Mart 2009 için arşiv

SİYAD: Son Üç Ayın Top 10 Listesi (29 Mart 2009)

SİYAD’ın bu haftaki listesine beklendiği gibi Reha Erdem’in yeni filmi Hayat Var, 2. sıradan giriş yapıyor. Kişisel olarak belki de Türk sinema tarihinin en iyi filmleri arasında olduğunu düşündüğüm bu film, kesinlikle bu yeri belki de daha yukarısını hakediyor. Bu konuda konuşmak için erken olabilir ama bu filmin adına önümüzdeki yılın SİYAD ödüllerinde de sıkça rastlayacağımızı şimdiden söyleyebiliriz.

Hayat Var‘ın listeye girişi ile geçen hafta listeye giren Teldeki Adam (Man On Wire) filminin de tekrar liste dışına çıktığını da belirtmeden geçmeyelim. Gelecek hafta gösterime girecek filmler arasında listeye girmesi beklenen bir film bulunmuyor. Belki her ne kadar çok beğenilmiş gözükmese de Wim Wenders’in yeni filmi Palermo’da Yüzleşme (Palermo Shooting) bizim eleştirmenlerimizden ilgi görürse listeye girebilir.

Sıra

Geçen Haftaki Sıra

Film Adı

Ortalama Notu
(4 üzerinden)

1

1

Açlık (Hunger)

3.58

2

Hayat Var

3.44

3

2

Beşir’le Vals (Vals im Bashir)

3.35

4

3

Süt

3.15

5

4

Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road)

3.12

6

6

Şampiyon (The Wrestler)

3.06

7

5

Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button)

3

8

7

Sahtekar (Changeling)

2.95

9

8

Frost/Nixon

2.91

10

9

Pandora’nın Kutusu

2.89

Ankara Film Festivali 2009 İzlenimleri: 2.Gün (Yemin Ederim Ben Yapmadım, Bekçi, Gir Kanıma, Kalp Hırsızı)

Yemin Ederim, Ben Yapmadım! (C’est Pas Moi, Je Le Jure! / It’s Not Me, I Swear!):

1968’de Kanada’da geçen bu film 10 yaşındaki Leon’un hikayesini anlatıyor. Filme Leon’un kendisini asma çabası ile başlıyor ve hemen arkasında Leon’un daha önce de farklı intihar girişimlerinde bulunduğunu öğreniyoruz. Ama Leon bunu çok mutsuz olduğu ya da annesi/babası ona kötü davrandığı için yapmıyor. O meraklı bir çocuk ve yeni şeyler denemek istiyor. Bazen bunları dikkat çekmek ya da anne ve babasının ona ters gelen hareketlerini cezalandırmak için de yapıyor. Bu arada bir süreliğine evlerini boş bırakan komşularının evlerine de girerek pek çok zarar veriyor. Ayrıca aynı mahallede yaşayan Lea ile de bir çocukluk aşkı da yaşıyorlar. Film bu hikayeyi son derece iyi bir sinemasal dille anlatırken aynı zamanda çocuk psikolojisini de başarılı bir şekilde veriyordu. Sonuç olarak festivalin iyi filmlerinden biri idi.

Bekçi:

