22 Eki 2012 için arşiv

49. Antalya Altın Portakal İzlenimleri – 5. Gün: Onur Savaşı, Konvoy, Miras, Görünmeyen

Onur Savaşı (Jagten / The Hunt):

Onur Savaşı Antalya’da izlediğim en iyi filmlerden biriydi. Uzun zamandır bir Thomas Vinterberg filmi izlememiştik, iyi oldu. Film bir anaokulu öğretmeninin çocuk tacizi ile suçlanmasını ve sonrasında en yakın arkadaşlarının gözünde bile suçlu olarak damgalanmasını anlatıyor. Vinterberg, yargının aklamasının toplumun gözünde günah keçisine dönmüşseniz sizi temize çıkarmadığını, toplu histerinin nasıl yayıldığını güzel anlatmış. Aynı zamanda filmi izlerken çocuk tacizi ile ilgili konularda mutlaka konu ile ilgili deneyimli, çocuk psikolojisinden anlayan kişilerin görev alması gerektiğini de anlıyorsunuz. Ufak bir yanlış anlama hem çocuk, hem de konunun diğer tarafındaki kişi için vahim sonuçlar doğurabilir.

Cannes’da bu film ile en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Mads Mikkelsen her zamanki gibi zaten iyi ama onu tacizle suçlayan kız olarak kilit rolü olan küçük kız Annika Wedderkopp da çok başarılı.

Konvoy (The Convoy):

Bu yıl Antalya’da saat 15’de gösterilen filmlerde genelde uyuklamış olmam ya uyku düzenimin kötülüğünü ya da o saatteki filmlerin vasatlığını gösteriyor galiba. Doğruyu söylemek gerekirse Konvoy da bu kaderi paylaştı. Film, kızını öldürmekle suçlanan, psikolojisi son derece bozuk bir askerin hırsızların peşine düşmesini anlatıyor. Çıldırmanın eşiğindeki askeri oynayan oyuncuyu beğendim ama film onun dışında çok iz bırakmadı. Neyse ki geçen sene olduğu gibi jüri büyük ödülü verip işte senin uyukladığın film böyle iyi bir film demedi.

Miras (Inheritance):

Hiam Abbass oyuncu olarak sevdiğim bir isim. Yönetmen olarak da Miras filminde hiç fena bulmadım. Film önce bir düğün, sonra hastalık nedeniyle bir araya gelen Filistinli bir ailenin hikayesini anlatıyor. Ön plandaki hikaye ailenin bir İngilizle aşk yaşayan kızları üzerine kurulu ama ailenin tüm bireyleri ince ince irdelenmiş. Hepsinin ikircikli tavırları, yaşadıkları sorunlar, bunların gelenekler ve dinle olan ilişkileri üstünde durulmuş. Bir yandan da kaçınılmaz olarak barış dönemi de olsa sürekli olarak tekrar başlamak üzere olduğu hissedilen çatışmaların baskısını hissediyorsunuz. Başarılı bir yapım. Miras gösterime girmezse önümüzdeki yıl Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali için de iyi bir seçim olabilir. Akıllarda bulunsun.

Görünmeyen:

Ali Özgentürk’ün Görünmeyen filmi Ankara’ya uğramamıştı, ben de Antalya’da yakalama fırsatı buldum. Film 1930’larda ülkemizden halk müziği örnekleri toplamak üzere çalışmalar yapan Bela Bartok’un hikayesi ve günümüze yansımaları üzerine. Vizyona girdiğinde sadece 214 seyirci toplamış. Ciddi sıkıntıları olduğu kesin ama iyi bir tanıtım kampanyası ile kesinlikle daha çok seyirci çekebilirdi. Bu arada Özgentürk film sonrasında katıldığı söyleşide nedense filmin vizyona girmediğini vurguladı (vizyona girip 214 seyirci çektiği bilgisi Box Office Türkiye sitesinden).

Filmin en büyük sorunu bugünde geçen hikayesi bence. Bu kısmın hikayesi de oyunculukları da Bela Bartok hikayesine göre çok zayıf. Genel olarak da özellikle oyunculuk stilinde bir sıkıntı var. Doğal mı olsun, gerçeküstü bir hava mı versin karar verilememiş gibi. Yine de Udo Kier’i bir yerli filmde görmek, hatta onu türkü eşliğinde oynarken izlemek bir keyifti.

Aslında oyunculuktaki sorunu dolaylı olarak Ali Özgentürk’ün de belirttiğini söylemek mümkün. Filmdeki oyuncuları överken sadece geçmiş dönemin hikayesinde yer alan oyuncuların adını andı ve bazı oyunculardan da istediğim performansı alamamış olabilirim dedi. Özgentürk ilk yazdığı senaryonun Bela Bartok ile ilgili olduğunu, bu hikaye çok ilgisini çektiği için yıllar içinde 17 kez tekrar yazdığını, sonunda bu hale geldiğini söyledi. Hatta Bartok ile ilgili dünyadaki en büyük arşivin kendisinde olduğunu tahmin ettiğini de belirtti. Bu anlamda bu proje için Özgentürk’ün hayatının projesi denebilir. Keşke daha iyi bir film ortaya çıksaymış. Son olarak filmdeki “Zeki Ökten Kıraathanesi” hoş ve duygulandıran bir ayrıntıydı. Bu ince düşünce için tebrikler.

49. Antalya Altın Portakal İzlenimleri – 4. Gün: Aglaya, İnsan Avı, Biz ve Ben, Süpermarket

Aglaya (Aglaja):

Hakkında neredeyse hiç bir şey bilmeden gittiğim Aglaya filmi bayağı iyi bir film çıktı. Etkileyici bir hikayesi ve karakterleri var. Ayrıca filmin görsel dili de gayet iyi. Bir yandan Çavuşesku döneminde Romanya’dan kaçmak zorunda kalan bir aile ile politik bir yönü de olan hikaye ama esas olarak kızlarının gözünden sirklerde çalışan bir ailenin hikayesi. İyi kurulmuş karakterleri ve iyi oyuncuları var. Festivalin uluslararası yarışma bölümünde yer alan film bence yarışan filmlerin en iyisi değildi ama bir kaç favorimden biriydi. Sonuçta hem ana jüriden hem de SİYAD jürisinden en iyi film ödülünü aldı.

İnsan Avı (Oblawa):

İnsan Avı, festivalin Savaşa Karşı bölümünde yer alıyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Polonya’da geçen film nazilere direnen askerleri anlatıyor. Askerlerin başındaki komutan son derece sert ve acımasız bir adam ama bunun nedenleri ortaya çıktıkça ona hak verebiliyorsunuz. Her ne kadar filmin hikayesi zaman gidiş-gelişleri ile ilerlese de seyirciyi çok zorlamıyor. Buna rağmen her nedense salonun yarısı filmden çıktı. Filmde kimi şiddet dolu sahneler de vardı ama çıkanlar o sahnelerden önce çıktığına göre nedeni bu sahneler olmamalı. Belki altyazıcı arkadaşların filmin sonundaki 2 dakikanın altyazısı yok demeleri de etkendir. Bu açıklama en sondaki 2 dakika gibi anlaşıldı. Halbuki filmin bitimine yaklaşık 20 dakika kalmışken arada bir yerde 2-3 dakikalık kısmın altyazısı yoktu. Tahammül edilebilirdi yani.

Bu vesileyle genellikle altyazı konusunda sıkıntılar yaşanan Altın Portakal’da bu yıl sorunların büyük ölçüde çözüldüğü söylenebilir. Yine bazı sorunlar olsa da çeviriler geçen senelere göre daha iyidi. Altyazıların zamanlaması da öyle. Belli ki altyazı ekibi deneyim kazandıkça işler daha iyiye gidiyor.

Biz ve Ben (The We and the I):

Michel Gondry için farklı türlerde film çekmeyi seven bir yönetmen diyebiliriz artık. Giderek birbirine hiç benzemeyen filmler yapıyor. Belki bir daha Eternal Sunshine etkisini yaratamayacak ama çoğunlukla iyi filmler yapıyor (Green Hornet’i izlememiş gibi yapıyoruz). Biz ve Ben filminde bu kez okulun son günü evlerine giden gençlerin otobüs yolculuğunu izletiyor bizlere. Neredeyse tüm film otobüste geçiyor. Gondry artık 49 yaşında bir adam ama gençlerin nabzını iyi tutmuş, teknolojiyi nasıl kullandıklarını irdeleyip aynısını filmde de kullanmış. Filmde tümüyle amatör oyuncularla çalışmış. Oyuncuların adları ile filmdeki karakterlerin adları da aynı. Filmin ses bandı da çok başarılı. Otobüs doluyken gerçekten de sağdan soldan sürekli bir gürültü var. Adeta kendinizi o otobüsün içine kazara oturmuş ve gençlerin gürültülerinden rahatsız olan biri gibi hissediyorsunuz. Bu yüzden bazen filmi izlemek bile zorlaşıyor. Gondry gençler hakkında tek başlarına iyiler de beraberken bozuluyorlar tarzı bir mesaj veriyor. Filmin orijinal adını hatırlayalım “The We and the I”. Bu filmle Gondry, Gus Van Sant’ın sularında yüzüyor adeta. Aynı filmi Gus Van Sant’tan izleseydik daha iyi bir filmle karşılaşır mıydık? Muhtemelen. Yine de Biz ve Ben iyi bir film.

Süpermarket (Supermarket):

Supermarket uluslararası yarışma filmleri içinde şansı olabilecek filmlerden biriydi. Film Noel öncesinde bir süpermakette geçiyor. Marketin güvenlik ekibi patronlarının da baskısıyla hırsızlık olmaması için tetikte. Arabasının çalınan aküsünün yerine yenisini almak için markete giren bir adam unutkanlıkla markette bir çikolata yiyip parasını ödemeyince kabak onun başında patlıyor. Tüketim toplumu üzerine dikkat çekici tespitleri olan, seyirciyi tetikte tutan, hikaye kısmı da sarkmayan başarılı bir yapım Süpermarket. Bizim Ankara’daki bir kaç festival takipçisi olarak zaman zaman söylediğimiz Polonya’dan boş film çıkmaz lafımızı da doğruluyor.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.501 hits
Ekim 2012
P S Ç P C C P
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: