayacak gibi gözüken Henri ve Pauline’nin yaşıtı Sylvain. Rohmer senaryoyu da kendi yazdığı bu filminde bir kez daha bolca diyaloglarla karakterlerin her türlü düşüncelerini ve ruh halini bize yansıtıyor. Rohmer sinemasını sevenler için birinci sınıf bir film ama önceden herhangi bir Rohmer filmi izleyip sevmeyenler de çok keyif alamayacaktır.
İz Sürücü (A Nyomozó / The Investigator):
Tibor Malkáv, ölen insanlara otopsi yapan bir patologtur ve orta yaşlara gelmiş olmasına rağmen hala annesiyle yaşamaktadır. Bir gün tedavi edilmezse annesinin kısa bir ömrü kaldığını öğrenir. Tedavi için tek şans da Macaristan dışında bir kliniktir. Elbette bu iş için paraya ihtiyacı vardır ve bir gün kader karşısına gizemli bir yabancı çıkarır. Bu yabancı ondan hiç tanımadığı birini öldürmesini istemektedir. Bu arada Malkáv bir yandan da yeni tanıştığı bir kızla da bir ilişkinin başlangıcındadır.
İz Sürücü temelde polisiye bir film. Ama klasik polisiyelerden bazı farkları var. Bir suç işleniyor ve buna sebep olan kişi aranıyor ama burada olayı araştıran da suçu işleyen kişi aslında. Burada işin arkasındaki kişiyi araştırıyor Malkáv. Ayrıca bu karakterin özellikleri de filme değerini katan noktalardan biri. Kendi deyişiyle hiç bir espri anlayışı olmayan biri o. Herhangi biriyle konuşurken cümlelerin altında başka anlam aramak ya da kendisinin bir şeyler ima etmek gibi bir anlayışı yok. Özellikle kadınlar ile olan ilişkilerinde bu durum tam anlamıyla ortaya çıkıyor. Zaten bir kadınla beraber olmak gibi bir isteği de yok (hatta muhtemelen herhangi bir cinsel isteği yok, daha doğrusu gereksiz buluyor). Zaten kendisi herhangi bir şey teklif etmiyor, kadından sinemaya gitme teklifi gelirse bunun amacı sadece sinemaya gitmek oluyor. Kadın onu eve bırakmasını isterse yaptığı tek eylem yine onu eve bırakmak oluyor. Artık en sonunda kadın benimle beraber olacak mısın demek zorunda kalıyor (bunu bu kadar kibar şekilde demiyor tabii, onu eylemin adını vererek söylüyor). Ki o bile fayda etmiyor aslında.
Filmin bir diğer özelliği de Malkáv’ın olayı soruştururken zaman zaman cevapları hayallerinde otopsisini yaptığı insanlarla konuşarak bulması. Gerçek dışı bir durum değil bu aslında, sadece bizi ana karakterin nasıl düşündüğüne ortak ediyor. Ortada fantastik bir durum yok ama bu sahnelerde gerçeküstü bir hava yaratılıyor yine de.
Aslında filmde konu edilen suç çok komplike bir şey değil ama filmin anlatımı gayet başarılı ve özellikle baş karakter son derece orijinal olunca İz Sürücü de festivalin öne çıkan filmlerinden biri oluyordu.
2. Dünya Savaşı yılları. Savaştan kaçan bir Alman, Brezilya’nın köylerinde dolaşmakta, onlara filmler göstermekte, o filmler arasında da piyasaya yeni çıkmış bir ilacın, aspirinin reklamını yapmakta ve bu ilacı köy sakinlerine satmaktadır. Tek başına çıktığı bu yolculukta yoldan aldığı bir Brezilyalı da kendisine hem yardımcı olmaya başlar, hem de ona yoldaşlık eder.
1967 yılından gelen bu film Eldorado adlı hayali bir Latin Amerika ülkesinde aynı zamanda şair de olan bir gazetecinin devletin hakim güçlerine karşı mücadelesini ve bu arada halkı da arkasına almasını anlatıyor. Filmde hayali bir Latin Amerika ülkesinden bahsedilse de konu edilen ülkenin henüz 3 yıl önce bir askeri darbe yaşamış olan Brezilya olduğu çok açık. Hem bu yönüyle hem de genel olarak anlatılan öykü itibariyle önemli bir film karşımızdaki. Belli ki iyi bir restorasyondan geçmiş, çok temiz bir kopyadan izlemiş olmamız da bir avantajdı.
