Kasım 2007 için arşiv

Kasım Ayının Promosyon DVD’leri

Fargo DVDHer ne kadar bu ay festivaller, festivaller sonrası iş güç nedeniyle fazlasıyla gecikmiş olsa da madem bu işi düzenli hale getirdik, Kasım ayının promosyon DVD’lerini de ihmal etmeyelim dedim. Dergiler halen bazı kitapçılar ve gazete bayilerinde bulunabileceği gibi dergilerin ilgili servisleri ile iletişime geçerek de alınabilir muhtemelen.

Arena: Arena dergisi bir sinema dergisi olmadığı halde DVD promosyonu vermeye devem edecek gibi gözüküyor. Üstelik bu kez son iki ayda olduğu gibi Discovery Channel’in bir belgeselini değil Türkiye’de gösterime girmemiş bir filmi hediye ediyor: The Notorious Bettie Page (Seksi Bettie Page). 1950’lerin çok ünlü pin-up modeli Bettie Page’in hayatını anlatan film yurtdışında iyi eleştiriler almış, ne hikmetse ülkemizde gösterime girmemişti. Gretchen Mol’un Page’i canlandırdığı filmin yönetmeni de Amerikan Sapığı ile tanıdığımız Mary Harron. Yeni bir filmi keşfetmek isteyenlere önerilir.

DVD+: Bu ay, daha önce de yaptığı gibi önceki aylarda verdiği DVD’ler arasından bir seçki veriyor DVD+. Her dergide iki adet DVD var. Dergiyi yeni takip etmeye başlayanlar ellerinde olmayan DVD’leri arayıp koleksiyonlarına Requiem for a Dream, In the Mood for Love gibi çok çok iyi filmler katabilirler. Madem Kasım ayının yazısını bu kadar geciktirdik o halde DVD+’nın Aralık ayında vereceği DVD seçeneklerini de sıralayalım burada: Sevmek Zamanı (Metin Erksan), Hard Candy (David Slade) ve Domino (Tony Scott).

Empire: Empire dergisi bu ay iki çok iyi film veriyor. Biri Coen kardeşlerin modern klasiği Fargo, diğeri ise Girl with a Pearl Earring (İnci Küpeli Kız). Fargo’yu zaten hemen her sinemasever izlemiştir. 1996 yapımı bu film gerek kusursuz oyunculukları gerekse şahene senaryosu ve yönetimiyle halen defalarca izlenebilecek bir film olma özelliğini koruyor. İzlemeyen kaldıysa bu sıradışı polisiyeyi kesinlikle tavsiye ediyorum. İnci Küpeli Kız ise hemen her karesi Vermeer tablolarından fırlamışa benzeyen görüntüleri ve Scarlett Johansson’un sade oyunculuğu ile izlenmeyi hakeden iyi bir film.

Milliyet Sanat: Derginin bu ay verdiği DVD, Lars Von Trier’in başyapıtlarından Avrupa (Europa). Trier’in görsel olarak pek çok farklı tekniği denediği bu film hakkında bugün geldiği çok daha sade sinema anlayışı benimseyen Trier ne düşünüyor bilinmez ama çoğu sinemasever için halen çok iyi bir filmdir. Bir dönem sinemalarda yapılan toplu gösterimlerin değişmez isimlerinden biri olan Avrupa her DVD koleksiyonunda yeri olan bir film. Ayrıca filmin DVD’sini bulmanın çok kolay olmadığını da ekleyelim.

Total Film: Total Film bu ay Zhang Yimou’nun Kahraman (Hero) ve Parlayan Hançerler (House of Flying Daggers) sonrası çektiği, aynı akıma dahil edilebilecek Altın Çiçeğin Laneti (Curse of the Golden Flower ya da orijinal adıyla Man Cheng Jin Dai Huang Jin Jia) filmini veriyor. Filmin konusunun çok derinlikli olduğu söylenemez. Tahmin edilebilir bir saray entrikasını anlatıyor. Ancak o kadar muhteşem görüntüleri, renk kullanımları var ki sırf bunları görmek için defalarca izlenebilir. Daha önce başka bir yerde şöyle demiştim: Hayatta var olduğunu bile bilmediğim bazı renkleri bu filmde gördüm.

Film mi Video Oyunu mu?

Shoot'em Up posterSinema dünyası daha ilk yıllarından itibaren farklı yerlerden uyarlama yapmayı çok sever. Uzun yıllar boyu roman ve tiyatro oyunu uyarlamaları filmler arasında önemli bir yer kaplamıştı. Zaman ilerledikçe çizgi romanlardan, dergi makalelerinden de filmler uyarlanmaya başlandı. En ilginç uyarlama çeşitlerinden biri de video oyunlarından yapılan uyarlamalar. Diğer uyarlama çeşitlerinde ortada zaten bir öykü varken bu öykü ya bire bir ya bir miktar değiştirilerek sinemaya uyarlanıyor, ancak video oyunlarından yapılan uyarlamalarda genellikle sadece ana karakter ödünç alınıp yepyeni bir hikaye yaratılıyor (kimi zaman çizgi roman uyarlamalarında da böyle olduğu söylenebilir). Video oyunlarında kimi zaman bir filmi dolduracak kadar öykü olmadığı düşünülürse gayet normal aslında (çok sağlam hikayesi olan video oyunları da var, o ayrı). Ancak böyle olunca da çoğunlukla ne video oyunu severler ne de sinemaseverler ortaya çıkan üründen memnun oluyorlar. Belki de video oyunu uyarlamalarında yeni bir yaklaşım belirlemek gerekli.

