Sabah Yıldızı (L’étoile du Jour / Morning Star):
Sabah Yıldızı daha filme girmeden önce oyuncu kadrosuyla dikkat çeken bir film. Denis Lavant, Tchéky Karyo, Béatrice Dalle ve Natacha Régnier’in her birisi bir filmi sırtlayabilecek isimler. Iggy Pop’u ise oyuncu olarak pek fazla tanımıyoruz belki ama karizma sahibi bir isim olduğu tartışılmaz. Bu kadroyu bir arada görmek filmi sevmek için yeterli diyorsunuz ama en azından benim için böyle olmadı.
Film karşımıza bir sirkte geçen bir hikâyeyi getiriyor ve doğrusunu söylemek gerekirse bekleyebileceğiniz her türlü klişeyi kullanıyor. Ortam sirk ortamı olunca filmde eksantrik kişilikler olması çok beklenebilecek bir durum. Hatta hikâyenin kahramanının palyaço, baş kadınının dansçı, kötü adamının ise sirkin yöneticisi olması bile aynı şekilde ilk anda akla gelebilecek çözümler. Filmin özetini okuduğunuzda karakterler arasında bir de çingene olduğunu gördüğünüzde oyuncu kadrosundan Béatrice Dalle ile bu rolü eşleştirmeniz de çok zor olmuyor. Yine ilk akla gelen çözüm. Filmin sıkıntılı yanlarından biri de Iggy Pop’un oynadığı fantastik, hayallerde görülen karakter. Evet, Iggy Pop karizmasını role yansıtıyor, onun çıktığı sahnelerin sinematografik açıdan bir çekiciliği de var ama filme ne katıyor? En azından benim için çok katkısı olmadı.
Lafı çok uzatmadan iyi oyuncu kadrosunu klişelere feda etmiş bir film diyebiliriz Sabah Yıldızı için.
Savaşın Gölgesinde (Lore):
İkinci Dünya Savaşı ile ilgili her yıl birkaç film izliyoruz. Bazılarının birbirine çok benzediğini söylemek mümkün ama olaya farklı yönlerden bakan yapımlar görünce üzerinden neredeyse 70 yıl geçmiş olmasına ve hakkında onlarca hatta yüzlerce film yapılmasına rağmen halen üzerine bir şeyler söylenebilir bir dönem olduğunu görüyoruz. Savaşın Gölgesinde filmi savaşın son dönemlerinde Hitler’in öldüğü, Almanya’nın savaşı kaybetmekte olduğu bir dönemde anne babaları Nazi olan beş kardeşin öyküsünü getiriyor önümüze. Filmin orijinal adı olan Lore de bu kardeşlerin en büyüğünün adı zaten.
Savaşın son döneminde hem babalarından hem de annelerinden uzak kalan kardeşler çok güzel bir yaşam sürdükleri evlerinden ayrılmak ve epey uzaktaki büyükannelerinin evine gitmek için yola çıkmak zorunda kalıyorlar. Film bu yolculuğu anlatıyor.
Beş kardeşten bir tek Lore’nin etrafında tam olarak neler olduğunu anladığını söylemek mümkün. Yaşları çok küçük olan kardeşler için Nazi demek yanlış olur ama Yahudi düşmanlığı ile yetiştikleri açık. Olayların onların yetiştiği dönem ve ortamın tam tersine dönmesi, üstelik bir de Yahudi gencin onlara yardım etmesi sonucunda yaşananlar çarpıcı.
Avustralya’nın 2013 yılı Oscar aday adayı olan film, etkili konusu yanında başrolde Saskia Rosendahl’ın başarılı oyunculuğu ve özellikle başarılı görüntü çalışması ile dikkat çekiyor. Her ne kadar çocuklar üzerinden belli bir dönemi anlatmak çok sık karşımıza çıkan bir durum olsa da iyisi olunca izlenebilir bir film oluyor. Lore de böyle bir film. Eğer değişmezse 16 Ağustos 2013’de ülkemizde de gösterime girmesi beklenen film tavsiye edilir.
Marussia:
Marussia yine odak noktasına çocuk bir karakteri koyan ve filmin adını da bu karakterin ismi yapan filmlerden biri. Bu kez sadece altı yaşında bir kız ve annesi ile karşı karşıyayız. Altı yaşındaki Marussia ve annesi Lucia, Fransa’da yaşayan Rus bir anne-kız. Filmin başında onları kaldıkları evden çıkmak zorunda kaldıklarında tanıyoruz. Evsiz kalan bu ikili bazen devlet tarafından evsizlere yapılan yardımlardan yararlanarak başlarını sokacak bir yer buluyorlar, bazen de tanıdık kişilerden yardım alıyorlar. Ancak karşılarına her defasında bir takım kurallar engel olarak çıkıyor. Nihayet Rusya’ya geri dönme şansı ortaya çıkınca Marussia buna karşı çıkıyor ve Fransa’da kalmak istiyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse Marussia, benzerlerini izlediğimiz göçmen sorununu konu eden filmlerden çok farklı bir yerde durmuyor ve yeni bir şeyler söylemiyor. Ancak şunu kabul etmek lazım, Marussia’yı canlandıran Marie-Isabelle Stheynman hem çok sevimli bir çocuk, hem de gerçekten o yaşta çok başarılı bir oyunculuk çıkartmış. Sırf onun için bile izlenebilecek bir film. Bu arada filmde Denis Lavant’ı da kısa bir rolde gördüğümüzü meraklısı için ekleyelim.
Sessiz Şehir (Silent City):
Sessiz Şehir, yönetmen Threes Anna’nın yıllar önce Japonya’da yaşadıklarından hareketle yazdığı romandan yine kendisinin uyarladığı bir film. Film, tıpkı yönetmen Anna gibi Hollandalı bir kadın olan Rosa’nın bir balık restoranında bu işin en büyük ustalarından olan Üstad Hon’dan işin inceliklerini öğrenmek üzere Japonya’ya gitmesini ve burada geçirdiği süreyi konu ediyor. Japonya dışından hemen hemen kimsenin kabul edilmediği bu çıraklık sürecine Rosa’nın kabul edilmesi bile başlı başına bir olayken Rosa yavaş yavaş şefin gözüne girmeye başlıyor. Ancak balık restoranında işler yavaş da olsa iyiye doğru giderken Rosa’nın günlük yaşamı ise giderek kötüye doğru gidiyor.
Filmin asıl derdi dillerini anlamadığı, kendisini de anlatamadığı bir şehirde Rosa’nın yaşadığı yalnızlık ve terk edilmişlik hissi ve tüm filme damgasını vuran iletişimsizlik. Yönetmen bu hissi vermeyi başarmış fakat filmi izlerken bugünkü Japonya’nın bu kadar da dışa kapalı olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz. Örneğin Rosa’nın kalabalık bir meydanda İngilizce konuşan tek bir kişi bile bulamaması çok inandırıcı gelmiyor. Festivale konuk olan yönetmen Threes Anna ve başrol oyuncusu Laurence Roothooft da beraberce katıldıkları söyleşide dolaylı olarak bunu doğruladılar aslında. Yönetmen, Japon oyunculardan anne babalarının 25 yıl önce davrandıkları tarzda davranmalarını istemiş. Tam da bu yüzden enteresan olaylar da yaşamışlar aslında.
Sessiz Şehir için iyi çekilmiş ve keyifle izlenen bir film diyebiliriz. Bazı anlarda inandırıcılığı zayıflasa da izlenmeye değer bir yapım. IMDB’den baktığımızda bu filmin ilk uzun metrajlı filmi olduğunu gördüğümüz başrol oyuncusu Laurence Roothooft da başarılı bir performans sunmuş. Roothooft için bir not daha vermek isterim. Genellikle festival konukları kendi filmlerinin söyleşilerine katılmak dışında 3-4 filmden fazlasını izlemezler. Roothooft, festivaldeki filmlerin büyük kısmını izledi. Takdir ettim.
Şimdiki Aklım Olsa (Camille Redouble / Camille Rewinds):
Camille, kocası ile 25 yılı devirmiş ama ilişkilerinde çeşitli sorunlar yaşamakta olan orta yaşlı bir kadındır. Bir gün aralarındaki sorunlar iyice üst noktalara taşınır ve ayrılmaya karar verirler. Bir yılbaşı öncesi verilen bu karardan sonra yılbaşına girerken bayılan Camille, gözlerini açtığında kendisini 16 yaşında olarak bulur. Henüz müstakbel kocasıyla tanışmamış, anne babasını kaybetmemiştir. Önce duruma uyum sağlamakta zorluk çeker ama sonra giderek bu işi lehine çevirmeye çalışır. Belki annesini ölümden kurtarabilecektir ya da kendisini hayal kırıklığına uğratacağını bildiği kocasının onu bir daha üzmesine izin vermeyecektir.
Orijinal ismi Camille Redouble olan filmin Türkçe isminin (Şimdiki Aklım Olsa) güzel seçilmiş bir isim olduğunu söylemeli. Gerçekten de film, Camille’in çok daha deneyimli bir kadınken, her şeyi daha kapsamlı olarak düşünürken gençliğine döndüğünde aynı hataları bir kez daha yapıp yapmayacağı, hayatını değiştirip değiştirmeyeceği üzerine bir film.
Orta yaşlı bir karakterinin kendisini gençliğinde bulması çok orijinal bir konu değil. Hatta popüler Hollywood filmlerinde bile sıkça karşımıza çıkan bir konu. Bu konudaki en bilinen ve en iyi örneğin Peggy Sue Got Married filmi olduğunu söylemek mümkün. Ne yazık ki Şimdiki Aklım Olsa, bu filmin yanına koyabileceğimiz seviyede bir film değil. Her ne kadar senaryo çok aksamasa da yaratılan karakterlerin seyirciyi eline alabilecek karakterler olduğunu söylemek zor. İki başrol oyuncusu arasında iyi bir kimya da bulamadım açıkçası. Ayrıca filmde Jean-Pierre Léaud ve Mathieu Amalric gibi iki önemli oyuncunun canlandırdığı roller de nedense fazlaca abartılı bir şekilde canlandırılmış. Her ne kadar bu yıl Cesar ödüllerinde en iyi film ve yönetmen de dahil 13 dalda aday olmuş bir filmden bahsediyor olsak da kendi adıma hoş ama boş bir filmden ötesini göremedim karşımda.
0 Yanıt to “Uçan Süpürge İzlenimleri 2013 – 4. Gün: Sabah Yıldızı, Savaşın Gölgesinde, Marussia, Sessiz Şehir, Şimdiki Aklım Olsa”