Film + Güz Festivali devam ediyor. Geçtiğimiz iki günde izlediğim beş film hakkında yazmaya devam.
Afrika Büyüsü (Moolaadé): Festivallerin bir güzel yanı da bazen yakın zamanda kaybettiğimiz ustaları bize tanıtması oluyor. Bu yıl içinde kaybettiğimiz Ousmane Sembene’yi de Afrika Büyüsü filmi sayesinde tanıma fısatı bulduk. Sembene bu son filminde kız çocuklarının sünneti gibi Afrika’nın kimi yörelerinde çokça karşılaşılan bir uygulamayı konu ediyor. Bu uygulamaya gayet sert bir şekilde karşı çıkarken hiç de asık suratlı bir film yapmıyor. Her anında bir mizah duygusu, cıvıvl cıvıl renkler ve müzikler film içinde yer alıyor. Tek bir kadının bu uygulamaya direnişi ile başlayıp toplu bir kadın direnişi haline gelen hikaye izlenmeye değer. Ancak sonunda konunun bağlanışı biraz naif geldi bana. Keşke gelenekler ve dine dayandırılan bu tip uygulamalardan kurtulmak bu kadar kolay olsa. Ancak film boyunca radyo ve televizyon gibi araçların bu tip uygulamaların olduğu yerlerde aydınlanma için çok önemli olduğu mesajını veren yönetmen biraz da bu filmin de eğitici bir yanı olmasını da istemiş belli ki.
İtiraf (L’aveu): Sıkıyönetim filminden bir kaç gün sonra izlediğimiz İtiraf, Costa Gavras’ın yine gayet politik bir filmi (Aslında bu film Sıkıyönetim’den 2 sene önce çekilmiş). Ama o filmde hedefine Amerika’yı alan Gavras bu kez oklarını kominist partiye döndürmüş. Bu sefer de partinin batı ile en ufak bir ilişki şüphesi olan herhangi bir kişiye bile zorla bir itiraf imzalattırılıp vatana ihanetle suçlanabileceğini gayet çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Yine de Gavras partinin başında iktidar tutkusu taşıyan kişilerden kaynaklı yanlış uygulamaların buna yol açtığını söyleyip halka dayalı bir iktidardan yana olduğunu da belirtmeyi unutmuyor.
Satılık Aşk (O Céu de Suely): Festivalin yeni filmlerinden biri olan Satılık Aşk, çocuğuyla bir başına kalan genç bir kadının çıkış arayışlarını anlatıyor. Çıkış yolu olarak kadının bulduğu yol oldukça ilginç. Bir çekiliş düzenleyip büyük ikramiye olarak kendisi ile geçirilecek bir geceyi koyuyor. Satılık Aşk için kötü bir film demek mümkün değil. Özellikle başroldeki kadın oyuncu gayet başarılı. Ancak birbirinden iyi filmler izlediğimiz festivalde bir miktar zayıf kaldığını söylemeliyim. Dikkatimi çeken bir ufak not, oyuncuların gerçek isimleri ile filmde canlandırdıkları rollerin adları aynı.
Trompet (Gucha): Bu festivalde Gatlif’in filmini önceden izlediğim için, Kusturica’nın filmini de daha sonra izlemeyi planladığım için programıma almamıştım. Ama balkan müziğine doyacağımız başka bir film daha varmış: Trompet. Yönetmen Dusan Milic bu filminde tabir yerindeyse bir light Kustrica havası veriyor. Bu yüzden Kusturica’nın filmin yapımcılarından biri olduğunu görmek hiç de şaşırtıcı olmadı. Filmde Balkanlarda geçen modern ve orijinali gibi trajik olmayan bir Romeo-Juliet hikayesi anlatıyor aslında. Zaten filmdeki genç aşıkların adları da Romeo ve Julianna. Filmin sonunda aşıkların biraraya gelebilmesi için gereken şey trompet festivalinde Romeo’nun, Julianna’nın babasını yenmesi. Film boyunca bolca dinlediğimiz balkan müziği özellikle finalde tam bir ziyafete dönüşüyor. İyi bir film izlemek isteyenler dışında geçtiğimiz günlerde Goran Bregoviç konserine gelip de mest olup çıkanlara da şiddetle tavsiye edilir.
Kelebek ve Dalgıç Giysisi (Le Scaphandre et le Papillon): En baştan söylemeli ki festivalin yenileri arasında şu ana kadar izlediğim en iyi film. Bu yıl Cannes’da da en iyi yönetmen ödülünü alan Julian Schnabel filmin büyük bir kısmını kamerayı tüm vücudu felçli bir adamın tek sağlam yeri olan sol gözü yerine geçirmeyi seçerek zaten zor bir yükün altına girmiş. Üstelik böyle bir adamın sadece sol gözünü kullanarak bir kitap yazması zaten tamamen başlı başına çarpıcı ve gerçek bir hikaye iken. Bir de üstelik önce ölmekten başka bir şey düşünmeyen, sonra kitap yazma düşüncesi ile hayata bağlanan bu adamın hikayesinde seyirciyi sonuna kadar zorlayıp gözyaşlarına boğmak mümkün iken film hiç bir şekilde bu yola da sapmıyor. Hatta kimi zaman komik anları da var filmin. Ama her türlü erdemine karşın beni en çok çarpan yeri o sol gözün yerine geçen kamera oldu. Burada herhalde Schnabel kadar, uzun zamandan beri ilk kez Spielberg dışında bir yönetmenle çalışan görüntü yönetmeni Janusz Kaminski de takdiri hakediyor (ki kendisi 3-5 favori görüntü yönetmenimden biridir). Zaman zaman bulanıklaşan, renklerin birbirine karıştığı görüntüler, çarpık ve kimi zaman karşısındaki kişiyi kadraj dışında bırakan kamera açıları çok müthiş. Festivalde bir gösterimi daha olduğu gibi vizyonda gösterime de girecek bu film. Sanırım en az bir kez daha izleyeceğim. Gösterime girdiği zaman biraz daha detaylı bir şeyler de yazarız kısmetse.