Luis Buñuel’in Meksika’da çektiği çoğu film İspanya dönemindeki filmlerine göre daha az ses getirmiş filmlerdir. Archibaldo De La Cruz’un Suçlu Yaşamı da bu filmlerden biri. Halbuki film, içerdiği burjuvazi taşlaması, ironisi ve iyilik ve kötülük kavramlarına bakışı ile tam bir Buñuel filmi. En iyi Buñuel filmlerinden biri değil belki ama kesinlikle ilgiyi hak ediyor.
Rövanş geçtiğimiz yıl Avusturya adına Oscar’lara aday olmaya kadar gitmiş bir film. Ancak buralarda adı pek duyulmamıştı. Bu nedenle fazla beklentim olmayan bir filmdi benim için. Son derece başarılı bir film çıktı sonuçta.
Robert Guédiguian önceki festivallerden tanıdığımız bir yönetmen. Kendisini Marsilya’daki işçi sınıfını anlattığı, çoğunlukla azınlıkları da mutlaka hikayesinin içine kattığı ama hemen her zaman insan ilişkilerini ön plana aldığı filmlerle tanıyoruz ve seviyoruz. Aynı zamanda çoğunlukla da aynı oyuncularla çalışıyor.
Yeşilçam ödülleri 3 yaşına girdi. Her ne kadar başta amaçlanan etkiyi yaratan bir ödül olmasa da (Türkiye’nin Oscar’ı olması iddiasında idi) düzenli olarak verilmeye devam edecek bir ödül olacak gibi gözüküyor. SİYAD ödüllerinin yanında daha popüler bir kulvarda dolaşan ödüllerde bu eğilimin göstergesi olarak, en iyi film olarak Nefes seçildi. Ancak Reha Erdem’in Hayat Var’daki yönetmenlik başarısı göz ardı edilememiş olsa gerek, en iyi yönetmen ödülü ona gitti. Diğer ödüller için de kötü seçimler değil ama daha iyileri vardı şeklinde bir yorum yapabilirim genelde kendi adıma. Ama Elit İşcan’ın En İyi Genç Yetenek ödülü tümüyle hakedilmiş bir ödüldü.
Kızıl İlahi, eski festivallerde izleyip tekrar görmek istediğim klasiklerdendi benim için. Festival katoloğuna baktığınızda bu filmin 1890 yılında, Macaristan’daki bir çiftlikteki işçilerin ayaklanmasını ve bu isyanı bastırmaya çalışan askerleri anlattığı söyleniyor. Hikaye budur ama Miklós Jancsó o kadar sembolik bir dil kurmuş ki anlatılanın belli bir mekan ve zamanda olduğunu düşünmek yanlış olur. Bir defa o çiftliği çok rahat bir şekilde dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamandaki bir devlet olarak okumak mümkün. Bir komünist devrim gerçekleştirmek üzere ayaklanan işçi sınıfı ve karşısındaki baskın güçler de anlatılan.
Festivalin en merakla beklenen filmlerinden biriydi Rembradt: İtham Ediyorum. Bu sefer ne yaptı acaba diye düşünüp bir Greenaway filmini merakla beklememek mümkün değil zaten. Üstelik son yıllardaki filmleri Ankara’daki festivallere uğramaz olmuştu. Mesela bu filmden önce izlenmesi pek güzel olacak olan Nightwatching filmini görme şansımız olmamıştı.
Raimundo Nonato, taşradan büyük şehre gelen bir genç. Bir tesadüf eseri bir kafede aşçı olarak çalışmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. Raimundo Nonato, hapse yeni düşmüş bir genç. Bir tesadüf eseri iyi yemek yaptığı öğreniliyor ve hapistekilerin kendi özel aşçısı oluyor. Hayatın Mutfağı, bu iki hikayeyi birbirine koşut olarak anlatıyor ama bunu yaparken gayet de düz bir anlatımı var. Seyirci kendini zorlamadan ne olduğunu anlayabiliyor. Zaten film popüler sinema kulvarında bir anlatım tutturduğu için seyirciyi zorlamak gibi bir derdi de yok. Filmin en büyük gizemi sayılabilecek olan iki hikayenin nasıl birbirine bağlanabileceği bile belli bir noktadan sonra o kadar açık ki.
Yine festivalin kısa film seçkilerinden biri. Bu kez 8 kısa film vardı. Doğrusu diğer seçkilerle karşılaştırıldığında biraz zayıf kalmış buldum. Yine de güzel filmler vardı. İki mafya üyesinin patrona yapacakları teslimatın sarpa sarmasını anlatan Paket (Das Paket / The Package) daha iyi bir finalle daha iyi bir film olabilirmiş. Turşu ve Piskopos (The Pickle & The Patriarch) ile İfşa (La Revelation / The Revelation) filmleri de çıkış noktaları iyi olan (biri sonsuz yaşamın sırrını insanları turşulamakta bulan bilim adamlarını anlatıyordu, diğeri de bir B sınıfı bilim-kurgu filminin gerçekten uzaylılarla ilintili olmasını) ama uzadıkça tavsayan filmlerdi. Çılgın Eller (Crazy Hands) ise o ellerin neye ihtiyaç duyduğunun en baştan belli olduğu bir filmdi. Ayrıca Noura adlı bir film vardı ki belki de bize hiç yabancı olmayan bir şeyi çok düz bir şekilde anlattığı için hiç ilgimi çekmedi. Bir kadın metroda eski eşi, sevgilisi ve çocuğuyla gayet sıradan telefon konuşmaları yapar, kendi istasyonuna yaklaşınca makyajını temizler, başörtüsünü takar, metrodan iner ve film biter. Bu kadar. Hiç bir orijinalliği yoktu.
Takeshi Kitano, sanat kavramını sorguladığı üçlemesinin bu son filminde çocukluğunda çok iyi bir sanatçı olacağına inandırılmış Machisu’nun hikayesini anlatıyor bize. Machisu, meşhur ve zengin bir koleksiyoncunun oğlu. Çocukluğunda resim yapmayı seviyor ve zengin bir babası olunca çevresindeki herkes ne kadar güzel resim yaptığını söylüyor, derste başka şeyler yapması gerekirken resim yapsa bile öğretmenleri bile bir şey demiyorlar. Gün gelip ailesi fakir düştüğünde Machisu’nun içine sanat aşkı işlemiştir bir kere. Artık hayatını iyi ve başarılı bir sanatçı olmaya adamıştır. Bunun için eğitim de alır. Yıllar geçer Machisu, sanat aşkına tahammül gösteren bir kadınla evlenir ama bir türlü istediği övgüleri alamaz, eserlerini satamaz.
21. Ankara Film Festivali’nin bitmesine bir gün kala festivalin uzun ve kısa metraj filmler ile ilgili ödülleri açıklandı. En iyi film olarak, güzel bir tesadüfle bu hafta gösterime de giren Köprüdekiler filmi seçilirken, en iyi yönetmen olarak da 11’e 10 Kala filmiyle Pelin Esmer seçildi. En iyi erkek ve kadın oyuncu ödülleri de Başka Dilde Aşk filmine gitti.
Festivalin bitmesine kısa bir süre kala bir Akira Kurosawa filmini daha beyazperdede izleme fırsatı bulduk. Tıpkı bir önceki gün izlediğimiz Yojimbo gibi daha önce izlenmiş olsa da tekrar keyifle izlenen filmlerdendi Kanlı Taht. Kurosawa bir kez daha batılı bir kaynaktan yola çıkarak onu Japonya topraklarına uyarlıyor. Bu kez Shakespeare’in Macbeth’i söz konusu eser.
Meksika’da ve bölgedeki diğer ülkelerde cinsel suçlara maruz kalıp öldürülen pek çok kadın olduğunu biliyoruz, pek çok kadın da kayıp ilan ediliyor. Arkabahçe de bu konuyu merkezine alan bir polisiye. İki hikaye üzerinden yürüyor film. Bir tarafta bölgeye yeni tayin olmuş bir kadın polisin olayları soruşturmasını izliyoruz, bir yandan da yine bölgeye yeni gelmiş ve uluslararası bir fabrikada ucuz işgücü olarak çalışmaya başlayan bir genç kızın hayatına tanıklık ediyoruz. Kaçınılmaz olarak bir yerlerde kesişiyor bu iki hikaye.
Gençlik biraz çılgın, biraz asi olur. Sıradan bir gençten daha fazla çılgın ya da asi olmayan bir genç Neto. Arada ailesine karşı çıkıyor, onların onaylamadığı hareketler yapıyor ama hangi genç yapmaz ki. Ancak özellikle babası ona öyle bir muamele yapıyor ki sanki dünyanın en kötü oğlu o. Bir gün Neto’nun cebinde esrar bulması ise babası açısından bardağı taşıran son nokta oluyor, hiç sormaya soruşturmaya gerek duymadan onun bağımlı olduğuna karar veriyor (ki aslında Neto ara sıra esrar içse de bağımlı olmaktan çok uzak ve muhtemelen oturulup kendisiyle ciddi bir konuşma yapılırsa vazgeçmeye de meyilli bir noktada). Bunun sonunda da bağımlılığından kurtulması için onu zorla akıl hastanesi kapattırıyor. Burada da Neto’nun sağlıklı olup olmadığına hiç bakılmadan tedaviye başlanıyor ve görüyoruz ki tedavi adına yapılanlar gerçekten hasta olanlara bile reva görülecek davranışlar değil. Sağlıklı bir insanı ise gerçekten çıldırtabilecek hareketler.
Mary, Avustralyalı 8 yaşında bir kız, Max ise New York’lu 44 yaşında bir adam. Her ikisi de kendine güvensiz ve kendilerine arkadaş arıyorlar. Her ikisin de o güne kadar karşı cinsle bir ilişkisi olmamış (8 yaşındaki bir kız çocuğu için normal tabii). Aynı televizyon programlarından hoşlanıyorlar, her ikisi de çikolatayı çok seviyor. Bu iki benzer karakter bir tesadüf eseri mektup arkadaşlığı yapmaya başlıyorlar ve birbirini görmeden süren bu arkadaşlık 20 yıla yayılıyor.
Yojimbo için de demeli, ne övgüler düzmeli bilmiyorum. Defalarca izlediğim, kimi sahnelerini ezbere bildiğim bu filmi bir kez de sinema perdesinde izlemek için büyük heyecan duyduğumu, film bittikten sonra ilk izlediğim zamanki keyfi aldığımı söylesem yeter herhalde (filmdeki şahane planlara güzel bir örnek yukarda yer alıyor). Bu yıl 100. doğum yıldönümünü kutladığımız Akira Kurosawa için de bu cümleleri kurduğum Yojimbo kadar iyi hatta daha da iyi en az 10 filmini sayabilirim diyebilirim herhalde (bu arada üstadın doğum günü tam da 5 gün sonra, 23 Mart’da).
5 genç Romen yönetmen, Çavuşesku döneminden 6 hikaye anlatıyorlar (farklı kaynaklarda 4 ya da 5 hikaye olarak da geçiyor, zaten biz de 4 filmlik bir setin arkasından 2 filmlik başka bir set izledik. Sanırım farklı festivallerde farklı kopyalar oynamış). Bu yönetmenlerin en tanınmış olanı 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün ile dünya çağında tanınmış bir isme dönüşen Cristian Mungiu. Zaten filmlerin hepsinin senaryosu da onun elinden çıkma.
Festivalin kısa film seçkilerinden biri daha. Bu seçkide 7 adet film vardı ve çoğunlukla sevdiğim filmlerden oluşan bir seçkiydi. Yine özellikle benim için öne çıkan filmleri sıralamam gerekirse:
Özel Tim ülkemizde vizyona da girmiş ama Ankara’ya uğramamış bir filmdi. Muhtemelen sadece İstanbul’da kalan filmlerden biri oldu. Festival vesile oldu da 2008 yılında Berlin’de Altın Ayı alan bu filmi izlemiş olduk. Ancak filmin savunduğu fikirler nedeniyle sonuç hayal kırıklığı oldu benim için.
