Umut:
Utanmazca duygu sömürüsü yapan, başından sonuna kadar her sahnesi ile seyirciyi ağlatmaya çalışmaktan başka derdi olmayan, bunu yaparken komik duruma düşen, üstelik bir de her nedense en sonunda Nazım Hikmet’in bir dörtlüğü ile bitirilerek büyük ustaya da adeta hakaret eden düpedüz kötü bir film. Yönetmen Murat Aslan’ın bundan önceki Maskeli Beşler serisi bile daha iyiydi sanki.
Beşir’le Vals (Vals Im Bashir / Waltz with Bashir):
Bir belgesel ama aynı zamanda bir animasyon. Bir belgesel ama gerçek arşiv görüntülerini neredeyse hiç kullanmıyor. Gerçek olayları, gerçek tanıklıklarla anlatıyor ama bir yandan da bu tanıkların düşlerini ve kabuslarını da filme yediriyor. Sadece bu yapısı bile filmi eşsiz bir hale getiriyor. Belki de bu nedenle kimi yerlerden en iyi belgesel ödülü aldı, kimi yerlerden en iyi animasyon. Pek çok da yabancı dilde en iyi film ödülü var. Oscar’ların da bu dalda en büyük favorisi idi ama nasıl olduysa kazanamadı.
Filmin belgesel-animasyon yapısı eşsiz olsa da bir filmi iyi yapmak için sadece bu yeterli değil elbette. Beşir’le Vals, 1982 Sabra ve Şatilla katliamı sırasında İsrail ordusunda olan ve o zamanlar gencecik birer asker olan bir grup insanın o günlere dair anılarını gösteriyor bize. Bu askerlerden biri de filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Ari Folman. Filmin çıkış noktası da Folman’ın o günlere dair anılarının çok bulanık olması ve özellikle katliam günü orada olmasına rağmen o günü hiç hatırlayamaması olmuş. Filmde de onun eski silah arkadaşları ile tek tek görüşerek o günlere dair anılarını tekrar kazanmasına tanıklık ediyoruz. Günümüzde gelişen olaylar düşünüldüğünde daha da anlamlı olan bu filmi mutlaka izlemek lazım. Yılın en iyilerinden.
Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road):
Bir gün önce Beşir’le Vals’i izledikten, bir kaç gün öncesinde ise !f Ankara’da 19 film izledikten sonra hepsinden iyi bir filme karşılaşmak, üst üste bu kadar iyi film izlemek insana kendini iyi hissettiriyor.
Başta American Beauty olmak üzere bundan önceki 3 filmiyle de çok başarılı olan Sam Mendes yine çok iyi, Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio karşılılı birer oyunculuk gösterisi sunuyorlar, senaryo son derece başarılı. Thomas Newman’ın sürekli benzer temaların tekrarlandığı müziği filme çok uyuyor. Roger Deakins yine mükemmel bir görüntü yönetmenliği yapmış. Filmin diğer tüm teknik yanları da gayet başarılı. Bu arada oyunculuklarda öne çıkan isimler sadece Winslet ve DiCaprio değil, en ufak rolde oynayan ismi bilinmedik şahsiyetler bile döktürmüş. Michael Shannon zaten Oscar adaylığı ile de taçlandırılan şahane ve film açısından çok kritik bir performans sergilemiş ama mesela çiftin komşularını oynayan oyuncular da en az onun kadar iyiydi. Dört dörtlük bir film kısacası. Galiba bu yıl sonu ilk 10’umda olacak filmlerden biri belli oldu.
Daha açılışından itibaren başarılı filmle karşı karşıyayız. Doğrusu fragmanlardan bir çiftin tanışma, evlenme, bir süre mutlu mesut yaşama sonra da evliliklerinin çatırdaması hikayesini izleyeceğimi düşünüyordum. Mendes, çok kısa tutulmuş tanışma faslının hemen arkasından çiftin evlenmiş ve hatta iki çocuğu olmuş haline dönerek seyirciyi sağlam bir kavga ile başbaşa bırakıyor ki o sahnelerde salonda hissedilen hava Kate ve Leo’dan romantizmin doruklarında bir film bekleyen bazı seyircilerin alt üst olduğu idi. Arada evliliklerinin ilk dönemine çok kısa aralıklarla dönse de hikayenin büyük kısmı zaten evliliğin çatırdadığı noktada geçiyor.
Karakterlerin durumları görsel olarak da çok başarılı tasvir edilmiş. Pek çok kez her iki karakteri de çeşitli görsel sınırlarla çizilmiş alanlarda adeta hapsedilmiş olarak görüyoruz. Ki Mendes aynı şeyi American Beauty’de de defalarca yapmıştı. Mendes’in yine sıradışı tercihleri var. Mesela Michael Shannon belki de filmin en vurucu cümlelerini söylediği anda arka planda flu bir karakter olarak görünüyor. Kamera ise ön plandaki uzun süredir sessiz kalan ve tepkisiz duran Kate Winslet’e odaklanmış bir şekilde bekliyor.
