Budala Almayer, Chantal Akerman’ın Joseph Conrad’ın romanından uyarladığı bir film. Akerman’ın iyi ama zor filmler yaptığını hatırlattı. Malezyalı genç bir kadın, onun Fransız babası, onunla ilişkileri, aynı zamanda adamın servet arayışı rüya gibi bir filmle anlatılmış. Rüya gibi derken, doğanın içinde uzun uzun ve yavaş yavaş salınan kamerası, tüm diyaloglar, oyunculuklar bu hissi veriyor. Açılış ve final sahneleri de dikkat çekiciydi. Ama iki saatlik süresinde zaman zaman sıkıldığımı da itiraf etmeliyim.
Kısa Sınır Tanımaz bölümün 3. seçkisinde 6 film izledik. İyi bir seçkiydi. Özellikle dikkatimi çekenler Silgi ve Cansız oldu. Silgi, şehre yayılan ve silgiyle temizlenerek kurtulanabilecek bir salgını, Cansız, gerçek bir şehirde yaşayan animasyon karakteri anlatmış. Birleşmiş Milletler toplantısında her şey güzel giderken bir anda işin savaşa dönmesini anlatan İran animasyonunun yönetmeni konuktu. Ne yazık ki Adem’in Çocukları adlı filmin gösteriminde ses seviyesi çok düşük kaldı. Yönetmen filmin tekrar gösterilmesini istedi ama olmadı. Söyleşi sırasında da 9 dakikalık filmin en ince detayları irdelendi, genelde söyleşilerde soru sormayan seyircinin burada coşmasına şaştım.
Festival boyunca yaptğım en yanlış seçim Tektipleşme bölümündeki Güzellik adlı belgeseldi galiba. Güzellik kavramı ve estetik ameliyat çılgınlığı sorgulayan bir film ummuştum,çıktığımda burnumu yaptırsam mı diye düşünüyordum (mesela yani). Aslında bu seansta Özgür Adamlar’a gidecektim ama gösterime girecek duyumu alınca fikrimi değiştirdim. Vizyona girmezse iki elim yakalarında.
Çifter Adım, François Augéras adlı sanatçının yaşamından, yarattığı gizemlerden yola çıkan enteresan bir filmdi. İşi Afrika’daki gündelik yaşama getiren, konuyu reenkarnasyona bağlayan filmin çok içine giremediğimi söyleyebilirim. Doğruya doğru, hafifçe uyuklamış olabilirim 🙂 Daha da doğrusu zorlanınca kasmadım kendimi yoksa sonraki filmde dalar giderim diye korktum.
Festivalin benim için kapanış filmi, büyük bir heyecanla beklediğim Torino Atı. 7 gün boyunca yorulmuşken bu zor filmle bitmeye korkuyordum. Korkum tamamen yersizmiş. Öyle bir filmi çıktı ki karşıma, gözlerimi perdeden alamadan, nefes bile alamadan izledim. 146 dakika, sadece 30 plan ve hipnotize edici bir film.Bir baba-kız ve atın 6 gün boyunca tekrar eden rutinleri bu kadar etkileyici olabilir. Zor bir yaşamdan zifiri karanlık bir dünyaya yolculuk. İnsanoğlunun kendini tüketmesi anlatılmış adeta. Béla Tarr, bu son filmim demiş, saygımız sonsuz ama keşke fikrini değiştirse. Olmadı onun görüntü yönetmeni Fred Kelemen’i de severiz. Kelemen de yönetmen olarak en son 2005’de film çekmiş, bari o bir şeyler yapmaya devam etse. Bu arada gözlerimi ayırmadan izledim dedim ama film aşağı kayınca dışarı çıkıp söylemek de yine bana düştü. Bunu anlamıyorum arkadaş, hadi içerde festivalden kimse yok diyelim, kapıya yakın bir Allahın kulu çıkıp söylese ya. Ben salonun ortasından bir sürü kişiyi rahatsız ederek çıkıp uyarmasam insanlar yarım saat öyle izlemeye devam edecek miydi merak ediyorum.
İz: İz, son dönem çokça örneğini izlediğimiz Kürt sineması diyebileceğimiz türün iyi bir örneği. Köyünden göçmüş yaşlı bir kadının son isteğini yerine getirmeye çalışan oğlu ve torununun hikayesi özellikle ikinci yarısıyla etkili. Dağlardaki çekimlere belli ki çok özenilmiş. Finalde olayı Kürt sorunundan öteye taşıması da güzel ve çarpıcı bir dokunuştu. Filmle ilgili en büyük eleştirim bazı oyuncuların donuk oyunları ve filmin girişinde açılan hikayelerin orada kalması.
Hayal ve Görüntü: Images, Altman’ın çok bilinmeyen bir filmi, vasat çıkabilir diyordum ama o da şahane bir filmmiş (filmden çıkan 20-30 kişi böyle düşünmüyor). Gerçekle hayal arasındaki sürekli zemini kaydıran yapısı, aynalar, camlar ve bunlardan yansıyan görüntülerle kurulmuş görselliği etkiledi. Tüm film boyunca tek kişinin sanrılarını mı izledik, gerçek nerede başlayıp bitti, çok tartışılır. Güzelliği de burada. İki süper ayrıntı: 1-Film boyunca okunan kitap başroldeki Susannah York’un kendi kitabı. 2-Filmdeki karakterlerin adları oyuncuların kendi adları ama herkes bir diğerinin adını kullanmış. IMDB sağolsun bunu filmde farketmemiştim. Örnek: Susannah York’un filmdeki adı Cathryn, Cathryn Harrison’ın filmdeki adı Susannah. Bu ayrıntı filmin yapısına o kadar denk düşüyor ki.
Hahamın Kedisi: Hahamın Kedisi, çok eğlenceli, cıvıl cıvıl bir Fransız animasyonuydu. Papağan yuttuktan sonra konuşmaya başlayan bir kedi ve onun Yahudi olma çabası ama bir yandan da dini sorgulayışı gayet akıcı verilmiş. Çizimler, animasyon ve müzikler de dört dörtlüktü. Cezayir’e biraz fazlaca batılı bir bakışla baktığı yönünden eleştirilebilir. Bu arada gördüğüm kadarıyla film dışarda 3D olarak gösterime girmiş, festival sinemalarında o düzenek olmadığı için biz 2D izledik.
MASH: MASH için çok fazla yorum yapmaya gerek yok. Tam bir klasik ve ilk kez izliyormuş gibi eğlendirdi. Hiç bir çatışma göstermeden savaş filmi çekmek, antimilitarist bir film yaparken şahane bir komediden taviz vermemek kolay iş değil. Eminim ki pek çok yönetmen mesajını daha açık vermek için finale ağlatıcı bir sahne koyardı. Hastane ortamı buna çok uygun ama hiç gerek yok. Bu arada Donald Sutherland’in gençliğinin oğluna ne kadar benzediğini de tekrar tescillemiş olduk, arada Kiefer’i görür gibi oldum.
Görüntünün Mimarı: Antonioni: Sonraki seansta Antonioni’nin ilk dönem 3 kısa belgeseli ve bir uzun filmi vardı. 10’ar dakikalık belgeselleri gerçekten başarılıydı. Dış sesin eşlik ettiği ilk filmi Po İnsanları, yöre insanına ve mekana bir bakıştı. Aşk Yalanı, dönemin popüler fotoromanları üzerinden modern dünyaya bir bakıştı. Bugün çekilse reality show starları konu edilebilirdi. Çöpçüler modern belgesel anlayışına daha uygun bir şekilde Roma sokaklarını temizleyen işçileri konu ediyordu. Sadece başında dış ses vardı. Ustanın ilk dönem uzun filmlerinden Kadınlar Arasında ise sonraki filmleri ile karşılaştırınca geleneksel sinemaya yakın duruyordu. Görsel açıdan ufak Antonioni dokunuşları bulmak yine de mümkündü. Üstad sadece 5 yıl sonra L’Avventura’yı çekmiş zaten.
Bizim Gibi Hırsızlar: Bu festivalin kazancı Altman olacak demiştim. Bizim Gibi Hırsızlar ile bu fikrim aynen devam etmekte. Altman bu sefer de suç filmi türünü alıp kendine göre yoğurmuş ve suçtan çok insan ilişkilerine eğilen bir film yapmış. Oyuncu yönetiminde ne kadar başarılı olduğunu da bir kez daha göstermiş. Sanırım Shelley Duvall’i en iyi kullanan yönetmen diyebiliriz. Final biraz Bonnie and Clyde’ı hatırlattı ama onun üzerinde çok durmayalım. Can sıkıcı olan bu kopyanın da sesinin kötü olması ve perdede sürekli titremesiydi. Gün içinde izlediğimiz Antonioni filmlerinin restorasyon çalışmasına hayran kalmıştım, keşke Altman filmlerinin de daha iyi kopyaları olsa.
Üç Kadın: Galiba bu festivalin en büyük kazancı Altman’ın izlemediğim filmlerini keşfetmek olacak. McCabe’i çok sevmiştim 3 Women’ın da hastası oldum. 3 Women’ı izlerken kendimi Bergman filmi izler gibi hissetmem boşuna değilmiş, Altman da filmi Persona’dan etkilenerek yaptığını söylemiş. Film temelde 2 kadını anlatıyor aslında. Birinin çekingen yapısı, diğerinin dışa dönük ama bir o kadar da yalnız hallerinin anlatımı çok iyi.Film ilerledikçe kişiliklerin değişimi, belki 2 kadının aynı kişiye dönüşmesi, belki de kişiliklerini değiştirmeleri de başarılı. Shelley Duvall ve Sissy Spacek’i her zaman sevmem aslında, burada rollerini o kadar iyi oturmuşlar ki.
Brewster McCloud: Günün 2. Altman filmi Brewster McCloud idi. 3 Kadın’dan sonra üstadın aslında ne kadar iyi bir komedi zekası olduğunu hatırlamak güzeldi. Daha filmin ilk saniyesinden itibaren bomba komedi anları yaratıyordu Altman. Filmde yok yok. Bir seri katil soruşturması, sürekli etrafa pisleyen kuşlar, uçmak isteyen bir çocuk, kuşlar üzerine bilimsel ayrıntılar vs. Brewster McCloud, Altman’ın az bilinen filmlerinden biri, izleme deneyimini kaçırmamak lazım.
Kahire’den Kaçış: Kahire’den Kaçış, Mısır’da müslüman bir erkekle hristiyan bir kızın aşkını anlatırken arka planda kişisel ilişkiler açısından Mısır var. Çıkış noktası fena değil ama bir yerden sonra klişelere teslim oluyor. Mesela filmin başında görünen silahın finalde mutlaka patlaması. Sinemasal açıdan da çok fazla bir şey vaad ettiği söylenemez.
Bu yıl Ankara Film Festivali’nde fazlasıyla yoğun bir program yaptım. Hemen her gün 5 seans izlemeyi planlıyorum. Böyle olunca da film izlemekten, izlediğim filmlerle ilgili Sinema Manyakları’na istediğim detayda inceleme yazmaya fırsat bulmak hayal olacak gibi gözüküyor. Ancak Twitter’da filmlerle ilgili ufak yorumlar yazmaya fırsat olabiliyor. Ancak orada da yorumlar kaybolup gidebiliyor. İzlediğim filmlerle ilgili kısa kısa yorumlarımı merak edenler ve toplu olarak görmek isteyenler için Twitter’a yazdıklarımı buraya da aktarmaya karar verdim. Aynı yazıları ikinci kez okuyacak olanlardan özür dileyerek ilk gün izlediğim filmlerle başlayalım (daha sonra filmlerle ilgili daha detaylı inceleme yazma isteğim devam etmektedir, en azından önemli bulduklarımla ilgili).
McCabe ve Bayan Miller: McCabe & Mrs. Miller, Robert Altman’ın ne büyük bir sinemacı olduğunu hatırlattı (uzun zamandır bir filmini izlememiştim). 1971’de bugün modern western diyebileceğimiz türün şahane bir örneğini vermiş. McCabe karakteri kasabaya gelen yaman silahşör klişesi olabilecekken itina ile bambaşka bir yöne kayıyor. Leonard Cohen şarkıları da filmin atmosferine çok uymuş. Şarkıların aslında filmden bağımsız yazıldıklarına inanmak zor. Filmle ilgili olumsuz tek şey gösterilen kopyanın sesinin çok kötü olması ve son kısmında görüntünün kaymasıydı. Görüntünün kaydığını dışarı çıkıp ben söylemek zorunda kalınca kritik bir yeri kaçırdım. Cüneyt Cebenoyan sağolsun, kaçırdığım yeri anlattı.