Filmle ilgili söylenebilecek ilk şey çok uzun olduğu. Gitmeden önce de 190 dakikalık süresi ürkütüyordu zaten. Salonun yarısının, belki de yarısından çoğunun bu uzunluğa dayanamayıp terkettiği gösterim sonrası kötü değil ama niye bu kadar uzun şekilde bir düşünceyle salondan ayrıldım.
21. Ankara Film Festivali tüm hızıyla devam ederken belgesel dalındaki ödüller sahiplerini buldu bile. Mutlu Binark, Yaprak İşçibaşı, Hakan Aytekin, Özgür Şeyben ve Hacı Mehmet Duranoğlu’ndan oluşan jüri, amatör ve profesyonel belgesel film dalındaki ödülleri şu şekilde açıkladı:
Brezilya’nın egzotik güzelliklerini görmek için tura çıkan Avrupalılar bir tekne ile nehri geçerken bir grup yerli ile karşılaşırlar. İlginç makyajları ve yarı çıplak görüntüleri ile bu yerliler uzaktan onları incelemektedir. Sonra bir takım sesler çıkarıp Avrupalılara doğru mızraklarını atarlar (ama bu tehdit edici bir durum değildir, mızraklar aslında epey uzağa atılmıştır). Avrupalılar gittikten sonra yerliler de ormanın içine doğru ilerlerler. Burada bir araç onları beklemektedir. Aracın başındaki kadından bir miktar para alıp t-shirtleri giyip evlerine doğru yola çıkarlar. Her şey Avrupalıların turu için yapılmış bir göz boyamadan ibarettir aslında.
İşte sadık festival seyircilerini ikiye bölen bir film. Onlarca ödülü olan bu filmden beklentiler epey yüksekti. Filmin sonunda konuştuğumda gördüm ki festival takipçilerinin bir kısmı filmden büyülenmiş, bir kısmı ise çok sıkılmış, salonu yarısında terketmiş ya da sonuna kadar beklese de beklediğini bulamamıştı. Doğrusu ben salonu terketmesem de çok sıkılan grup arasında yer alıyorum.
Nisan Gözyaşları, 1918’deki Fin iç savaşının bitiminde galip gelen Beyazlar ve yenilen Kızıllar arasında yaşananları bir kaç karakter üzerinden anlatıyor. Kızıllar arasında pek çok kadın da var ve filmin başında bir grup kadının mahkemeye çıkarılmak üzere nakil edilmelerini görüyoruz ve bu sırada aralarından birine kazanan taraftaki askerlerin tek tek tecavüz ettiklerini görüyoruz. Görmüyoruz ama diğer kadınlara da aynı şeyin yapıldığını tahmin etmek güç değil. İşleri bittikten sonra da nakil işiyle uğraşmak istemeyen ve zaten kadınların suçlu bulunup ölüm cezasına çarptırılacağından emin olan askerlerin lideri (ki büyük ihtimalle gerçekten de mahkemenin sonucu böyle olacaktı) onları kaçmış gibi göstererek hepsini öldürüyor.
Çok yakında ölmesi beklenen evsahibesi Emma Blank ve ne kadar saçma olursa olsun onun her dediğini yapmak için uğraşan uşakları. Belli ki kadının bir an önce ölmesini bekliyorlar ve bu ölümün sonucunda kendilerine önemli bir para kalacağını düşünüyorlar, başka türlü bu eziyete dayanılmaz çünkü. Bir de evin Theo adlı bir köpeği var. Bir saniye. Bu köpek aslında bir insan(!). Evet, belli ki o da o mirastan payını bekleyerek köpek rolü yapıyor. Ama rolüne de pek sadık. Emma Blank bakmazken bile rolüne devam ediyor.
Henüz küçücükken Abazya’dan ayrılmak zorunda kalan, annesi ile yaşayan Tedo, annesinin hayatlarını sürdürebilmek için yaptığı işten rahatsızdır ve annesinin işini bırakması için ufak tefek suçlar işlemektedir. Henüz 12 yaşındaki Tedo başına gelenlerin ve öğrendiklerinin yönlendirmesi ile Abazya’da geride bıraktıklarını babasını bulmak üzere tek başına bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta pek çok farklı karakterle karşılaşır.