Filmin son sahnesi de bir harika. Aslında bomboş bir pencere ve önünde filmi izleyenlerin bilebileceği bir leke olan plan ve arka planda adres verilirken “Revolutionary Road” dendiği anda bitse de çok iyi bir son olurmuş. Film bu noktadan sonra devam ettiği anda gereksiz yere uzadığı hissi hakim oluyor ama sonunda öyle bir final yapmış ki Mendes ve senaryo yazarı Haythe, en az boş pencere planı kadar şahane (filmin uyarlandığı romanı okumadığım için romanın da böyle bitip bitmediğini bilemiyorum). Üstelik söz konusu son sahnede ana karakterlerimizden hiç biri yer almıyor.
Aile kavramını alt üst eden yapısından dolayı akademinin bu filmi nasıl pas geçtiğini anlaşılabilir bir durum ama The Reader’ı henüz izlememekle birlikte Kate Winslet orada daha iyi olabilir mi ya da buradaki Leonardo DiCaprio dururken Brad Pitt nasıl aday olabildi bilemiyorum doğrusu (ki normalde Brad Pitt’in oyunculuğunu çok daha fazla severim). Galiba herhangi bir karakterin yıllara yayılan yaşam öyküsünü anlatırken yaşlılığını da oynamak bir avantaj oluyor bu tip ödüllerde.
Sıradan Bir Gündü (He Was A Quiet Man):
Christian Slater ve Elisha Cuthbert’in başrollerini paylaştıkları Sıradan Bir Gündü, büyük bir şirkette sıradan bir iş yapan, yalnız yaşayan, hayattaki tek dostu kırmızı akvaryum balığı olan, sessiz ve içe kapanık bir adamın hikayesini anlatıyor. Ayrıca bu adamın çalıştığı şirkette basamakları hızla tırmanan uzaktan uzağa hoşlandığı bir de genç kız var. Bir de günün birinde ofiste hoşlanmadığı insanları öldürmek gibi bir hayali. Fakat günün birinde ofisten başka birisi aynı şeyi yapınca ve o da bu işi yapan kişiyi öldürünce bir anda beklenmedik bir şekilde kahraman oluyor. O hoşlandığı genç kızın da yaşanan olaylar sonucu sakat kalması ile şirketin basamaklarını tırmanan o oluyor, arkadaşları oluyor üstelik o kızla bir ilişki de kuruyor. Ama her şey bu kadar güzel gitmiyor elbette.
Doğrusu modern yaşam ve iş hayatındaki insanın yalnızlığı, ilişkilerin sahteliği, yükselmek için yapılanlara dair gayet yerinde tespitleri olan bir film karşımızdaki. Ama ne yönetmenlik ve senaryo ne de oyunculuk açısından vasatı aşamayan bir film ne yazık ki. Aynı fikir, farklı bir kadro ile hayata geçirilse çok daha iyi bir film çıkabilirmiş ortaya.
Cüceler Devlere Karşı: Gizli Oda (Gnomes and Trolls: The Secret Chamber):
Dağıtımcılarımız tarafından çocuk filmlerinin iyi gişe yapması nedeniyle getirilmişe benzeyen orta karar bir animasyon. Bir yandan çocuklara kendimize güvenelim derken bir yandan da ailelere çocuklarınıza yeterli özgürlük alanını bırakın ve kendi başlarına bir şey başaracaklarına inanının gibi mesajlar da veriyor. Doğrusu hakkında çok fazla da yazacak bir şey yok. Büyük ihtimalle sinemalarımıza şöyle bir uğrayıp geçecek.
Zoraki Tatil (Four Christmases / Anywhere But Home):
Amerikan sinemasında önemli türlerden biri de kalabalık ailelerin noel, şükran günü v.b. sebeplerle bir araya gelmeleri sonucu yaşananların anlatıldığı filmlerdir. Bu çıkış noktası üzerinden ortaya komedi filmleri çıkabildiği gibi sağlam dramalar da çıkmıştır. Zoraki Tatil ele aldığı konuyu klasik romantik komedi kalıplarından dışarı çıkmayarak ele alıyor. Türe getirdiği tek yenilik ise uzun süredir ailelerini görmeyen ve bu tip özel günlerde ailelerinden köşe bucak kaçan çiftimizin o yıl bir terslik sonucu ailelerini görmek zorunda kalmaları ve her ikisinin de anne babası boşanmış olduğu için ziyaret edilecek 4 aile olması. Çiftimiz bu 4 aileyi de sırayla ziyaret ediyor ve her bir ziyarette ilişkilerine dair farkında olmadıkları bir yön ön plana çıkıyor. Sonuç elbette bir romantik komediden beklendiği gibi.
Filmin en seyredeğer yanı yan rollerdeki Robert Duvall, Jon Voight ve Sissy Spacek gibi deneyimli oyuncuları anne baba rollerinde görmek olabilir. Onun dışında da çok özelliği olan bir film değil doğrusu.
0 Yanıt to “Vizyon Takibi: Umut, Beşir’le Vals, Hayallerin Peşinde, Sıradan Bir Gündü, Cüceler Devler’e Karşı: Gizli Oda, Zoraki Tatil”