Özgürlük Dansı (Jimmy’s Hall):
Ken Loach yeni filmi Özgürlük Dansı’nda 1930’ların İrlanda’sına götürüyor bizleri. Ana karakterimiz James Gralton, gerçekten yaşamış bir karakter. Ken Loach ve uzun yıllardır değişmez senaryo yazarı olan Paul Laverty, bu karakterin üzerinden dönemin bir panoramasını çizerken elbette bir kez daha her zaman ele aldıkları konuların etrafında dolaşıyorlar. James Gralton’un zorunlu olarak on yılını geçirdiği Amerika’dan İrlanda’ya dönüşü ile başlayan filmimiz Amerika öncesi bir grup arkadaşı ile birlikte açtığı mekânı bir kez daha açması ile devam ediyor. Flashback’ler ile salonun ilk açıldığı zamanlarda yaşananları da görüyoruz. Salonda pek çok kültürel faaliyet yapıldığı gibi, sportif etkinlikler ve dersler de düzenleniyor, geceleri dans etkinlikleri yapılıyor. Salonun açılmasına ön ayak olan kişi Gralton olsa da burası ile ilgili kararları tek başına almıyor. Bunun için de bir komite kurulmuş ve politik görüşlerine uygun şekilde ortak kararlar alınıyor. Mekânı çok rahatlıkla bizde de örnekleri görülen halkevlerine ya da yönetim şekli daha farklı olan bir çeşit köy enstitüsüne benzetmek mümkün.
Elbette her şey güllük gülistanlık gitmiyor. Gençlerin bilinçlenmesine karşı en büyük tepki kiliseden geliyor. Salona gidenleri Pazar ayinlerinde teşhir etmekten tutun da salonu işletenleri üstü kapalı ya da açık tehdit etmeye kadar pek çok yöntem deneniyor. Ülkede yönetim değişmiş olsa da tıpkı 10 yıl önce olduğu gibi Jimmy ve arkadaşlarının işi yine zordur. Loach’ın kimi filmleri insanın içine oturacak kadar acı ve hüzün doluyken kimi filmleri daha keyifli olur. Bu kez Loach bu zorlu hikâyeyi keyifli anları öne çıkararak anlatmış. Salona giden genç bir kızın dövülmesi, hatta finaldeki olay bile filmin havasını bozmuyor. Loach bir ara Jimmy’s Hall’un son filmi olacağını söylemişti. Sanırım çok karamsar bir filmle bitirmek istememiş kariyerini. Yine de temel meselenin milliyetçilik, din vs. değil sınıf meselesi olduğunu vurgulamaktan geri kalmıyor. Loach sinemasını sevenler için keyifle izlenecek bir örnek.
Mucizeler (Le Meraviglie / The Wonders):
Filmekimi programında bu sene Cannes’da yarışmış pek çok film var. Mucizeler bu filmler arasında Cannes’da Grand Prix alması ile öne çıkan bir yapımdı. Doğrusu pek çok ünlü yönetmenin iddialı filmlerini geride bırakarak bu ödülü alması şaşırtıcı olmuştu ve filmi merakla beklememize yol açmıştı.
Mucizeler, İtalya’nın kırsal bir köşesinde arıcılık ile uğraşmakta olan bir aileyi anlatıyor. İtalyan anne, Alman baba ve dört kız çocuktan oluşan bu ailenin hayatlarında arıcılık dışında çok fazla bir şey yok. Bölge halkı da benzer işlerle hayatını kazanıyor. Aile belki dışarıya kapalı, özellikle işleri ile ilgili belli kurallara sıkı sıkıya bağlı ama bir yandan da özgür bir hayat yaşıyorlar. Bu durum tezat gibi görünebilir ama bu özgürlüğe örnek olarak bağıra çağıra eğlenen kızlarından sessiz olmalarını isteyen bir adama babanın cevabını verebiliriz. Baba burada benim kızlarım özgür, istedikleri gibi eğlenebilirler diyor.
Filmimiz bu ailenin yaşamını anlatsa da merkeze ailenin büyük kızı Gelsomina’yı koyuyor. Ailede dört kız çocuk olunca tüm sorumluluk Gelsomina’da kalmış. Her ne kadar babanın erkek çocuğu olmadığına pişman bir tavrı olmasa da kızlarına, en azından iş konusunda erkek çocuğu gibi yaklaştığını söylemek mümkün. Gelsomina ve kız kardeşlerinin hayatları bu şekilde devam edecek gibi görünürken dışardan gelen iki etkiyle olaylar değişmeye başlıyor. Gelsomina’nın yavaş yavaş çocukluktan kadınlığa geçtiği bir dönemde bir sosyal sorumluluk projesinin parçası olarak ailenin yanına verilen Alman erkek çocuğu onun ilk kez karşı cinse dair bir şeyler hissetmesine neden oluyor. Ormanın içinde çekim yapmakta olan bir televizyon ekibi ve ekibin ilgi kaynağı olan bir masal prensesine benzeyen Milly karakteri ise onun dış dünyanın farkına varmasını sağlıyor. Ancak aile kavramına daha eleştirel bakan kimi filmlerde olduğu gibi bu dış etmenler ailenin kökünü dinamitlemekten çok bir katalizör görevi görüyorlar, yani kaçınılmazı hızlandırıyorlar.
Yönetmen Alice Rohrwacher’ın geçmişini incelediğimizde filmin otobiyografik yanları olduğunu fark ediyoruz. Tıpkı filmdeki gibi Alman bir baba ve İtalyan bir annenin kızı. Onun da çocukluğu arıcılıkla uğraşarak geçmiş. Filmdeki anne karakterini de ablası Alba Rohrwacher’ın oynadığını düşünürsek bu durum iyice belirgin hale geliyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse kazandığı ödülün yarattığı beklentiyi karşılayamayan bir film Mucizeler. Ödülden bağımsız düşündüğümüzde ise benzerlerini izlediğimiz, eli yüzü düzgün ve iyi oynanmış ama çok fazla ayırt edici özelliği olmayan bir film kalıyor elimizde.
İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt på en Gren och Funderade på Tillvaron / A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence):
Filmin konusunu falan anlatmadan baştan şunu söylemeliyim (ki zaten filmin konusunu anlatmamız pek kolay değil). İnsanları Seyreden Güvercin’i Roy Andersson’ı tanıyıp tarzını sevenlere, Kuzey Avrupa mizahı ile arası iyi olanlara şiddetle tavsiye ederim. Nedir Andersson’un tarzı? Uzun sabit planlar, seyirciyle mesafeyi her zaman koruyan hüzünle iç içe bir mizah anlayışı. Sahneler arasında bağlantılar olsa da bildik anlamda giriş, gelişme, sonuç olan bir hikâyeden bahsetmek de mümkün olmaz. Bu özellikler yönetmenle ilk defa tanışanlar için zorlayıcı olabilir. Ama filme bir defa kendinizi kaptırdığınızda çok keyif alıyorsunuz. Aslında yönetmen ne kadar mesafeli dursa da temel insanlık durumlarını anlatıyor.
Filmde pek çok karakter görsek de çoğunlukla şaka oyuncakları satan, “insanları mutlu etmek isteyen”, ama kendileri hayattan bezmiş iki karakteri takip ediyoruz. Bu iki karakter film boyunca karşılarına çıkan hemen hemen herkese çantalarındaki üç şaka oyuncağını aynı sırayla ve tamamen aynı sözcüklerle tanıtıyorlar. Zaten filmde bazen aynı karakterler, bazen de farklı karakterler tarafından defalarca tekrarlanan hareket ve cümle kalıpları var. Her Andersson filmi gibi bunlar oldukça yoruma açık ve her seyirci de kendi yorumunu yapacaktır mutlaka. İzlerken üşenmedim saydım, film 39 plandan oluşuyor (37 diyen arkadaşım da oldu). Süresi de 101 dakika olduğuna göre bir plan ortalama 2.6 dakika sürüyor (bu da mühendis tarafım).
Film uzun sabit planlardan oluşuyor dedik ama bildik anlamıyla “minimalist” bir film demek de çok doğru değil. Sabit bir planın içinde büyük hareketler olabiliyor, mesela bir sahnede arka plandan onlarca asker geçiyor. Zaten film izlerken Andersson’un her sahneyi ince ince planladığını hissediyorsunuz. Filmleri arasında yedi yıl olan yönetmen bu zamanı boşa geçirmemiş. Belli ki hiçbir sahnede arka plandaki ufak ayrıntılar dâhil hiçbir şey şansa bırakılmamış. Sırf bu özeni görmek için bile izlenebilecek bir film.
Çocukluk (Boyhood):
Çocukluk, Filmekimi Ankara ayağının biletleri ilk biten filmiydi, sonradan açılan ek gösterimi de öyle oldu. Gösterime girmeyeceği açıklandığı için çok kişi üzüldü. Kısaca şöyle demeliyim. Sıkıntı yok, çok bir şey kaçırmadınız.
Çocukluk’un en büyük özelliği, 12 yıla yayılan bir büyüme öyküsü anlatırken baştan sona aynı oyuncuları kullanması. Filmde 6 yaşından 18 yaşına kadar takip ettiğimiz Mason karakterini baştan sona Ellar Coltrane oynuyor. Tıpkı kardeşi Samantha’yı da yönetmen Richard Linklater’ın kızı Lorelei Linklater’ın oynuyor olduğu gibi. Anne ve babayı canlandıran Patricia Arquette ve Ethan Hawke da makyajla gençleştirilmemiş ya da yaşlandırılmamış. Onlar da film süresince yaş almışlar. Yüzlerinde yılların getirdiği çizgiler oluşmuş, gerçekten kilo almışlar vs. Doğrusu konsepte, Richard Linklater’ın Ethan Hawke’a ben ölürsem filme sen devam edeceksin diyecek kadar filme inanmasına şapka çıkarıyorum ama filmin hikâyesi daha sıradan olamazdı.
Film boyunca izlediğimiz büyüme hikâyesi, karakterlerin yaşadıkları aile travmaları, kız arkadaş meseleleri benzerlerini o kadar çok gördüğümüz örnekler ki. Ayrıca neredeyse tüm hikâyenin annenin yanlış erkek tercihleri üzerinden gelişmesi de bir yerden sonra yeter artık dedirtiyor. Her ne kadar 3 saate yakın süresince sıkılmasam da film hakkında yapılan yılın en iyilerinden, başyapıt gibi yorumlar inanılır gibi değil. Bu 12 yılda çekildi durumu olmasa, 3-4 ayda çekilen, farklı yaşları farklı oyuncuların oynadığı bir film olsa ne yorum alırdı acaba? Ayrıca Patricia Arquette’in bu rolü ile Oscar alabileceği söyleniyordu. Doğrusu film boyunca başarılı bir oyunculuk sergilediğini söyleyemeyeceğim. Hatta ağladığı sahnelerde yapmacık gözüküyordu. Çocuk oyuncuların özellikle daha küçük oldukları yaşlarda daha doğal oldukları söylenebilir ama filmin oyunculuk anlamında en iyisi Ethan Hawke idi. Oyuncularla ilgili bir ayrıntıyı da belirtmeden geçmeyelim. Lorelei Linklater başta filmde yer almaktan çok mutlu olmuş ama biraz büyüdükten sonra filmden ayrılmak istemiş ve babasından karakterini öldürmesini istemiş. Baba Linklater bunu kabul etmemiş ama Samantha karakterinin başta Mason kadar baskınken giderek arka planda kalmasının nedeni bu olsa gerek.
Son not Richard Linklater’a. Anladık aynı karakterleri uzun süre takip etmeyi seviyorsun. Before serisinin ana karakterleri Jesse ve Celine’i izlemeye biz de doyamıyoruz. Ölene kadar bu seriye devam et ama 12 yıl daha uğraşıp Boyhood’un devamı olacak bir Adulthood yapma lütfen!