Festivalin yarışma bölümüne dahil olmayan Türk filmleri gösterimlerine genellikle bağımsız ve çok düşük bütçeli filmler seçilmişti. Özcan Tekdemir’in Bekçi isimli filmi de dijital kamera ile çekilmiş bu tip filmlere bir örnekti. Büyük bir sitenin güvenlik görevlisinin tekdüze hayatını anlatarak yola çıkan film uzunca bir süre sadece bunu anlatıyor, bir noktada baş karakterinin AIDS olması ile hayatının değişmesi ama bir anlamda yine de başka türlü tekdüze bir hayattan kurtulamaması noktasına geliyor. Oldukça durağan tempolu ve az diyaloglu bir film, ancak zaman zaman kullanılan diyaloglara bakıldığında tümüyle diyalogsuz olmasının daha iyi olabileceği hissi uyanıyor. Ne yazık ki filmin hemen her şeyini yapmış olan Özcan Tekdemir (yönetmen, senaryo yazarı, görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni ve kurgucu kendisi) iyi diyaloglar yazamamış. Ama filmin özellikle seçilen kamera açılarını gayet başarılı bulduğumu belirtmeliyim. Anlatılan konu nedeniyle filmin durağan temposu ile de bir sorunum yok ancak karakterlerin de son derece durağan hareket etmeleri rahatsız edici idi. Sonuç olarak takdir ettiğim ama çok başarılı da bulmadığım bir çalışma oldu.

Gir Kanıma (Låt Den Rätte Komma In / Let the Right One In):

Gir Kanıma festival öncesi en merak ettiğim filmlerden biri idi. Aldığı onlarca ödülün yanında pek çok önemli eleştirmenden de hakkında olumlu yorumlar gelmişti. Sonuçta gerçekten de festivalin en iyi filmlerinden biri ile karşılaştık. Özellikle vampir mitine ilgi duyanların kesinlikle kaçırmaması gereken bir film. İsveç’ten gelen bu film okuldaki ve mahalledeki arkadaşları tarafından sürekli aşağılanan Oskar adındaki 12 yaşındaki bir erkek çocuğu ile mahalleye yeni taşınan Eli isimli bir kız çocuğunun dostluğunu anlatıyor. Filmi benzerlerinden ayrıştıran nokta Eli’nin durumu. Eli 12 yaşında bir kız çocuğu ama bir süredir 12 yaşında. Çünkü o bir vampir ve belki de 200 yıldır bu dünyada yaşıyor.

Film, biri aslında çocuk olmayan iki çocuğun arasındaki sevgiyi son derece incelikli bir şekilde anlattığı gibi son derece güçlü sinemasal anlar da barındırıyor. Aynı zamanda her ne kadar kanlı bolca sahne olsa da bilinen anlamda bir korku filminin çok dışında ve derinlikli bir film. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilecek bu film umalım ki dağıtımcı firmalarımızdan birinin dikkatini çeksin ve gösterime de girsin.

Kalp Hırsızı (Serce na Dloni / With A Warm Heart):

Polonya’nın önde gelen yönetmenlerinden Krzysztof Zanussi festivalin konuklarından biriydi. Festivalde2 filmi de gösterildi. Kalp Hırsızı, Zanussi’nin 2008 tarihli en yeni filmi. Kalp nakline ihtiyacı olan bir mafya babası ile tahliller sonucu donör olmaya uygun olduğu görülen üstelik bu hayattan da bıkmış olan intihara meyilli genç bir adamın çevresinde gelişen film, iyi bir kara komedi. Özellikle genç adamın intihar girişimlerinde bir türlü başarılı olamaması olayları daha da ilginç bir hale getiriyor.

Filmden sonra Zanussi ile bir de söyleşi vardı. Film hakkında seyircilerin merak ettiği soruları cevaplayan Zanussi’nin, kapitalizmden yana görüşleri ile kimi seyircilerin tepkisini çektiğini de eklemeden geçmeyelim.

Ankara Film Festivali 2009 İzlenimleri: 1.Gün (Daima Mutlu, Kino Lika, Araf)

Daima Mutlu (Happy-Go-Lucky):

İngiliz yönetmen Mike Leigh’den beklenmeyecek kadar sevimli ve ismi kadar neşe dolu bir film. Her ne kadar Leigh zaman zaman komediler de çekse de sinemasında dramların daha ağırlıklı olduğunu söylemek lazım. Ancak bu filmindeki Poppy karakteri çevresindekilere ve başına gelen olaylara karşı o kadar olumlu yaklaşıyor ki ondan yayılan olumlu enerji tüm seyirciye yayılıyordu. Her ne kadar Leigh, Poppy’nin karşı kutbu olarak filme onun ehliyet öğretmeni olan ve hayata karşı olumsuz yaklaşan Scott karakterini koysa da Poppy hem karakteri hem onun hem seyircinin üzerinde etkisini kuruyor. Bunda Sally Hawkins’in Altın Küre ile taçlandırılan çok başarılı oyunculuğunun da büyük payı var.

Kino Lika:

Festivalin bol ödüllü filmlerinden Kino Lika, Hırvatistan’dan gelen ve Avrupa Birliği üyeliği konusunda yapılacak bir referandum öncesi ıssız bir köydeki bir takım hikayeleri anlatıyordu. Bu hikayeler, yanlışlıkla annesinin ölümüne sebep olan gelecek vaat eden bir futbolcu, fakir bir köylü ve hiç bir arkadaşı ve sevgilisi olmayan ama cinsel dürtüleri de uyanmaya başlamış şişman bir genç kız çevresinde şekilleniyordu. Doğrusu bir süre ilgi çekici halde devam etse de bir noktadan sonra filmin simgeselliği ve mistik dozu çok fazla arttı ve bu da seyirci ilgisini uzaklaştırdı.

Araf (Purgatorio / Purgatory):

1950’lerde Meksika’da geçen üç farklı öyküyü anlatan Araf, ilk önce görsel yapısı ile dikkat çeken bir film. Işık ve gölgenin çok başarılı bir şekilde kullanıldığı siyah-beyaz görüntüler, bu görüntülerin içindeki ateş, neon lambaları gibi kimi nesnelerin ise renkli olduğu bu görsel yapı özellikle bu tip denemelerden hoşlanan sinemaseverleri ilk anda tavlayabilecek bir unsur oluyor. Ancak film ilerledikçe ve bu görsel yapıya alıştıkça filmin anlattıkları hızla sıradanlaşmaya başlıyor ve ilk hikaye olan para kazanmak için büyük şehre gitmeye çalışan bu arada ailesini de babasına bırakan köylü dışındaki hikayeler fazlasıyla sıradan geliyor.

20. Ankara Film Festivali Ödülleri Sonbahar’a Gitti

Bu yıl 20. yaşını kutlayan Ankara Uluslararası Film Festivali’nin en iyi film ödülü Sonbahar filminin oldu. Böylece Sonbahar, uzun ödül listesine yenilerini eklemiş oldu. Festivalden 7 ödülle dönen Sonbahar dışında öne çıkan diğer film de 5 ödülle Dilber’in Sekiz Günü oldu. Ayrıca her yıl olduğu gibi kısa film ve belgesellere de ödüller verildi.

Ödül listesi şu şekilde:

Uzun Metrajlı Film Ödülleri:
En İyi Film: Sonbahar
Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü: Dilber’in Sekiz Günü
En İyi Yönetmen: Özcan Alper (Sonbahar)
En İyi Kadın Oyuncu: Nesrin Cavadzade (Dilber’in Sekiz Günü)
En İyi Erkek Oyuncu: Fırat Tanış (Dilber’in Sekiz Günü)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Megi Kobaladze (Sonbahar)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: İsmail Hacıoğlu (Gökten 3 Elma Düştü)
Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü: Cemal Şan (Dilber’in Sekiz Günü)
En İyi Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran (Sonbahar)
En İyi Sanat Yönetmeni: Veli Kahraman (Devrim Arabaları)
En İyi Özgün Müzik: Nail Yurtsever, Engin Aslan ve Cem Tuncer (Dilber’in Sekiz Günü)
En İyi Kurgu: Thomas Balkenhol (Sonbahar)
Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu: Toprak Sağlam (Gökten 3 Elma Düştü)
Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu: Cahit Gök (Fırtına) ve Metin Hara (Dinle Neyden)
Umut Veren Yeni Yönetmen: İsmail Necmi (Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?)
Umut Veren Yeni Senaryo Yazarı: İsmail Necmi (Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?)
Seçici Kurul Özel Ödülü: Gitmek
SİYAD En İyi Film Ödülü: Sonbahar
FİLM YÖN En İyi Yönetmen Ödülü: Özcan Alper (Sonbahar)

Kısa Film Ödülleri:
Kurmaca Dalda En İyi Film: İnsan-lık
Deneysel Dalda En İyi Film: Açık Rüya
Canlandırma Dalında En İyi Film: Gemeinschaft
Seçici Kurul Özel Ödülü: Hayat-Derin Uzay

Belgesel Film Ödülleri (Amatör):
Birincilik Ödülü: Alamet-i Üstüvane
İkincilik Ödülü: Mezra Ezidiya
Üçüncülük Ödülü: Kağıt Hane
Seçici Kurul Özel Ödülü: Pembe Gri

Belgesel Film Ödülleri (Profesyonel):
Birincilik Ödülü: Birinciliğe değer eser bulunamadı
İkincilik Ödülü: Yaşam Arsızı
Üçüncülük Ödülü: 3 Saat
Seçici Kurul Özel Ödülü: Nazım’ın Küba Seyahatı

SİYAD: Son Üç Ayın Top 10 Listesi (22 Mart 2009)

Bu hafta SİYAD’ın listesinde epeyce değişiklik var. Öncelikle uzunca bir süredir birinci sırada yer alan ve bu hafta Ankara Film Festivali’nde de en iyi film ödülünü alan Sonbahar, vizyondaki 3 aylık süresini doldurarak listeyi terkediyor. İşin ilginci bu hafta gösterime giren ve bir anlamda Sonbahar‘ın tema olarak tamamlayıcısı olarak görülebilecek Açlık (Hunger) filmi yeni 1 numara oluyor. Haftanın yenilerinden Güreşçi (The Wrestler) 6 numaradan listeye girerken, geçtiğimiz haftanın filmlerinden Teldeki Adam (Man on Wire) ise ortalamasını arttırarak 10 numaradan giriş yapıyor. Yeni girişler, Gran Torino ve Bolt filmlerinin de liste dışı kalmasına sebep oluyor. Önümüzdeki hafta gösterime girecek filmlerden Reha Erdem’in yeni filmi Hayat Var‘ın listeye üst sıralardan girmesi beklenebilir.

Not: SİYAD’ın web sitesinden tek tek puanlara bakınca Süt ve Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road) tekrar yer değiştirmiş gözüküyor. Her ne kadar SİYAD’ın sayfasında liste bu şekilde olmasa da ben buradaki listeyi ona göre değiştirdim.

Sıra

Geçen Haftaki Sıra

Film Adı

Ortalama Notu
(4 üzerinden)

1

Açlık (Hunger)

3.5

2

2

Beşir’le Vals (Vals im Bashir)

3.35

3

4

Süt

3.15

4

3

Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road)

3.12

5

5

Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button)

3

6

Şampiyon (The Wrestler)

3

7

6

Sahtekar (Changeling)

2.95

8

7

Frost/Nixon

2.91

9

8

Pandora’nın Kutusu

2.89

10

Teldeki Adam (Man on Wire)

2.83

SİYAD: Son Üç Ayın Top 10 Listesi (15 Mart 2009)

Geçtiğimiz hafta Ankara Film Festivali’ni takip ettiğim için blogu çok fazla güncelleme fırsatı bulamadım. Ancak arşivde kalması açısından bir hafta gecikmeli de olsa 15 Mart 2009 tarihli SİYAD’ın son üç ayın en iyi 10 film listesini koymayı atlamak istemedim. Bu listede bir önceki haftaya göre çok fazla bir değişiklik bulunmuyor. Sadece Hayallerin Peişinde (Revolutionary Road) filmi bir sıra yukarı tırmanmış gözüküyor.

 

 

Sıra

Geçen Haftaki Sıra

Film Adı

Ortalama Notu
(4 üzerinden)

1

1

Sonbahar

3.62

2

2

Beşir’le Vals (Vals im Bashir)

3.35

3

4

Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road)

3.16

4

3

Süt

3.15

5

5

Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button)

3

6

6

Sahtekar (Changeling)

2.95

7

7

Frost/Nixon

2.91

8

8

Pandora’nın Kutusu

2.89

9

9

Gran Torino

2.8

10

10

Bolt

2.78

Natasha Richardson (1963-2009)

İngiliz sinemasının köklü ailelerinden gelen Natasha Richardson geçtiğimiz gün kayak yaparken kötü bir kaza geçrimiş ve başından ağır yaralanmıştı. İlk andan itibaren gelen haberler hiç iç açıcı değildi ancak sevenleri yine de ümitle bekliyordu. Ne yazık ki kötü haber çok gecikmedi ve Richardson’ın hayata gözlerini yumduğu açıklandı.

11 Mayıs 1963’de dünyaya gelen Richardson, ünlü oyuncu Vanessa Redgrave ve ünlü yönetmen Tony Richardson’ın kızı idi. Ailesindeki oyuncuların yazmaya kalksak uzun bir paragraf ayırmak zorunda kalırız muhtemelen. Richardson, 1994 yılından beri de Liam Neeson ile evliydi ve çiftin 2 de oğlu bulunuyordu. Richardson’ın önemli filmleri arasında Gothic, The Handmaid’s Tale ve Nell sayılabilir. Ayrıca tiyatroda da önemli rollerde oynadığını belirtelim.

20. Ankara Film Festivali Başladı

Ankara’nın en köklü film festivali 20 yaşına bastı. Festival, sinema etkinlikleri açısından her ne kadar son bir ayda hareketlense de kısır bir sezon geçiren başkente 13-22 Mart 2009 tarihleri arasında sinema dolu bir 10 gün yaşatacak. Dün akşam Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu’ndaki açılış töreni ile başlayan festivalde film gösterimleri bugün başlıyor. Gösterimler Kızılay Büyülü Fener Sineması’nın 2. ve 3. salonları ile Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılacak. Burada Büyülü Fener Sineması’na festival için 2 salon ayırdıkları için teşekkür ederken en büyük salonları olan ve bundan önceki festivallerde festival filmlerinin gösterimi için ayrılan birinci salonlarını festivale değil, vizyon filmlerine (muhtemelen Güneşi Gördüm filmine) ayırdıkları için sitemlerimizi de iletelim.

Festivali yaklaşık 15 yıldır takip eden sadık bir seyircisi olarak özellikle “20 Yılın En İyilerinden” bölümünde yer alan her bir filmi tavsiye ederim. Bunun dışında öne çıkan bir kaç film arasında Mike Leigh’in Daima Mutlu (Happy-Go-Lucky), İsveç’ten gelen ve yılın en sükse yapan filmlerinden olan Gir Kanıma (Låt den Rätte Komma In), Gezici Festival’de en iyi film ödülünü alan İçimdeki Çöl (Desierto Adentro), üç farklı yönetmenin Tokyo’da geçen farklı filmlerinden oluşan Tokyo! sayılabilir. Ayrıca festivalin geniş bir kısa film ve belgesel seçkisine sahip olduğunu da eklemeden geçmeyelim.  Gösterim programına festivalin İnternet sitesinden erişilebilir.

Vizyon Takibi: Umut, Beşir’le Vals, Hayallerin Peşinde, Sıradan Bir Gündü, Cüceler Devler’e Karşı: Gizli Oda, Zoraki Tatil

Umut:

Utanmazca duygu sömürüsü yapan, başından sonuna kadar her sahnesi ile seyirciyi ağlatmaya çalışmaktan başka derdi olmayan, bunu yaparken komik duruma düşen, üstelik bir de her nedense en sonunda Nazım Hikmet’in bir dörtlüğü ile bitirilerek büyük ustaya da adeta hakaret eden düpedüz kötü bir film. Yönetmen Murat Aslan’ın bundan önceki Maskeli Beşler serisi bile daha iyiydi sanki.

 

 

Beşir’le Vals (Vals Im Bashir / Waltz with Bashir):

Bir belgesel ama aynı zamanda bir animasyon. Bir belgesel ama gerçek arşiv görüntülerini neredeyse hiç kullanmıyor. Gerçek olayları, gerçek tanıklıklarla anlatıyor ama bir yandan da bu tanıkların düşlerini ve kabuslarını da filme yediriyor. Sadece bu yapısı bile filmi eşsiz bir hale getiriyor. Belki de bu nedenle kimi yerlerden en iyi belgesel ödülü aldı, kimi yerlerden en iyi animasyon. Pek çok da yabancı dilde en iyi film ödülü var. Oscar’ların da bu dalda en büyük favorisi idi ama nasıl olduysa kazanamadı.

Filmin belgesel-animasyon yapısı eşsiz olsa da bir filmi iyi yapmak için sadece bu yeterli değil elbette. Beşir’le Vals, 1982 Sabra ve Şatilla katliamı sırasında İsrail ordusunda olan ve o zamanlar gencecik birer asker olan bir grup insanın o günlere dair anılarını gösteriyor bize. Bu askerlerden biri de filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Ari Folman. Filmin çıkış noktası da Folman’ın o günlere dair anılarının çok bulanık olması ve özellikle katliam günü orada olmasına rağmen o günü hiç hatırlayamaması olmuş. Filmde de onun eski silah arkadaşları ile tek tek görüşerek o günlere dair anılarını tekrar kazanmasına tanıklık ediyoruz. Günümüzde gelişen olaylar düşünüldüğünde daha da anlamlı olan bu filmi mutlaka izlemek lazım. Yılın en iyilerinden.

Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road):

Bir gün önce Beşir’le Vals’i izledikten, bir kaç gün öncesinde ise !f Ankara’da 19 film izledikten sonra hepsinden iyi bir filme karşılaşmak, üst üste bu kadar iyi film izlemek insana kendini iyi hissettiriyor.

Başta American Beauty olmak üzere bundan önceki 3 filmiyle de çok başarılı olan Sam Mendes yine çok iyi, Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio karşılılı birer oyunculuk gösterisi sunuyorlar, senaryo son derece başarılı. Thomas Newman’ın sürekli benzer temaların tekrarlandığı müziği filme çok uyuyor. Roger Deakins yine mükemmel bir görüntü yönetmenliği yapmış. Filmin diğer tüm teknik yanları da gayet başarılı. Bu arada oyunculuklarda öne çıkan isimler sadece Winslet ve DiCaprio değil, en ufak rolde oynayan ismi bilinmedik şahsiyetler bile döktürmüş. Michael Shannon zaten Oscar adaylığı ile de taçlandırılan şahane ve film açısından çok kritik bir performans sergilemiş ama  mesela çiftin komşularını oynayan oyuncular da en az onun kadar iyiydi. Dört dörtlük bir film kısacası. Galiba bu yıl sonu ilk 10’umda olacak filmlerden biri belli oldu.

Daha açılışından itibaren başarılı filmle karşı karşıyayız. Doğrusu fragmanlardan bir çiftin tanışma, evlenme, bir süre mutlu mesut yaşama sonra da evliliklerinin çatırdaması hikayesini izleyeceğimi düşünüyordum. Mendes, çok kısa tutulmuş tanışma faslının hemen arkasından çiftin evlenmiş ve hatta iki çocuğu olmuş haline dönerek seyirciyi sağlam bir kavga ile başbaşa bırakıyor ki o sahnelerde salonda hissedilen hava Kate ve Leo’dan romantizmin doruklarında bir film bekleyen bazı seyircilerin alt üst olduğu idi. Arada evliliklerinin ilk dönemine çok kısa aralıklarla dönse de hikayenin büyük kısmı zaten evliliğin çatırdadığı noktada geçiyor.

Karakterlerin durumları görsel olarak da çok başarılı tasvir edilmiş. Pek çok kez her iki karakteri de çeşitli görsel sınırlarla çizilmiş alanlarda adeta hapsedilmiş olarak görüyoruz. Ki Mendes aynı şeyi American Beauty’de de defalarca yapmıştı. Mendes’in yine sıradışı tercihleri var. Mesela Michael Shannon belki de filmin en vurucu cümlelerini söylediği anda arka planda flu bir karakter olarak görünüyor. Kamera ise ön plandaki uzun süredir sessiz kalan ve tepkisiz duran Kate Winslet’e odaklanmış bir şekilde bekliyor.

Filmin son sahnesi de bir harika. Aslında bomboş bir pencere ve önünde filmi izleyenlerin bilebileceği bir leke olan plan ve arka planda adres verilirken “Revolutionary Road” dendiği anda bitse de çok iyi bir son olurmuş. Film bu noktadan sonra devam ettiği anda gereksiz yere uzadığı hissi hakim oluyor ama sonunda öyle bir final yapmış ki Mendes ve senaryo yazarı Haythe, en az boş pencere planı kadar şahane (filmin uyarlandığı romanı okumadığım için romanın da böyle bitip bitmediğini bilemiyorum). Üstelik söz konusu son sahnede ana karakterlerimizden hiç biri yer almıyor.

Aile kavramını alt üst eden yapısından dolayı akademinin bu filmi nasıl pas geçtiğini anlaşılabilir bir durum ama The Reader’ı henüz izlememekle birlikte Kate Winslet orada daha iyi olabilir mi ya da buradaki Leonardo DiCaprio dururken Brad Pitt nasıl aday olabildi bilemiyorum doğrusu (ki normalde Brad Pitt’in oyunculuğunu çok daha fazla severim). Galiba herhangi bir karakterin yıllara yayılan yaşam öyküsünü anlatırken yaşlılığını da oynamak bir avantaj oluyor bu tip ödüllerde.

Sıradan Bir Gündü (He Was A Quiet Man):

Christian Slater ve Elisha Cuthbert’in başrollerini paylaştıkları Sıradan Bir Gündü, büyük bir şirkette sıradan bir iş yapan, yalnız yaşayan, hayattaki tek dostu kırmızı akvaryum balığı olan, sessiz ve içe kapanık bir adamın hikayesini anlatıyor. Ayrıca bu adamın çalıştığı şirkette basamakları hızla tırmanan uzaktan uzağa hoşlandığı bir de genç kız var. Bir de günün birinde ofiste hoşlanmadığı insanları öldürmek gibi bir hayali. Fakat günün birinde ofisten başka birisi aynı şeyi yapınca ve o da bu işi yapan kişiyi öldürünce bir anda beklenmedik bir şekilde kahraman oluyor. O hoşlandığı genç kızın da yaşanan olaylar sonucu sakat kalması ile şirketin basamaklarını tırmanan o oluyor, arkadaşları oluyor üstelik o kızla bir ilişki de kuruyor. Ama her şey bu kadar güzel gitmiyor elbette.

Doğrusu modern yaşam ve iş hayatındaki insanın yalnızlığı, ilişkilerin sahteliği, yükselmek için yapılanlara dair gayet yerinde tespitleri olan bir film karşımızdaki. Ama ne yönetmenlik ve senaryo ne de oyunculuk açısından vasatı aşamayan bir film ne yazık ki. Aynı fikir, farklı bir kadro ile hayata geçirilse çok daha iyi bir film çıkabilirmiş ortaya.

Cüceler Devlere Karşı: Gizli Oda (Gnomes and Trolls: The Secret Chamber):

Dağıtımcılarımız tarafından çocuk filmlerinin iyi gişe yapması nedeniyle getirilmişe benzeyen orta karar bir animasyon. Bir yandan çocuklara kendimize güvenelim derken bir yandan da ailelere çocuklarınıza yeterli özgürlük alanını bırakın ve kendi başlarına bir şey başaracaklarına inanının gibi mesajlar da veriyor. Doğrusu hakkında çok fazla da yazacak bir şey yok. Büyük ihtimalle sinemalarımıza şöyle bir uğrayıp geçecek.

Zoraki Tatil (Four Christmases / Anywhere But Home):

Amerikan sinemasında önemli türlerden biri de kalabalık ailelerin noel, şükran günü v.b. sebeplerle bir araya gelmeleri sonucu yaşananların anlatıldığı filmlerdir. Bu çıkış noktası üzerinden ortaya komedi filmleri çıkabildiği gibi sağlam dramalar da çıkmıştır. Zoraki Tatil ele aldığı konuyu klasik romantik komedi kalıplarından dışarı çıkmayarak ele alıyor. Türe getirdiği tek yenilik ise uzun süredir ailelerini görmeyen ve bu tip özel günlerde ailelerinden köşe bucak kaçan çiftimizin o yıl bir terslik sonucu ailelerini görmek zorunda kalmaları ve her ikisinin de anne babası boşanmış olduğu için ziyaret edilecek 4 aile olması. Çiftimiz bu 4 aileyi de sırayla ziyaret ediyor ve her bir ziyarette ilişkilerine dair farkında olmadıkları bir yön ön plana çıkıyor. Sonuç elbette bir romantik komediden beklendiği gibi.

Filmin en seyredeğer yanı yan rollerdeki Robert Duvall, Jon Voight ve Sissy Spacek gibi deneyimli oyuncuları anne baba rollerinde görmek olabilir. Onun dışında da çok özelliği olan bir film değil doğrusu.

!f Ankara 2009 İzlenimleri – Kuzey Işıkları: İstemsiz

Festivalin Kuzey Işıkları başlıklı, isminden de anlaşılabileceği gibi kuzey ülkelerinin sinemasından oluşan seçkisinden sadece bir film Ankara’ya geldi. O filmi de seyir programıma aldım.

İstemsiz (De Ofrivilliga / Involuntary):

Bu film öncesinde en azından kişisel olarak tanımadığım bir yönetmen olan Ruben Östlund gerçekten başarılı bir film ortaya çıkartmış. İsveç’te bir günde yaşanan ve birbirleri ile kesişmeyen bir grup hikayeyi anlatan film ilk önce görsel yapısı ile dikkat çekiyor. Yönetmen hızlı kurguya alışmış günümüz sinema seyircisini rahatsız edecek uzunlukta planlar kullanıyor ve hemen her sahnede kamerayı tek bir yere koyuyor ve hareket ettirmiyor. Hatta eğer yanılmıyorsam tüm film boyunca sadece tek bir sahnede kamera hareket ediyor ve orada da sadece sağa ve sola dönüyor. Ayrıca kamera için seçilen yerler de genellikle sıradışı seçimler. Kimi zaman konuşan kişinin yüzünü göremediğimiz bir açı seçilirken kimi zaman da olaylara çok uzaktan tanıklık ediyoruz. Filmin ele aldığı konuların görsel yapısı kadar çarpıcı olmadığı söylenebilir ancak yine de suçluluk, eşcinsellik, monotonlaşan evlilikler, gençlik halleri ama ön önemlisi başkalarının görüşlerine göre kendi hayatını şekillendirme gibi konuların çevresinde dolaşan her bir hikaye de gayet izlenebilir bir nitelik taşıyor. Festivalin iyilerinden.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.428 hits
Mart 2009
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
3031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: