Bamteli, Fas sinemasından gelen ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışan genç bir müzisyeni anlatan bir film. İşin içinde bir aşk ve ayrılık hikayesi de var ama ağırlık müzikte. Bölgenin geleneksel müzikleri modern yaklaşımla ele alınıyor. Film olarak çok çok başarılı değil belki ama keyifle izleniyor. Başrol oyuncusu da aslında müzisyen olmadığı halde bunu hiç çaktırmamış.
Aykırı kişiliklerin gerçek hayat hikayelerini anlatan filmler işin başında yola avantajlı başlıyorlar. Güney Afrikalı şair Ingrid Jonker’in hayatını anlatan Siyah Kelebekler de böyle bir film. Jonker’in fırtınalı aşk yaşamı, ırkçılığa karşı duruşu, babası ile ilişkileri, akıl hastanesi günleri ve ihtiharı film için yeterli malzeme oluşturmuş. Yönetmen Paula van der Oest, çok ışıltılı olmasa da eli yüzü düzgün bir üslüp tutturunca ortaya iyi bir biyografi filmi çıkmış. Başrolde Carice van Houten’ın aksamayan oyunu da filme değer katıyor. Festivalin iyi filmlerinden biriydi.
Naomi Kawase’nin yeni filmi Kırmızı (Hanezu) bir kaç katmanda okunabilecek bir film. Japon tarihi ve geleneklerine yapılan referansları ve defalarca tekrarlanan dağların aşkı metaforu tam kavrayamadığımı itiraf etmeliyim. Ama geri kalan kısmı da filmi sevmeme yetti. Ön plandaki iki erkek arasında kalan kadının hikayesi ilk bakışta çok bildik. Ancak karakterlerin hayata karşı duruşlarını gördükçe film ilginçleşiyor. Filme adını veren kırmızının tonlarının filme yayılışı da hoş. Zaten görsel yanı çok kuvvetli filmin. Hikaye ile de uyum sağlayınca ağır temposuna rağmen ilgiyle izleniyor.
Festivalin son gününde izlediğim filmlerden genel olarak memnun kalmışım. Festivalde son izlediğim filmi Unutulan Topraklar‘ı da sevdim. Çernobil’deki patlamanın olduğu gün bölgeye çok yakın olan Prypiat’da yaşananları ve 10 yıl sonra aynı bölgede neler olduğunu anlatıyor film. Filmin asıl güçlü yanı patlamanın olduğu gün yaşananların anlatıldığı kısım. O gün evlenen çiftin aynı zamanda beraber son günleri olması ve sızıntının farkında olup umutsuzca çevresindeki insanları korumaya çalışan, kendisi bölgede kalsa da ailesini uzaklaştıran adam etkileyici hikayeler. 10 yıl sonrasının hikayesi o kadar başarılı değil ama ilk yarı filmi kurtarıyor. Ayrıca Olga Kurylenko’yu da güzel kadın kontenjanı dışında izlediğimiz ender filmlerden (yine güzel o ayrı da güzelliği için oynatılmamış).
Festivalin bitmesine bir gün kala izlediğimiz Ivan’ın Kadını güzel bir sürpriz oldu. Film, küçük yaşta kaçırılan bir kız çocuğunu anlatıyor. Daha doğrusu kız ve onu kaçıran adamın ilişkilerini. Böyle bir filmde adamı sapık, kızı da çaresiz bir kurban olarak çizmek çok kolay olurdu. Halbuki burada adamın çaresizliği ve zavallılığı ve hürriyeti kısıtlanmış olsa da kızın zaman zaman ipleri ele alması çok başarılı verilmiş. İkili arasındaki ilişkinin dengesi zaten çok enteresan bir noktada, bir de kızın ergenlik dönemi işin içine girince denge iyice değişiyor. Yönetmenin dediği gibi ilişkinin kaçıran-kaçırılan tarafı ile sevgili tarafı var. Bir taraf yükselince öbür taraf iniyor. Filmin bazı seyircileri rahatsız edecek sahneleri olduğunu da söylemeli. Cinselliği yeni keşfeden bir kızın bunu kendisini kaçıran adamla yaşaması bıçak sırtı bir durum. Ama yönetmen konuyu ince ince ve kapsamlı bir şekilde işlemiş. Söyleşide hiç farketmediğim kimi ayrıntılar üzerinde de düşündüğünü anladım. Filmi izledikten sonra 3 FIPRESCI adayım arasına girmişti. Jüri de beğenmiş ki, bir gün sonra ödülü de aldı.
Rif Aşıkları, adında aşk geçip de hikayesindeki aşka beni inandıramayan filmlerden biri oldu. Ana karakterimizin aşkı araması, kendisini Carmen ile özdeşleştirmesi tamam da uyuşturucu işindeki birine aşık olması inandırıcı gelmedi. Filmin hikayesi seyirciyi yakalamayınca başarılı görüntü yönetimi ya da tarzı da çok önemli olmadı benim için. Kötü bir film diyemem ama muhtemelen ilerde festivalin hatırlayacağım filmlerinden biri olmayacak.
İspanya, adını aldığı ülkeyi bir sahnede bile görmediğimiz bir film. Film, İspanya’ya gitmeye çalışan ama bir kaza sonucu Avusturya’da kalan bir adamı anlatıyor. Yine bir göçmen hikayesi yani. İşin içine bir de bir kadın ve onun eski kocası da girince ilginç bir aşk hikayesi de başlıyor. Bir de tefecilere borçlanmış, para bulmak için sürekli kumar oynayan ama iyice batan bir adamın hikayesi var ortada. Bu hikaye diğerinden çok kopuk ilerliyor. Ama sadece görünüşte öyle. Yönetmen finalde bir hamle yaparak hikayeleri bağlıyor ve filmin değerini yükseltiyor.
Tek Aşk, 3 kişilik bir aşk hikayesi. Yıllar önce bir kıza tutulan iki sıkı arkadaş var merkezde. Bu üçlü, orta yaşlarında bir kez daha karşılaşıyorlar. Hem ilk gençlikte hem de orta yaşta yaşanan aşkların farklı duyarlılıkları başarıyla işlenmiş. Özellikle genç oyuncular gayet iyi. Yine de son dönem izlediğimiz filmlerden Elveda İlk Aşk’ın gençlik aşkı ve sonrasını daha iyi anlattığı söylenebilir.
Şeytan, Polonya’dan gelen ilginç bir filmdi. Bir manastırdaki genç bir rahibeyi merkeze alan film, önce daha geleneksel düşünen baş rahibe ile modern düşünen rahip araındaki çekişmeyi odağına alıyordu. Ama film ilerledikçe, gelen yeni rahip dini kendine göre yorumlayarak inançlı insanları kendi isteğine göre yönlendiriyor (tanıdık mı geldi…). Daha başarılı bir film olabilirdi belki ama körü körüne bir inancın ne kadar farklı yönlere doğru yönlendirilebileceği üzerine önemli bir yapım. Festivalin konuklarından olan yönetmen Barbara Sass da asıl derdinin din değil manipülasyon meselesi olduğunu söyledi zaten. Filmdeki olayların büyük ölçüde gerçek olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim.
Aynalarla Yüzleşmek, baş karakterlerden birinin trans olması nedeniyle İran’dan geldiğine hayret edilebilecek bir film. Aslında İran’da ameliyatın yasal olduğu ve ameliyat sonrası kişiye yeni kimlik hatta doğum belgesi bile verildiği düşünülürse şaşmamak lazım. Yönetmen de yasal olarak kabul gören bir konuyu anlattığından zorlukla karşılaşmadığını söyledi ama eşcinsel bir karakteri anlatmaya kalksam büyük zorluk yaşardım, büyük ihtimalle şimdi İran’a giremezdim dedi. Film, kocası hapisdeyken taksi şöförlüğü yapmak zorunda kalan bir kadınla, babası tarafından bir adamla zorla evlendirilmek istenen trans bir kadının dostluğunu anlatıyor. Başarılı sayılabilecek bir film. Özellikle başrolde Shayesteh Irani çok iyi. Açıkçası filmi izlerken erkek sanmıştım onu. Söyleşi sırasında gördük ki böyle sanmamız onun oyunculuktaki başarısından kaynaklanıyormuş.
Gökteki Yıldızlar festivalin en sevdiğim filmlerinden biri oldu. Film, 3 farklı zaman diliminden aynı evde yaşayan 3 farklı kuşak kadını anlatıyor. 1940’lar, 1970’ler ve günümüzde geçen olaylar iç içe verilmiş. Hikayelerin birbirleri ile bağlantıları, zaman geçişleri başarılı kurulmuş. Yönetmen bazı yerlerde farklı dönemlerden karakterleri aynı sahne içinde kullanmış, güzel de sonuç almış aslında. Filmin başında hangi karakterin hangi döneme ait olduğunun biraz karıştığı söylenebilir ama film ilerledikçe yerli yerine oturuyor. Yine de bazı seyircilerin olayı hiç anlamadığını da belirtmeliyim. 1-2 koltuk yanımdaki ablalar bu konuda film sırasında panel yaptılar çünkü. Filmi izledikten sonra yönetmen Saara Cantell’in festivaldeki diğer filmlerini izlemediğime pişman oldum doğrusu.
Hür, bir hapishanede çektiği film sırasında mahkumlardan birine aşık olan bir yönetmenin öyküsü. Aslında her ikisi de bir şekilde tutsak olarak yaşayan (adam zaten hapiste, kadınsa HIV+) bu iki karakterin aşkı etkileyici. Asıl etkileyici olansa hikayenin tümüyle gerçek ve yönetmenin başından geçmiş bir hikaye olması. Ne olduğunu söylemeyelim ama hikaye ne yazık ki kötü bitiyor. Festivalin konuklarından olan yönetmen Brigitte Sy, hikaye çok kendinden olunca bazı sorulara cevap vermekte zorlanıyordu adeta. Filmi çekmek çok daha zor olmuştur sanırım. Bu arada filmdeki yönetmeni oynayan Ronit Elkabetz her zamanki gibi çok iyi.
Teresa Villaverde’nin filmlerini sevemeyeceğim galiba. Bir kaç yıl önce FIPRESCI alan Trans’ı da çok sevmemiştim, bu yıl Kuğu da öyle oldu. Kuğu, turnesinin son ayağı olan Lizbon’da kendisine eşlik etmesi için anketle bir hayranını seçen bir şarkıcıyı anlatıyor. Bir yanda da evde kalan gerçek aşkı var. İşin içine bir ölüm olayı da karışıyor. Film çok kapalı geldi bana, hikayeyi takipte de zorlandım. Film adına en olumlu söyleyebileceğim şey, başroldeki Beatriz Batarda başarılı oyunculuğu idi. Ne yazık ki Beatriz’in eşi jaz piyanisti Bernardo Sassetti birkaç gün önce hayatını kaybetmiş, Villaverde de bu yüzden festivale katılamadı. Biz de filmi Bernardo Sassetti anısına izledik.
South Solitary (Deniz Feneri) küçücük bir adada sıkışıp kalmış iki yalnız insanın aralarındaki ilişkiyi başarılı bir şekilde anlatmış. Filmin başında sanki aşk hikayesi farklı iki kişinin arasında geçecekmiş gibi geliyor ama kısa sürede yolunu buluyor. Filmin ilk kısımlarının yıldızı ufak kız çocuğu ama filmin asıl güzel yanı adada iki kişi kaldıktan sonra ortaya çıkıyor. Miranda Otto, 30’lu yaşlarında olup da bir kaç yıl önce başına gelmiş olaydan çok genç ve naiftim diye bahseden karakteri çok iyi çıkartmış.
Alacakaranlık Portresi‘ni teknik sorunlardan dolayı 50 dakika gecikmeli izledik ama değdi doğrusu. Daha festivalin başları sayılır ama Alacakaranlık Portresi FIPRESCI ödülünü alırsa şaşırmam. Anlattıklarına bakınca alacakaranlık değil, zifirikaranlık portresi adeta. Filmde olumlu tek karakter yok gibi. Tecavüzcü polisler, tacizci babalar, yalancı çocuklar, içten pazarlıklı arkadaşlar. Böyle bir dünyada tek olumlu karakter baş kahramanımız Marina gibi gözüküyor ama o da kendisine tecavüz eden polislerden birine aşık oluyor. Filmin bu yönü çok tartışılabilir. Açıkçası keşke yönetmen konuk olsaydı da kadının bu dönüşümü konusunda ona soru sorsaydık dedim.
Return (Dönüş), iyi bir Amerikan bağımsızı. Kadın bir askerin ülkesine döndükten sonra yaşadıklarını anlatıyor. Karakterin psikolojik bunalımlarını anlatırken bu tip filmlerin klişe çözümlerine başvurmuyor. Örneğin baş karakterimizin nereye gittiği belli değil, orada travma sebebi olacak özel bir olay yaşamamış, yaşamış olsa da arkadaşları gibi bunu seyirci de bilmiyor. Filmin en büyük güçlerinden biri Linda Cardellini’nin başarılı oyunu. Çok öne çıkmaz ama sevdiğim bir oyuncudur zaten.
Prensesim, konusunu okuyunca tartışma yaratabilecek olduğunu belli eden filmlerden biriydi. 1970’lerde henüz 10 yaşındaki kızının erotik fotoğraflarını çekip sergileyen bir annenin hikayesi ilgi çekici gerçekten. Tam da filmdeki gibi yönetmenin annesinin de çocukken onun erotik fotoğraflarını sergilediği düşünülürse daha da ilgi çekici. Üstelik gerçek fotoğraflara bakınca filmdekilere çok benzediğini görüyorsunuz (gerçek fotoğraflar filmdekinden daha açık). Belli ki filmdeki otobiyografik öğeler oldukça fazla. Zor ve aykırı rollerin kadını Isabelle Huppert, anne olarak yine çok başarılı. Zaten kötü olduğu filmi bulmak zor. Annenin de, olaya önce bir oyun gibi yaklaşan ve annesinin ilgisini çektiği için hoşuna giden kızın psikolojisi de başarılı verilmiş. İşin şöyle bir kafa karıştırıcı yanı var ama. Eğer yönetmen kendi deneyimlerinden rahatsızsa (ki filmin sonunda geldiği noktadan anlaşılan o) şu anda 10 yaşında olan bir kızı böyle bir rolde oynatması ne kadar doğru?
Programı yaparken dikkat etmemiştim ama hemen arkasındaki film Girdap da yine yaşlı insanlar ve ölüm ile ilgili bir filmdi. Üstelik her iki film de Brezilya’dan geliyordu. Ama bu film daha çok ilgimi çekti. Başkarakter olan ve neredeyse kendini oynayan 81 yaşındaki Bastu gerçekten ilgi çekici bir karakter. Zaten yönetmenler de 2003 yılında onunla tanışmaları sonucu bu filmi yapmaya karar vermişler ve anlatılanlar da çoğunlukla gerçek hikayelermiş. Filmin girişinde Bastu’nun kocasının ölümü önceden yazılmış bir konu imiş ama o da filmin çatısını oluşturuyor ve Bastu’nun hayat dolu oluşunu vurguluyor. Filmin yönetmenlerinden Clarissa Campolina festivalin konuğuydu ve film sonrasındaki söyleşide filmin yapımından söz etti ama salonda çok az kişi kalması ve soru çıkmaması biraz ayıp oldu.
Aşk Hakkında Her Şey, rahat izlenen keyifli bir romantik komediydi ama bir yandan da bir tv filmi havası vardı. Tabii lezbiyen ve biseksüel karakterleriyle bizim televizyonlarımızda asla göremeyeceğimiz bir filmdi o ayrı. Film, iki eski sevgilinin aynı dönemde hamile kalıp birbirleriyle karşılaşmaları ile başlıyor. İşin içine bebeklerin babaları ve bir başka lezbiyen çift de girince 2 bebek, 4 anne ve 2 babadan oluşan bir aile çıkıyor ortaya. Aslında ilgi çekici bir konu, aile kavramına bakışıyla da ilginç ama sanki eşcinsellikten rahatsız olabilecek seyirciyi uzaklaştırmamak için riskli alanlardan kaçılmış. Öyle olunca da biraz sabun köpüğü kalmış. Yine de izlenebilir bir film.