Bu günlerde sinemalarımızda oynayan Shoot ‘Em Up filmi böyle bir yaklaşımın ilk örneklerinden biri sayılabilir. Her ne kadar bu film bir video oyunu uyarlaması olmasa da kendisine isim olarak bir video oyunu türünü seçmiş. Ne yapılır peki bu shoot ’em up oyunlarında? Yukarıya ya da sağa doğru kayan bir ekranda önünüze gelen herşeye ateş edersiniz, kimilerinden puan kimilerinden ek özellikler kazanırsınız. Genellikle de oyunun da belli bir konusu da olmaz ya da siz önemsemezsiniz. İşte Shoot ‘Em Up filmi de bu tip bir video oyununu başarılı bir şekilde simule ediyor. Filmin ilk sahnesinden itibaren başlayan yoğun aksiyon filmin son anına kadar hiç hız kesmeden devam ediyor. Tüm film boyunca onlarca belki de yüzlerce kötü adamı öldüren kahramanımız Mr. Smith neredeyse yara bile almıyor ve bu arada da akla mantığa sığmayacak hareketler yapıyor. Hele bir sevişirken dövüşme sahnesi var ki anlatmak az kalır, görmek lazım.

Shoot ‘Em Up (Hepsini Vur) filmi ile ilgili yazımın devamına Gölge E-Dergi’nin 2. saysından (Kasım sayısı) ulaşabilirsiniz. Dergiyi http://www.hayalsaati.com/ adresinden Gölge E-Dergi linkine tıklayarak indirip okuyabilirsiniz.

Sinetek Avrupa’da Bergman Filmleri

Sinetek Avrupa, Film+ Güz Film Festivali nedeniyle verilen bir aradan sonra Ingmar Bergman filmleri ile yoluna devam ediyor. Gösterimler yine Ankapol sinemasında, ama bu kez sadece Perşembe değil Salı günü de gösterim var. Saatleri yine 19:30’da. Gösterim programı aşağıdaki gibi. Özellikle “Yedinci Mühür” filmi bir klasik olduğu için mutlaka izlenmeli. Filmlerle detaylı bilgi her zamanki gibi http://www.askfest.org/ adresinde.

22 Kasım 2007:
YEDİNCİ MÜHÜR (DET SJUNDE INSEGLET / THE SEVENTH SEAL)

İsveç, 1957, 94′
Yönetmen: Ingmar Bergman

27 Kasım 2007:
KAYNAK (JUNGFRUKÄLLAN / THE VIRGIN SPRING)

İsveç, 1960, 89′
Yönetmen: Ingmar Bergman

29 Kasım 2007:
KIŞ IŞIKLARI (NATTVARDSGÄSTERNA / WINTER LIGHT)

İsveç, 1962, 81′
Yönetmen: Ingmar Bergman

Sinemamızın Yüzakı: Yol

Yol posterGezici Film Festivali’nde Yol filminin 25. yılı nedeni ile yapılan özel gösterimi ile ilgili yazımda filmin Türkiye’de gösterime girdiğinde (sanırım 1999 olmalı) yazdığım bir yazıyı bulabilirsem buraya ekleyeceğimi söylemiştim. Demek ki sekiz yıl önce filmi izlediğimde aşağıdakileri düşünmüşüm. Bugün de fikirlerim çok fazla değişmedi doğrusu.

Türk sineması denildiğinde yabancı kaynaklarda ismi geçen bir kaç Türk filminden birinin kendi ülkesinde gösterime girmek için 17 yıl beklemesi ne kadar acı. Neyse ki Yol o kadar güçlü bir film ki 50 yıl sonra gösterilse bile değerinden bir şey yitirmeyecek.

12 Eylül döneminde izne çıkan 5 mahkumun başından geçenleri anlatan film aslında dönemin Türkiye’sini anlatıyor. Bugünden baktığımızda ülkemizin çok da fazla değişmemiş olduğunu görüyoruz. Yılmaz Güney’in ilk senaryo taslağında 11 mahkumun hikayesini anlatıyormuş ve olaylar Türkiye’nin dört bir yanında geçiyormuş. Bu hikayelerin hepsinin çekilmesi durumunda durumun ne olacağını kestirmek güç; belki Türkiye’yi çok daha geniş kapsamlı olarak anlatan bir film çıkardı ortaya, belki de hikaye sayısının çokluğundan dolayı film dağılırdı.

Gösterime girmeden önce bu bir Yılmaz Güney filmi midir, yoksa Şerif Gören filmi midir şeklinde tartışmalar vardı. Filmdeki dünyanın Yılmaz Güney’in kaleminden çıktığı çok belli ama Şerif Gören’in filmografisine baktığımızda absürd bir yerde durmadığına göre Gören filme kendi etkisini de katmış. Kişisel olarak ben filmin Şerif Gören’in filmi olarak anılmasından yanayım.

Aslında bu tartışmaların pek de önemi yok, önemli olan bir tek şey var ki o da filmin mükemmel bir film oluşu. 2 yıl önce Yol’u ilk kez izleme olanağını bulmuştum, geniş bir ölçekte gösterime girdiğinde tekrar izledim ve en az ilk seyrettiğim zamanki kadar etkilendim. Sinema salonundan çıktığımda beni alt üst eden film sayısı çok fazla değildir. Senede iki ya da üç film ya çıkar ya çıkmaz. Bu filmlerden çıktığımda deyim yerindeyse bir süre için dış dünyayla bağlantım kesilmiş gibi olur. Yol, her iki seyredişimde de bu filmlerden biri oldu benim açımdan.

Peki bu filmi bu kadar iyi yapan nedir? Öncelikle çok sağlam bir hikayesi olması kuşkusuz. Yılmaz Güney çok iyi bildiği bir dünyayı anlatmış. Üstelik Arkadaş gibi bazı filmlerinde yaptığı gibi kuru kuruya bir politik görüşü anlatan bir senaryo da çıkartmamış ortaya. Film bir yandan 12 Eylül dönemiyle ilgili eleştiriler getirirken, bizim kendi içimizdeki çelişkileri ve zayıflıkları da yüzümüze vuruyor. Şerif Gören’in çekimi de filme çok şeyler katmış, özellikle insanın doğayla mücadelesi gibi Gören’in sevdiği bir tema ortaya çıkınca, Gören filmin belki de en etkileyici sahnelerini çıkartmış ortaya.

Her bir öykü ülkemizdeki farklı problemlere işaret ediyor ve bunlar sinema perdesine müthiş bir duyarlılıkla yansıyor. Burada öyküleri ayrıntıları ile anlatmak yersiz olur sanırım ama namus cinayetlerinden, kan davasına; cinselliklik ihtiyacından, dönemin çatışmalarına; özgürlük özleminden, insanların korktuğunda yapabileceklerine kadar bir çok konu anlatılmış. Tüm bunlar anlatılırken de perdedeki hiç bir karakter klişe tipler halinde değiller. Hepsi daha önce (17 yıl geçmesine rağmen ne yazık ki hala) Türk sinemasında çok az gördüğümüz yaşayan, düşünen, korkan, çelişkilere düşen insanlar.

Filmdeki oyunculuk düzeyi de gayet iyi. Yalnız seslendirmedeki yenilemede bazı oyuncular kendilerini seslendirmemiş, bu da filmin aleyhine işlemiş doğal olarak. Perdede Tarık Akan’ı görürken Erdal Özyağcılar’ın sesini duymak rahatsız edici bir durum.

Cannes’da Altın Palmiye kazanan Yol’u sinema salonlarında yalnız bırakmayalım, emin olun çok iyi bir film izleyeceksiniz.

Not: Filmi iki yıl önce izlediğimde de Kürdistan tabelasının gözüktüğü sahne kesilmişti. Filmden sonraki söyleşide bu konu geçmişti ve bu tabelanının gözüküp gözükmemesinin filmin değerini arttırmadığı ya da eksiltmediği yolunda genel bir kanı oluşmuştu. Ben de aynı fikirdeyim. Bu tabela gözükse idi filmi bir 17 yıl daha izleyemeyebilirdik belki. Eğer filmin sinemalarda gösterilebilmesi, sadece bu sahnenin kaldırılmasına bağlı idiyse sahnenin kesilmesini olumsuz bulmuyorum. Elbette ki filmlerin hiç bir sansüre uğramamasını tercih ederim.

Gezici Festival: 25. Yılında Bilinmeyen Görüntüleriyle Yol

Gezici Festival’in bu yılki belki de en önemli olayı, Yol filminin 25. yılında seyircilere tekrar sinema perdesinde sunulması ve daha da önemlisi gösterim sonrasında filmden kurgu masasında çeşitli nedenlerle çıkartılmış sahnelerin gösterilmesi idi. Türk sinemasının yüz aklarından biri olan Yol hakkında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Dönemin Türkiye’sinin çok çarpıcı ve üzerinden geçen 25 yıla rağmen, üstelik ilk kez izlenmiyor bile olsa, hala insanın tüylerini diken diken edip boğazına bir yumru oturtan bir portresini çiziyor. Yapımından yıllar sonra Türkiye’de ilk gösterime girdiğinde yazdığım bir yazıyı da buraya eklemeye çalışacağım daha sonra. Burada filmden bahsetmek yerine gelemeyenler için biraz film sonrası söyleşiden ve çıkartılan görüntülerden bahsedelim.

Ankara Sinema Derneği’nin başkanı Ahmet Boyacıoğlu’nun yönettiği söyleşiye Şerif Sezer ve Necmettin Çobanoğlu ile birlikte (bu arada her iksine de yaklaşık yarım metre mesafede oturarak filmi izlemek ayrı bir keyifti) filmi Yılmaz Güney ile beraber kurgulayan Elizabeth Waelchli ile filmin yabancı yapımcısı Donat F. Keusch katıldılar. Daha söyleşi başlar başlamaz Waelchli’nin ilk belirttiği şey az önce izlediğimiz filmin özellikle ses bandının kendi kurguladıkları halinden çok farklı olduğu, filmin orjinal halinde mono olan sesin stero yapılması dışında fazladan eklenen müziklerin onların fikirlerine tamamen ters olduğu oldu. Gerçekten de filmi izlerken de çok baskın olduğu hissedilen müzikler filmin asıl kurgulanan halinde çok daha azmış, oysa bu kopyada çok daha fazla ve baskın bir müzik kullanılmış ve kurgucuyu asıl rahatsız eden Güney ve onun düşüncesinin aksine burada müziğin seyirciye ne hissetmesi gerektiğini dikte etmesi olmuş. Ayrıca filmdeki seslendirmenin neredeyse tümüyle değişmesi ve özellikle Yılmaz Güney’in kendi sesinin filmden tamemen çıkarılması da diğer bir konu. Söyleşinin ilerleyen kısımlarında filmin değiştirilmiş olduğu konusuna, filmin içinde yer alan Kürdistan yazısının çıkartılması söz konusu edilerek tekrar değinildi. Belli ki bu tip konularda filmin yabancı ekibi ve özellikle yapımcısı ile Fatoş Güney arasında ciddi hatta yargıya intikal edebilecek sorunlar var.

Çıkartılan sahnelere gelince, çoğunlukla filmden kurgu masasında çıkartılmış bir karakterin sahnelerini izledik. Senaryonun ilk halinde yer alan 10 (Necmettin Çobanoğlu’na göre 12) karakterin sonradan 6’ya indirilip bu halinin filme çekildiği zaten bilinen bir durumdu. Film 1982’de Cannes film festivaline gönderildiği zaman festival tarafından süresi uzun bulunduğu için kısaltılması istenmiş ve kısaltılmazsa kabul edilmeyeceği söylenmiş. Bu nedenle çok kısa bir sürede bir karakterin filmden tümüyle çıkartılmasına karar verilmiş. Hatta zamanın kısalığından dolayı filmin en son halini Yılmaz Güney de Cannes’da seyirciler ile beraber izlemiş.

Filmden çıkarılan karakter diğerlerinden oldukça farklı olarak mafyatik bir karakter. Hapisten çıktığı andan itibaren içki içmeye başlayıp kafayı buluyor ve Adana’ya geldiğinde de eve şöye bir uğrayıp soluğu Adana’nın meşhur saunalarında ve gece klüplerinde alıyor. Kendisini evde saatlerce bekleyen karısının yanına geldiğinde de onun şikayetlerine cevabı okkalı bir tokat oluyor. Yol filmi proje halindeyken Türkiye’nin çepeçevre bir portresini çizmek isteyen Yılmaz Güney belli ki bu karakteri ülkenin biraz daha farklı bir kesimini anlatmak için yazmış. Mesela filmdeki hiç bir karakterin gece klüplerinde ve genelevlerde bu kadar rahat olacağını düşünmek mümkün değil. Bu karakter filmde olsa idi mutlaka filme daha farklı bir hava katacaktı ama 10-12 karakter olması halinde çok daha anlamlı olabilecek bu karakteri çıkarmakla filmden çok fazla bir şey kaybetmemişiz kanımca.

Bir kaç tane de filmde zaten yer alan karakterlerle ilgili çıkartılmış sahneler izledik. Bunlar da özellikle Seyit Ali karakterinin (Tarık Akan) diğer karakterler ile ilişkilerini anlatan sahneler olmuş. Elbette söyleşi sırasında izlediklerimiz dışında da pek çok sahne varmış (6 saatlik bir VHS kaset söz konusu). Mesela bir ara filmden epeyce cinsellik sahnesinin de çıkarıldığından söz edildi.

Son olarak da 15 dakika kadar Takın Akan ve filmde karlar içinde uzun süre yol aldığı atla ilgili sahneler gösterildi. Bu atın film için gerçekten öldürüldüğünü biliyorduk. Ancak filmde gösterilen sahnede ata ateş edildikten sonra sadece karlara sıçrayan kan gözüküyordu. Bu nedenle atın neden öldürülmesi gerektiği anlaşılamıyordu. İşte izlediğimiz sahnelerde bunun nedenini gördük. Seyit Ali karlar içinde donmak üzereyken aslında sadece ata acıdığı için değil bir yandan kendisini de ısıtmak için atı öldürüyor. Isınmak için atı öldürdükten sonra karnını yarıp elini ve ayaklarını atın karnının içine sokuyor. Bu sahne sonradan filmin yaş sınırlamaması almaması için ve bir yandan da söz konusu sahnede bir ışık problemi olduğu için çıkarılmış. Bugünün teknolojisi ile bu tip bir sahneyi atı öldürmeden de çekmek mümkün elbette. Ama demek ki 25 yıl önce hem teknoloji hem de bütçe yeterli olamamış.

Söyleşi sırasında Şerif Sezer ve Necmettin Çobanoğlu’nun çeşitli anılarını da dinleme olanağı bulduk. Şerif Sezer’in filmdeki yıkanma sahnesinden sonra saçları doğru dürüst kurutulmadan çekimelere devam edilmesi nedeniyle hastalanması, Necmettin Çobanoğlu’nun attan düşmesi sonucu kafasının yarılması, filmdeki köpek sahnesinin o an gelişmesi bunlardan sadece birkaçıydı. Bahsedilen bazı konuların ağırlığına rağmen gayet de neşeli bir söyleşiydi. Söyleşiden bir kareyi de aşağıdaki fotoğrafta bulabilirsiniz.

25. Yılında Yol Söyleşisi
Katılımcılar: Necmettin Çobanoğlu, Şerif Sezer, Ahmet Boyacıoğlu, Elizabeth Waelchli, Donat F. Keusch

Söyleşiden sonra keşke bu görüntüleri görenler sadece Gezici Festival’in gittiği illerdeki kısıtlı sayıdaki seyirciyle sınırlı kalmasa, bir 25. yıl DVD seti ile herkese görme şansı verilse diye düşündüm ama yukarıda da bahsettiğim, filmin Türkiye ve yurtdışındaki hak sahipleri arasındaki problemler nedeni ile bunun olması en azından kısa vadede çok mümkün görünmüyor.

Gezici Festival: Kısa Filmler-Öteki, Duska, Çocuk Filmleri, Kısa İyidir-3, Tuzak, Armin

Her ne kadar Gezici Festival’in Ankara ayağı bitmiş olsa da daha yolu uzun. Festival sırasında düzenli bir şekilde izlediğim filmlerle ilgili görüşlerimi yazmıştım. Biraz gecikmiş olmakla birlikte hem eksik film bırakmamak için, hem de festivalin bundan sonraki duraklarında filmleri takip etmek isteyenlere faydalı olabilir diyerek festivalin Ankara ayağında son iki günde izlediğim filmleri de yazmak istiyorum.

Kısa Filmler-Öteki: Hrant Dink’e adanan, Öteki başlıklı kısa filmlerde herkesin birbirine benzediği bir yerde farklı olmanın nelere yol açtığını anlatılıyordu genellikle. Öne çıkan filmler, Mathieu Kassovitz neden daha fazla film çekmiyor dedirten Beyaz Kabus, farklı olmayı tek renkli, solgun giysilerin dünyasında renkli bir elbise olmakla özdeşleştiren Elbise ve bir önceki Ankara Film Festivali’nde de izlediğimiz ve 2. Dünya Savaşı sonrası nazilerle ilişkili olduğu düşünülen kadınların halk içinde aşağılanarak cezalandırılmasını tamamen arşiv görüntüleri ile anlatan Suçlu Olsa Bile filmleri idi.

Aşağıda Mathieu Kassovitz’in Beyaz Kabus (Cauchemar Blanc) filmi yer alıyor. Dili Fransızca, ama sanırım genel konu dili bilmeyenler tarafından da anlaşılabilecektir.

Duska: Gezici Festival’de pek çok ülkenin Oscar adaylarını izledik. Duska da Hollanda’nın Oskar adayı. Filmde birbirlerinin dillerinden anlamayan, üstelik birbirlerinden çok farklı iki adamın arkadaşlıkları anlatılıyor. Filmin başlangıcı sessiz sinema tadında giden anlatım tarzı ve çok enteresan karakterleri ile bana çok iyi bir film izlemeye başladığımı hissettirdi. İlerleyen dakikalarda, özellikle geçmişe dönüldüğü anlarda film bir anda benden uzaklaştı ve sonuna kadar çok sevemedim. Fakat bu iki arkadaştan yazar olanının evinde zamanın geçişini gösteren bir sahne var ki, filmin sonlarına doğru beni tekrar kendine bağlamayı başardı. Zaman zaman festivallerde, koşuşturma dışında sakin kafayla tekrar izlemek istediğim filmler oluyor. Duska da bu filmlerden biri oldu.

Çocuk Filmleri: Gezici Festival’in gelenekselleşen uygulamalarından biri de çocuk filmlerinden oluşan bir kısa film derlemesi yapıp bunları çeşitli okullardan öğrencilere göstermesi. Bu yıl da İsveç animasyonlarından çok güzel bir seçki yapılmıştı. Her ne kadar iki okuldan gelen öğrencilerin bağırış çağırışları arasında izlemek biraz zor olsa da anlayış göstererek izledik (öğretmenlerden birinin çocukları denetlemek maksadıyla gelip tam önümde ayakta durması çocuklardan daha rahatsız ediciydi doğrusu). Seçkinin benim için öne çıkan filmleri, dayanışmanın önemini anlatan Elele, festivalin Öteki bölümünde rahatlıkla yeralabilecek Gri Kuş ve bir önceki Kadın Filmleri Festivali’nde de izlemiş olduğumuz Büyük Atlet Glen oldu. Çocuklar açısındansa filmlerden birinde bir adamın çıplak olması ve “pipi”sinin gözükmesi en eğlenceli anlardı.

Kısa İyidir: Avrupa Panoraması 3: Festival’in Ankara’daki son gününde izlediğimiz kısa filmler bence festivallerin en iyilerindendi. Hatta bu yılın yarışmaya dahil kısa filmlerinin hepsini izlememe rağmen ilk 3 sırayı verdiğim filmler bu gösterimden çıktı. Sırasıyla en beğendiğim filmler, bir şehrin yıllar içindeki gelişimini anlatırken bu gelişimin bir anda atom bombası ile kesilmesini ve tekrar gelişimin başlamasını anlatan ve sadece arşiv fotoğraflarından oluşan 200.000 Hayalet, bir genç kızın ergenlikle mücadelesini anlatan büyük bütçeli animasyon Anna ve Halleri (ki seslendirme kadrosunda Björk ve Terry Jones ve Damon Albarn gibi isimler var) ve aile içi bir kavgada hiç beklenmeyen cisimlerin çocuklar açısından ne şekilde kullanılabileceğinin çarpıcı bir örneği olan Yumurta oldu. Bir yanlış anlama hikayesini çok eğlenceli bir şekilde anlatan İşkembe ve Soğan adlı film de yabana atılamayacak filmlerdendi.

Aşağıda Anna ve Halleri (Anna and the Moods) filminin bir fragmanını bulabilirsiniz (kısa film olsa da 27 dakikalık bir süresi olduğu için hepsini bulmak mümkün olmadı).

Tuzak (Klopka/The Trap): Tuzak, şu anda vizyonda olan Irina Palm filminin hikayesini anımsatıyor ama olaya farklı bir açıdan yaklaşmış. Irina Palm’da torununa ameliyat parası bulmak isteyen bir büyükannenin bu parayı genelevde çalışarak kazanması anlatılırken burada da yine aynı durumda kalan bir babanın para bulmak için hiç tanımadığı birini öldürüp öldürmeyeceği sorgulanıyor. Yine çarpıcı bir film. Özellikle babanın kendi içindeki hesaplaşması ve öldürmesi istenen adamın karısıyla yakınlaşmaları filmin etkili unsurları. Festivalin izlenmesi gereken filmlerden biri olarak ön plana çıkıyor. Filmin bir özelliği de Sırbistan’ın Oscar adayı olması.

Armin: İşte bir Oscar adayı daha. Bu kez Hırvatistan’dan geliyor. Filmde bir film seçmesine katılan baba-oğulun çevresinde Bosna Savaşı anlatılıyor. Oğlunun mutlaka filmde yer alacağına inanan ve bunu olduk olmadık herkese söyleyen baba ve onun içine kapanık oğlu rolündeki oyuncular oldukça başarılı, filmin savaş ile kurduğu bağlantı da öyle. Ancak film bir anlamda benzer bir konuyu anne-kız ilişkisi ile anlatan Grbavica filmi kadar başarılı ve çarpıcı olamıyor. Yine de festivalin güzel filmlerinden biri.

Film+ Güz Film Festivali: Tahsilat, Yolcu

Ankara’daki festivaller sona ererken son iki gününde Film+’yı bir yeni film bir klasik izleyerek kapadık. Bu arada seyirciler tarafından yapılan oylamada birincinin açık ara Emir Kustrica’nın Bana Söz Ver (Zavet), ikincinin de Bando (Bikur Ha-Tizmoret/The Band’s Visit) olduğunu da belirtelim.

Tahsilat (Z odzysku/Retrieval): Polonya’nın bu sene Oscar’a gönderdiği film olma özelliği de taşıyan Tahsilat, ülkenin yoksulluk çeken mahallelerinden birinde yetişen 19 yaşındaki bir gencin bulunduğu yerden kurtulabilmek için neler yapabileceğini, ahlak değerlerinin ne şekilde değişebileceğini ya da değişmesine çaba sarfedebileceğini sorguluyor. Esasen sadece Polonya ile sınırlı kalmayacak, dünyanın pek çok yerine uyarlanabilecek bir öykü kurulmuş. Ancak belki de biraz da bu yüzden çok özgün ya da etkili kurulmuş bir sinema dili yok filmin. Festival dışında izlense asla kötü bir film demek mümkün değil ama arka arkaya çok iyi filmler izlediğimiz bir yoğunluk içinde öne çıkamıyor.

Yolcu (Professione: Reporter/The Passenger): Yolcu için herhalde ne desek boş. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Antonioni’nin başyapıtlarından biri demek dışında çok da ekleyecek bir şey yok sanırım. Basitçe konusunu hayatından bıkan bir gazetecinin tesadüfen yan odasında ölen birisiyle kimliklerini değiştirmesi şeklinde özetleyebileceğimiz filmi izlemek apayrı bir deneyim. Her filmin sonunda mutlaka tüm gizemlerin çözülmesi gerektiği gibi bir anlayışı daha önceki filmlerinde de yıkan Antonioni bu filmde en kalabalık şehirlerde bile kamerasını ıssız mekanlarda dolaştırarak modern insanın içindeki boşluğu vurguluyor adeta. Hiç bir şey için olmasa bile sadece ve sadece sonundaki sinema tarihine geçmiş uzun, kesintisiz ve teknik olarak da mükemmel çekim için bile izlenebilir.

Şunu da söylemek lazım, elbette günümüzün hızlı tempolu Hollywood filmlerine alışık seyirciyi sıkması gayet muhtemel. Film sırasında iki sıra arkamızda oturup sürekli fısıldaşan, “bir bok anlamadım, ne oluyor şimdi”, “bitse de gitsek”, “Jack Nicholson’un çocukluğu lan bu” şeklinde yorum yapan genç arkadaşlar bunun kanıtı herhalde. Keşke filmden önce konuştukları gibi Saw 4’e gitselerdi de ne bize ne kendilerine o eziyeti çektirmeselerdi.

Gezici Festival: Cristian Nemescu Filmleri, İyi Yolculuklar, Öteki Çocuk, Kısa İyidir-2, Ölümcül Oyunlar, Babam ve Tanrım

Bu yılki Gezici Festival’e geçtiğimiz iki günde yine çokça kısa film ve 4 uzun filmle devam ettim:

Cristian Nemescu Filmleri: Gezici Festival’in bu yıl bize tanıttığı Cristian Nemescu ne yazık ki yeni yetenekler gibi bir bölümde değil Anısına bölümünde yer alıyor. 1979 doğumlu yönetmeni ne yazık ki geçtiğimiz yıl ilk uzun metrajlı filmi California Dreamin’in kurgu aşamasında bir trafik kazasında kaybettik. Ekibin geri kalanı filmi toparladıktan sonra film, Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümüne kabul edilmekle kalmadı, büyük ödülü de aldı. Festivalde üç kısa filmini izlediğimiz Nemescu, gencecik insanların ilk aşklarını çok başarılı bir şekilde anlatıyor. 2001 yapımı ilk filminde çok daha deli dolu bir kurgu kullanmasına rağmen giderek sinema dilini daha bir oturtmuş. 2006 yapımı, 45 dakikalık süresiyle orta metraj da diyebileceğimiz P7’den Marilena (Marilena de la P7), mahallesindeki bir fahişeye aşık olan 13 yaşında bir çocuğu anlatırken içten ve yumaşacık bir anlatım tuturmuş. Umarız ilerleyen günlerde bir şekilde California Dreamin’ filmini de izleme fırsatımız olur da bu erken kaybettiğimiz yeteneği tam anlamıyla anmış oluruz.

Aşağıda P7’den Marilena filminin fragmanı sayılabilecek bir video bulunuyor.

İyi Yolculuklar (Latcho Drom): İzlediğimiz tüm filmlerinde müziğe özel bir önem verdiğini gördüğümğz Tony Gatlif, 1993 yapımı bu filmde müziği tam anlamıyla başrole alarak adeta dünyanın dört bir yanındaki çingenelere saygı duruşunda bulunuyor. Kimi zaman çok neşeli, kimi zaman adeta bir ağıt niteliğinde müziklerle akan bu film aynı zamanda çingenelerin zaman içindeki oradan oraya savrulan yolculuklarını da anlatıyor. Bu arada yönetmenin Türkiye’ye de düşmüş. Hele ki bu tür müziğe ilgisi olanların kesinlikle kaçırmaması gerek.

Youtube’da filmden alınmış epeyce sahne var. Aşağıda bunların en güzellerinden biri var:

Öteki Çocuk (Der andere Junge): Bu yılki Gezici Festival’in isimlendirilmemiş temalarından birinin şiddet olduğunu daha önce de belirtmiştim. Almanya’dan gelen bu film de şaşırtıcı bir şekilde bir gün önce izlediğimiz Estonya yapımı Sınıf’a çok benzer bir noktadan alıyor konusunu. Daha en fazla lise çağındaki iki çocuğun arasındaki şiddetten yola çıkan film konusunu Sınıf’tan çok farklı yerlere götürerek daha çok bu şiddet eyleminin sonuçlarını ve her iki tarafın da ailelerine durumun yansımasını da deşiyor. Aslında filmde de çok az sayıda şiddet sahnesi olsa da yavaş ve sessiz anlatımıyla derdini başarılı bir şekilde anlatan bir film.

Kısa İyidir-Avrupa Panaroması-2: Festivalin 5. gününde yine yarışmaya dahil kısa filmler içinde pek çok kısa film izledik. Hepsinden tek tek bahsetmek çok zor. Kişisel favorilerim arkadaşlarına yılbaşı hediyesi vermek için çabalayan bir adamı anlatan Arjantin Tangosu, Yeşil ve Rüya Enstitüsü adlı iki animasyon ve adeta bir interaktif film diyebileceğimiz Duyarlılık.

Ölümcül Oyunlar (Funny Games): 10 sene önce ilk izlediğimde vurulduğum Ölümcül Oyunlar hakkında bu geçen sürede o kadar çok yazıldı çizildi ki yeni ne söylenir bilemiyorum. Haneke’nin yine izleyicisini huzursuz eden, zaman zaman direk olarak ona hitap eden ve bu nedensiz şiddet karşısında onun yerini sorgulayan filmi hala izlemeynler zaten kaçırmasın. Benim gibi tekrar izlemek isteyenler de olacaktır elbette. Önümüzdeki yıl Haneke’nin yine kendisinin çektiği filmin Amerikan versiyonundan önce taze taze izleyip karşılaştırma yapabilmek için kaçırılmayacak bir fırsat.

Babam ve Tanrım (Hofshat Kaits/My Father My Lord): İsrail’de din kurallarına hiç sorgulamadan bağlı bir babanın çocuğu ile ilişkisini anlatan ve giderek insanın içine işleyen bu filmin etkili olduğu kesin ama açıkçası 72 dakikalık kısa süresine rağmen özellikle filmdeki Yahudiliğe dair sahneler fazlasıyla uzun geldi bana. Süresi biraz daha kısa tutulup orta metraj bir film haline getirilse çok daha başarılı olablirdi. Ancak festival katoloğunda yönetmen David Volach’ın biyografisinden ailesinin köktendinci bir Yahudi topluluğuna bağlı olduğunu, lisede din eğitimi aldığını ama ilerleyen yıllarda bu topluluktan uzaklaştığını okuyunca yönetmenin bu ilk filminde büyük ihtimalle kendi geçmişiyle de hesaplaştığını söyleyebiliriz sanırım. Bu anlamda seyirciden çok yönetmen açısından çok daha önemli bir film gibi gözüküyor.

Gezici Festival: Sınıf

Dün festival koşuşturmacasına biraz ara vererek vizyon filmlerine ağırlık verdim. Bu nedenler festivalde sadece tek film izledim. Ama yine çarpıcı bir film.

Sınıf (Klass): Gezici Festival’in bu yılki baskın temalarından birinin şiddet olduğunu söylemek yanlış olmayacak sanırım. Karanlık Çökünce filminden sonra bu kez Sınıf filmi de şiddet üzerine bir film. Henüz izlemediğimiz filmler içinde de yine şiddetle ilgili filmler olduğunu biliyorum, eh Haneke’nin özellikle Funny Games filmi de malum. Sınıf’da adından da anlaşılabileceği gibi, belki bir topluma yayılmış olan şiddeti bir sınıf üzerinden anlatıyor. Bir sınıfta ezenlerin ve ezilenlerin durumu, şiddetin şiddeti doğurması çarpıcı bir şekilde anlatılmış. Bir yandan da günümüz gençliğine dair ciddi eleştiriler de var. Zaten hemen her yerde görebileceğimiz neredeyse ufak bir çete lideri konumundaki tipler yanında, kendilerine de aynı şeylerin yapılacağından korkarak ya da sadece bulundukları grubun kenndilerini de dışlamasından çekinerek nelere nelere göz yumulduğunu görmek dehşet verici.

Filmin başında gerçek olaylardan uyarlandığı yazıyor ancak böyle bir ibare olmasa bile olanlar o kadar gerçek ki bu kadarı da olmaz diyeniyorsunuz. Elbette her zaman bu filmdeki noktaya ulaşmaz ama Estonya’da küçük bir sınıf üzerinden anlatılanlar eksiğiyle ya da fazlasıyla Türkiye’de de olabilir Amerika’da da. Esas üzücü olan da bu doğrusu. Hatta bu film sırasında belli sahnelerde gülüşüp kıkırdayan genç seyirciyi de o sahnelere gülebildikleri için, ne yazık ki filmde anlatılan tiplerden çok farklı bulmadım.

Not: Aşağıdaki fragman filmin bir seyirci tarafından hazırlanmış fragmanı. Filme dair çok şeyi ele veriryor. Bir şekilde izlemeye niyeti olanların fragmanı izlemesini tavsiye etmem.

Gezici Festival: Jochen Kuhn Filmleri, Absürd Dünya, Karanlık Çökünce, Sonrası Sessizlik

Gezici Festival’de dün yine yoğun bir gündü benim için:

Bir Canlandırma Ustası: Jochen Kuhn: Gezici Festival hemen her yıl bir canandırma ustasını seçer ve bizlere tanıtır. Bu yıl da yeni bir ismi keşfetmek üzere Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin yolunu tuttum. Salona girdiğimde dün yazdığım buradaki perdenin küçük olması sorununun daha geniş bir perde bulunarak çözülmüş olduğunu gördüm ve sevindim. Her şey yolundaydı, ta ki filmler başlayana kadar. Dili Almanca olan filmler herhangi bir altyazı olmadan gösterilmeye başladı. İlk iki film sırasında iki kez dışarı çıkıp bu şekilde devam edip etmeyeceğini sormama, en azından bir açıklama yapılmasını istememe, bir kez de salon içinde yüksek sesle aynı şeyi sormama karşın herhangi bir yanıt alamadım. Üçüncü film de aynı şekilde devam edince, altyazıyı vermekle görevli olan arkadaşın yanına gidip onunla konuştum. Kendisi, ona ilk üç filmde altyazı olmadığının söylendiğini, durumdan kendisinin de rahatsız olduğunu ancak başlamış fimi durdurmak istemediğini söyledi. Diğer filmlerde altyazı olduğunu da ekledi. Aslında belki de gereken sadece gösterimden önce bunu söylemek ve izleyiciden özür dilemekti o kadar. Geri kalan 5 filmi altyazı ile izledik ama tüm bu olaylardan sonra bu filmler hakkında yorum yapmak da çok doğru olmayacak diye düşünüyorum.

Absürd Dünya: Festivalin kısa film seçkisi içinde Absürd DÜnya olarak adlandırılanlar belki de festival öncesi beni en heyecanlandıran kısa film bölümü idi. Ne de olsa günümüz sinemasında bir takım gerçeküstü imgeleri görmek için kısa filmler dışında çok fazla şansımız yok. Üstelik kısa filmler bunun için çok da iyi bir medya. Festival öncesi düşüncelerim hayal kırıklığı ile sonuçlanmadı neyse ki. Bu bölümdeki kısaların hemen hepsi çok iyiydi. İlla ki bir kaç filmden bahsetmek gerekirse, özellikle geçtiğimiz festivallerden birinde de izlediğimiz, topu topu 1 dakikalık süresine rağmen çok çarpıcı Doğal Gözlükler, eski kız arkadaşından bir türlü kopamayan bir adamı anlatan Gerçekler Acıdır ve bir yürüyen merdivende mahsur kalma hikayesi olan 17. Basamak filmleri tavsiye edilir.

Festivalde izleme şansı olmayanlar için bir iyilik yapayım. Doğal Gözlükler (Naturlige Briller) filmi aşağıdaki videodan da izlenebilir:

Karanlık Çökünce (När Mörkret Faller/When Darkness Falls): Karanlık Çökünce, İsveç sinemasından gelen, şiddet, şiddetin sonuçları ve onun kurbanlarının direnme öykülerini anlatan çok çarpıcı bir film. Film bunu birbiriyle hemen hemen hiç kesişmeyen üç hikaye ile yapıyor. Hikayelerden biri bir namus cinayetini, diğeri karı-koca arasındaki aile içi şiddeti, sonuncusu da bir gece klübünde ortaya çıkan bir kavga sonrası gelişenleri anlatıyor. Tüm hikayeler çok güçlü ama töre cinayeti ile ilgili olan bir adım öne çıkıyor ve seyirciyi koltuğuna mıhlıyor adeta. Hele bir sahnesi vardı ki o sahne sonrası tüm sinema salonu ölüm sessizliğine büründü kelimenin tam anlamıyla. Ankara’da başka gösterimi yok ne yazık ki ama festivalin diğer ayaklarında izleme fırsatı bulabilecek olanlar kesinlikle kaçırmamalı.

Bu arada bu filmin başlarında da görüntüde bir problem yaşandı. Ben biraz da sabahki hadisenin etkisiyle çıkıp düzeltilmesini isteyecektim ki filmi durdurp özür dilediler ve düzeltip devam ettiler. İşte bu tip konularda esas beklenen de bu galiba. Yukarda eleştirdikten sonra bu kez de hatanın farkına varıp düzelttikleri için teşekkür etmek lazım. Bazen uyarılmadığı durumda bu tip durumlar aynen devam ediyor çünkü.

Sonrası Sessizlik (Restul e Tacere/The Rest is Silence): Sinemanın henüz bir sanat dalı olarak kabul görmeyip aşağılandığı yıllarda bu işe sevdalı bir grup insanla bu işten para kazanmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yapımcının gerçeklere dayalı hikayesini anlatıyor Sonrası Sessizlik. Bu grup Romanya’nın Osmanlıya karşı bağımsızlığını ilan edişinin 35. yıldönümünde bu konunun destansı bir filmini çekmek üzere yola çıkıyorlar ve olaylar gelişiyor. 2.5 saatlik süresine rağmen keyifle izlenen, bolca komedi unsuru da barındıran hoş bir film. Özellikle filmin çekilme sahneleri çok keyifli. Bence en önemli kusuru finalde olayların hızla bağlanmış olması. Filmin sonunda, film boyunca çekilme hikayesini izlediğimiz, 1912’de gerçekten çekilmiş olan filmden bazı sahneler gördüğümüzü de hatırlatalım.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Kasım 2007
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
2627282930  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: