İzledikten sonra Unutmaktan Korkuyorum‘da fena halde bir tv filmi havası var diyordum ki IMDB’den baktım, gerçekten de tv filmiymiş. Tv filmi derken sinema filmleri ile aşık atacak kadar başarılı kimi yapımlardan sözetmiyorum ama. Kastettiğim, ele aldığı konuyu yüzeysel olarak işleyen, ortalama seyirci seviyesini hedefleyen ve kolay anlaşılıp, çabuk tüketilen yapımlar. Yoksa filmin ele aldığı 45 yaşında Alzheimer hastası olan karakterin hikayesinden çok daha etkileyici bir film çıkabilirmiş. Bu haliyle bu hastalık üzerine hoş bir film olarak kalmış.
Aynalarla Yüzleşmek, baş karakterlerden birinin trans olması nedeniyle İran’dan geldiğine hayret edilebilecek bir film. Aslında İran’da ameliyatın yasal olduğu ve ameliyat sonrası kişiye yeni kimlik hatta doğum belgesi bile verildiği düşünülürse şaşmamak lazım. Yönetmen de yasal olarak kabul gören bir konuyu anlattığından zorlukla karşılaşmadığını söyledi ama eşcinsel bir karakteri anlatmaya kalksam büyük zorluk yaşardım, büyük ihtimalle şimdi İran’a giremezdim dedi. Film, kocası hapisdeyken taksi şöförlüğü yapmak zorunda kalan bir kadınla, babası tarafından bir adamla zorla evlendirilmek istenen trans bir kadının dostluğunu anlatıyor. Başarılı sayılabilecek bir film. Özellikle başrolde Shayesteh Irani çok iyi. Açıkçası filmi izlerken erkek sanmıştım onu. Söyleşi sırasında gördük ki böyle sanmamız onun oyunculuktaki başarısından kaynaklanıyormuş.
Gökteki Yıldızlar festivalin en sevdiğim filmlerinden biri oldu. Film, 3 farklı zaman diliminden aynı evde yaşayan 3 farklı kuşak kadını anlatıyor. 1940’lar, 1970’ler ve günümüzde geçen olaylar iç içe verilmiş. Hikayelerin birbirleri ile bağlantıları, zaman geçişleri başarılı kurulmuş. Yönetmen bazı yerlerde farklı dönemlerden karakterleri aynı sahne içinde kullanmış, güzel de sonuç almış aslında. Filmin başında hangi karakterin hangi döneme ait olduğunun biraz karıştığı söylenebilir ama film ilerledikçe yerli yerine oturuyor. Yine de bazı seyircilerin olayı hiç anlamadığını da belirtmeliyim. 1-2 koltuk yanımdaki ablalar bu konuda film sırasında panel yaptılar çünkü. Filmi izledikten sonra yönetmen Saara Cantell’in festivaldeki diğer filmlerini izlemediğime pişman oldum doğrusu.
Amerika, çok bildik bir aile içi şiddet hikayesi. Kocasından şiddet gören bir kadın evden kaçar ama kocası peşindedir ve olaylar gelişir. Bu filmin farkı kaçışın Porto Riko’dan Amerika’ya doğru olması. Böyle olunca işin içine göçmenlik meselesi de giriyor. Amerika için kötü bir film diyemem ama çok öne çıkan bir özelliği de yoktu. Özellikle dizilerden tanıdığımız pek çok oyuncuyu görmek keyifliydi. Hatta her ne kadar beraber sahneleri olmasa da Edward James Olmos ve James Callis’i aynı filmde görmek bir Battlestar Galactica Reunion duygusu uyandırdı. Edward James Olmos aynı zamanda filmin yapımcılarından biriydi zaten. Hatta kataloğu olurken farkettim ki başrol oyuncusu da karısıymış. Hoş bunu filmi izlerken tahmin etmeme imkan yoktu. Zaten Olmos onun babası tarzı bir roldeydi. Eh Olmos 65, karısı 34 yaşındaymış şu anda. Şöyle bir şey de var. Yönetmen söyleşide filmin çekildiği dönemde başrol oyuncusunun da aile içi şiddete uğramakta olduğunu söyledi. Bu konuda bir haber bulamadım ama sevgili Amiral Adama’mız karısını dövüyorduysa gözümden düştü, ayıpladım kendisini. Eğer söyleşi sırasında bu karı-koca olayını biliyor olsaydım bu bilgiyi doğrulatmak için sorardım kesin ama geçti artık.
Hür, bir hapishanede çektiği film sırasında mahkumlardan birine aşık olan bir yönetmenin öyküsü. Aslında her ikisi de bir şekilde tutsak olarak yaşayan (adam zaten hapiste, kadınsa HIV+) bu iki karakterin aşkı etkileyici. Asıl etkileyici olansa hikayenin tümüyle gerçek ve yönetmenin başından geçmiş bir hikaye olması. Ne olduğunu söylemeyelim ama hikaye ne yazık ki kötü bitiyor. Festivalin konuklarından olan yönetmen Brigitte Sy, hikaye çok kendinden olunca bazı sorulara cevap vermekte zorlanıyordu adeta. Filmi çekmek çok daha zor olmuştur sanırım. Bu arada filmdeki yönetmeni oynayan Ronit Elkabetz her zamanki gibi çok iyi.