Direnen Filmler

Sinema Manyakları blogunu en son Uçan Süpürge döneminde güncellemişiz. Sonrasında gelen Gezi olaylarının yarattığı ruh hali ve yaz aylarında sinema gündeminin zayıflığı nedeniyle ne içimden güncellemek geldi, ne de güncelleme yapacak çok fazla gündem vardı. Sonbahar yaklaştı, sinema gündemi de hareketlendi. Sinema Manyakları’nın da güncelleme zamanaı geldi. Tabiri caizse sezonu açarken uygun olan yazının geride bıraktığımız yaz aylarının etkisiyle Gölge e-Dergi’ye yazmış olduğum “Direnen Filmler” yazısı olduğunu düşündüm. O halde  biraz güncellenmiş bir”Direnen Filmler” yazısı ile yeni bir sinema sezonuna merhaba diyelim:

—————————————

Geçtiğimiz aylarda Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilerek bir alışveriş merkezi yapılma isteğine karşı çıkılması ile başlayan ve bu ülkenin tarihinde pek görülmemiş bir protesto hareketine evrilen olayları hep birlikte takip ettik. Ülkedeki her insanın olaylara farklı bir bakış açısı olmuştur elbette. Bu yazı kapsamında kendi bakış açımızla bu olayların hatırlattığı filmlerin şöyle bir üzerinden geçeceğiz. Bu eylemlerin en önemli özelliklerinden biri şimdiye kadar apolitik olarak nitelenen genç kuşağın da olaylara dahil olması, bunun sonucunda da çok zekice duvar yazıları ve tweet mesajları da eylemin uzun zaman hatırlanmasına yok açacak bir yönü oldu. Bu genç kuşak söz konusu yazılarda sevdikleri filmlere göndermeler de yaptılar. Bu yazıda doğrudan bir direniş filmi olmasa da eylemlerde adına rastladığımız filmlerden de bahsedeceğiz.

Elbette ilk bahsetmemiz gereken film V for Vendetta. Yakın bir gelecekte geçen bu filmde baskıcı ve faşist bir rejimle yönetilen İngiltere’de maskeli bir direnişçinin başını çektiği direniş ateşinin tüm ülkeye yayılması anlatılıyordu. Filmde anlatılanlar bir yana filmin Gezi Parkı direnişi ile en büyük ilintisi elbette filmde kullanılan maskenin direnişin simgelerinden biri olmasıydı. Gezi Parkı’ndaki pek çok direnişçi bu maskeyi takarken o günlerde Ankara sokaklarında kendi halinde yürüyüş yapan bir ailenin çocuklarında bile bu maskeyi gördüğümü hatırlıyorum. Sadece bizde değil dünyanın pek çok yerinde farklı amaçlarla yapılan eylemlerde de bu maske bir simge haline geldi ve maskenin popülerliği filmi çok aştı. Bu arada söz konusu maskenin de 1570-1606 yılları arasında yaşamış olan ve dönemin İngiltere kralına karşı düzenlenen başarısız suikast girişimi içinde yer alan Guy Fawkes’i temsil ettiğini de hatırlatalım.

V for Vendetta ile ilgili hatırlatmamız gereken bir diğer nokta ise bu filmin bir çizgi roman uyarlaması olması. Alan Moore’un yazdığı ve David Lloyd’un çizdiği bu çizgi romanın 1980’lerde yayınlandığı düşünülürse bir Thatcher dönemi eleştirisi olarak da okumak mümkün. Filme göre daha sert ve daha başarılı olduğunu düşündüğüm bu çizgi roman daha önce okunmuş olsa bile bugünlerde tekrar üzerinden geçilmesi gereken bir kitap.

Direnişte adı geçen filmler üzerinden gitmeye devam edersek Star Wars da karşımıza çıkan filmlerden bir diğeri. Özellikle orijinal üçlemenin hikâyesinin tüm galaksiyi demir yumrukla yöneten bir imparatora karşı direnen asilerin (ki filmde de “rebels” olarak tanımlanıyorlar zaten) hikâyesi olduğunu düşünürsek duruma cuk oturduğunu söylemek mümkün. Zaten bu süreçte Star Wars karakterleri ile olaylarda öne çıkan figürlerin eşleştirildiği çeşitli paylaşımlar da gördük. Hatta günlerden bir gün İstanbul sokaklarında Darth Vader kostümünde bir direnişçi bile karşımıza çıktı. İlk anda Darth Vader’ın sinemanın efsane kötü karakterlerinden biri olarak asiler tarafında yer almaması gerektiği düşünülebilir ama finalde imparatorun nasıl yok edildiğini düşünürseniz Darth Vader’ın nihayetinde isyancıların tarafında yer aldığını kabul etmek gerek. Zaten en baştan beri güce denge getirecek figür de odur.

Aslında pek çok bilim-kurgu filminde baskıcı bir rejime karşı çıkan direnişçi figürleri bulmak mümkün. Bu filmlerde baskıcı iktidar kimi zaman insanlar, kimi zaman uzaylılar, hatta kimi zaman da robotlar oluyor. Fahrenheit 451, Equilibrium, The Matrix hatta Terminator filmlerini bu kategoride örnek göstermek mümkün. Ancak bu konuda en ilginç örneklerden biri Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi) serisi. Bu seride bir zamanlar kendilerine türlü eziyetler yapılan bir grubun iktidara geldiğinde çok daha beterini yaptığını görüyoruz. Bu durum bir anlamda ülkemizdeki duruma da denk düşüyor. Şu an iktidardaki düşüncenin geçmişte yaşadıklarının ne olduğu tartışılabilir ama kendilerini geçmişte ikinci sınıf görülmüş bir grup olarak konumlandırdıkları ve bu konumlandırmanın da iktidara gelmelerinde önemli rol oynadığını kabul etmek gerekli. Bu anlamda Maymunlar Cehennemi de bugünlerde farklı bir bakış açısı ile izlenebilecek filmlerden.

Gezi Parkı protestolarının ilk günlerinde karşımıza çıkan duvar yazılarından biri de beşinci günün şafağında gelmesi beklenen bir kurtarıcıya aitti. Genç nesil bir kez daha sevdikleri bir filme gönderme yapmışlardı. Bu kez söz konusu olan The Lord of the Rings (Yüzüklerin Efendisi) filmindeki Gandalf’tı. Beşinci günün şafağında Gandalf gelmemişti belki ama o güne kadar gençler zaten bir kurtarıcıya ihtiyaç duymadıklarını, kendi başlarına da seslerini duyurabileceklerini anlamışlardı. Bu hareketin en önemli özelliklerinden biri de buydu zaten. Belirli bir lideri yoktu ama halkın içinden pek çok kahraman çıkardı. Kırmızılı kadın, siyahlı kadın, duran adam gibi figürler hareketin simgeleşen figürleri oldular. Tüm bu figürlerin bir araya getirildiği ve Yenilmezler olarak tanımlandığı çizimler de The Avengers filmine bir gönderme idi.

Bir kez daha Yüzüklerin Efendisi serisine dönersek filmlerin (ve kitap serisinin elbette) kötü adamlarından biri olan Saruman’ın bol bol ağaç kestiğini bunun üzerine ormanın konuşan ve yürüyen yaşlı ağaçları Ent’lerin de Saruman’a karşı ayaklandığını da hatırlayabiliriz. Bu anlamda bu filmle de Gezi Parkı arasında paralellikler kurmak mümkün. İnternet gençliği de elbette bu paralelliği kurmakta gecikmedi. Saruman ile İstanbul valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun birbirine benzer fotoğrafları ile Taksim Meydanı ile Yüzüklerin Efendisi’nden bir sahnenin bir araya getirildiği sahneler sosyal medyada dolaşmaya başladı.

Victor Hugo’nun unutulmaz eseri Sefiller’in de final kısmı da Fransa’daki çeşitli özgürlük hareketlerinden biri olan Haziran Devrimi’nde geçer. Gençlerin başını çektiği bu hareket çok iyi sonuçlanmadı belki ama bu dev romanın en önemli parçalarından biri oldu. Bu romandan uyarlanan pek çok film ile Gezi Parkı hareketi ile benzerlikler kurulabilir ama hafızalarda en taze olan uyarlama, henüz bu yıl içinde sinemalarda izlediğimiz müzikal uyarlaması idi. Hugh Jackman’ın başarılı bir Jean Valjean olduğu bu uyarlamanın söz konusu devrim sahneleri insanın tüylerini diken diken ediyordu. Ve elbette bu sahnelerdeki “Do You Hear the People Sing?” şarkısı da ülkemizde yaşananlara çok denk düşüyordu. Nitekim yaratıcılığın da üst düzeye çıktığı bu günlerde, bu şarkı da hemen yaşanan olaylara aşağıdaki sözlerle uyarlandı:

Duyuyor musun sesi, işte bu halkın öfkesi
Olmayacak hiçbir zaman bir başkasının kölesi
Sanki kalp atışları karışıyor davullara
Yürüyoruz gururla yeni bir yarına
Sen de gel katıl bize, diren bütün bu baskıya
Durur koca dünya barikatın arkasında
Sen de özgürlüğün için diren omuz omuza!
Duyuyor musun bizi, işte çapulcunun sesi
Olmayacak hiçbir zaman bir başkasının kölesi
Sanki kalp atışları karışıyor davullara
Yürüyoruz gururla yeni bir yarına
Yarınlara…

Fransa bu tip halk hareketleri açısından zengin bir tarihi olan bir ülke. Elbette sinemasında da yaşanan olaylar yoğun şekilde yer bulmuş. 1990’ların başında Zaire’li bir göçmenin polisler tarafından öldürülmesi sonrası başlayan ve tüm Fransa’ya yayılan olaylar bir kuşağın hafızasında tazedir. Tam da o günlerde çekilen ve yaşanan atmosferi tam da içerden çok başarılı bir şekilde anlata La Haine genç kuşağın öfkesine ışık tutan bir filmdi. Yönetmen Mathieu Kassovitz’in halen bu filmin seviyesinde başka bir film çekemediğini söyleyebiliriz.

Gezi Parkı’nda yaşananlar bir yönüyle de akla kaçınılmaz olarak Paris Komünü’nü getirdi. Halkın kendi kararını forumlarda kendi başına alması, parkta her şeyin paylaşıldığı ve ücretsiz olduğu 3 haftalık süre, Fransa’da 1871’de iki ay boyunca iktidarda kalan halk hareketi ile kimi benzerlikler taşıyordu. Paris Komünü’nün sonu çok kanlı bir şekilde gelmişti. Her ne kadar Gezi Parkı olayları sırasında da ölümler olsa da neyse ki o kadar feci noktaya varmadı. Yine de Paris Komünü’nün yok edilmesi sonrasındaki açıklamayı yorumsuz olarak buraya koyuyorum: “Paris sakinlerine. Fransız ordusu sizi kurtarmaya geldi. Paris artık özgür! Saat 4 itibariyle askerlerimiz son isyancı noktasını da ele geçirdi. Bugün savaş sona erdi. Düzen, çalışma ve güvenlik yeniden sağlandı.”

Sosyalizmin belki de gerçek anlamda iktidara geldiği tek olay olan Paris Komünü sinemada çok fazla yer bulmadı. Ancak birkaç yıl önce festivallerde izleme fırsatı bulduğumuz altı saatlik La Commune (Paris, 1871) filmi dönemi anlatan çok başarılı bir filmdi. Uzunluğuna rağmen dönemi çok başarılı bir şekilde anlatıyor, bir yandan da sağlam bir medya eleştirisi yapıyordu. Filmde o günlerde televizyon olsaydı acaba ne olurdu deniyordu. Ortada sürekli olarak yaşananları çarpıtan bir devlet televizyonu ile devrimcilerin kurduğu komün televizyonu vardı. Bizde de iktidar yanlısı ana akım medya ve alternatif kanallar arasında gözlerimizle gördüğümüz farkı hatırlatmaya gerek yok sanırım. Bu filmi festival seyircileri dışında fazla kişinin izlediğini sanmıyorum. Bir şekilde bulursanız mutlaka izleyin derim. Altı saatlik süresi de gözleri korkutmasın, gayet akıcı bir film.

Yaşadığımız olaylarda polis şiddeti de oldukça öne çıkan ve tartışılan konulardan biri oldu. Aslında yukarda adını andığımız filmlerden pek çoğunda direnişin polis ya da askerin güç kullanımı ile sonlandırıldığını, hatta bazen çok trajik sonuçlara yol açtığını görüyoruz. Yine de iktidarın resmi ya da resmi olmayan güçleri tarafından uygulanan şiddet ile ilgili birkaç film örneği daha verelim. Usta yönetmen Costa-Gavras’ın Z filmi iktidarın görüşlerine karşıt görüşler ortaya koyan bir politikacının bir kargaşa anında öldürülmesi sonrasında suçlunun aranması sürecinde tüm delillerin yok olmasını, şahitlerin ortadan kaldırılmasını ve olayı soruşturanlara görevden el çektirilmesini anlatır. Hikayesi herhangi bir direnişle ilgili olmasa da geçen yıl Gezici Festival’de izlediğimiz, Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında Soruşturma da burada adını anmamız gereken filmlerden biri. Bu filmde sevgilisini öldüren bir polis şefi, bilerek ve isteyerek olay yerinde kendisine işaret eden her türlü delili bırakır, çevredeki kişilere kendini gösterir. Bunları yaparken kendisinin şüpheli olarak bile görülmeyeceğinden emindir ve bunda da haklı çıkar.

Direniş dediğimizde tarihte çeşitli hareketlere öncülük etmiş olan iki simge isim ve bunların hayatlarına dair yapılmış filmleri de anmadan geçmeyelim. Roma’ya karşı kölelerin ayaklanmasının lideri Spartacus ile ilgili filmler özgürlük uğruna ölümü göze alanların hikayesini anlatır bizlere. Her ne kadar yeni nesil Spartacus’u daha çok, yakın zamanda ekrana gelen ve şiddet ve cinsellik dozu epey yüksek dizi ile hatırlasalar da bir kuşak için Spartacus, Kirk Douglas ile özdeşleşmiştir. Stanley Kubrick’in 1960 yapımı bu görkemli filminde Douglas tam bir özgürlük savaşçısıdır. Spartacus etkileyici bir film olsa da filmlerinin en ince detayında bile söz sahibi olmak isteyen Kubrick’i çok memnun etmemiştir. Zaten bu filmdeki deneyimleri sonrası diğer filmlerinde en baştan filme dair ne varsa kontrolüne almıştır. Bu yüzden bu filmi sevmekle beraber Kubrick bu projeye yirmi-otuz yıl sonra el atsaydı ortaya nasıl bir başyapıt çıkardı diye düşünmekten de kendimi alamam.

Spartacus’un doğası gereği gayet kanlı isyanının tam tersine pasif direnişin tarihteki simge ismi ise Mahatma Gandhi’dir elbette. Bir suikasta kurban giden bu barışçı kişiliğin hayatı 1982 yapımı Gandhi filmine konu olmuştu. Richard Attenborough’un yönettiği ve Ben Kingsley’in tümüyle Gandhi kişiliğine büründüğü bu film (her iki isim de bu filmle Oscar aldı bu arada) bugün bakınca biraz ağdalı bulunabilir ama 80’lerin sinema atmosferine çok uygun bir yapımdı.

Direniş her zaman büyük bir topluluğun sokaklara çıkması ile olmaz tabii ki. Bazen insanlar kendi bedenleri dışında ortaya koyabilecek bir şeyleri kalmayınca onu da direniş aracı olarak kullanabiliyorlar. Açlık grevleri bunun en dramatik örneklerinden biri. Zaten yukarıda bahsettiğimiz Mahatma Gandhi’nin de kullandığı yöntemlerden biriydi açlık grevi. Özellikle İrlanda’da gerçekleştirilen açlık grevleri doğrudan ya da dolaylı olarak sinemada sıkça konu edilen eylemlerden biri olmuştu. Bu konuda en başarılı örneklerden biri Michael Fassbender’in ne kadar iyi bir aktör olduğunu ilk kez gördüğümüz Hunger oldu. Eylemin önde gelen isimlerinden Bobby Sands’i canlandıran Fassbender, insanın içinde bir şeyleri düğümleyen bu filmde müthiş bir performans sunuyordu. Elbette aynı dönemi bir annenin bakış açısından anlatan Some Mother’s Son filmini de anmadan geçmemek gerek. Ülkemizde de açlık grevlerinin dönem dönem çok dramatik sonuçlara yol açtığını biliyoruz. Özellikle “Hayata Dönüş Operasyonu” gibi oldukça ironik bir biçimde adlandırılmış operasyonda yaşananların toplumsal hafızamızdan silinmesi çok zor. Doğrudan bu olayları anlatmasa da açlık grevlerine katılmış, operasyonun etkilerini yaşamış bir karakterin hapisten çıktıktan sonra evine dönmesini anlatan Sonbahar son yıllarda sinemamızdaki en yetkin örneklerden biri. Bir belgesel olarak da Simurg’un son derece başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

Gezi Parkı eylemlerinde kadınların da çok öne çıktığını gördük. Peki sinema tarihinde kadın direnişçiler yok muydu? Kendi adıma çok fazla hatırlayamadım ama Brigitte Bardot ve Jeanne Moreau gibi Fransız sinemasının en etkileyici kadınlarından ikisinin başrollerde olduğu Viva Maria akla gelen örneklerden biri. Bardot ve Moreau’nun canlandırdığı Maria adındaki iki kadın Orta Amerika’da bir ülkede sosyalist bir devrim peşindedirler. Karşısında oldukları liderin lakabının “El Dictador” olması bir tesadüf olmasa gerek. Diktatör deyince elbette Chaplin’in The Great Dictator’ünü da es geçmemek gerek. Henüz 1940 yılında özel olarak Hitler’le ilgili ama genel olarak tüm baskıcı ve faşist rejimlerle ilgili şahane bir taşlama ortaya çıkaran Chaplin’in bu müthiş filmini her sinemasever izlemeli.

Bu yılın sonlarında gösterime girecek olan Hunger Games’in yeni filminde de baskıcı bir rejime karşı iki gencin ateşlediği bir devrim hareketini izleyeceğiz. Film gösterime girdiğinde Gezi Parkı olayları ile bağlantıların kurulacağını tahmin ediyorum. Fragmanında yer alan “her devrim bir kıvılcımla başlar” cümlesi de hemen dikkat çekiyor zaten.

Bu yazıda söz ettiğimiz filmler dışında Gezi Parkı olaylarının akla getirdiği başka filmler de elbette vardır. Biz burada sadece bir giriş yapmak istedik aslında. Son aylarda yaşadıklarımızın belgeselleri ve kurmaca filmleri de mutlaka yapılacaktır. Hatta belgesel yapımlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı bile. Üzerinden zaman geçtikçe daha olgun yapımlar da ortaya çıkacaktır mutlaka. Umarım yaşadığımız günlerin ruhuna uygun, başarılı filmler ortaya çıkar.

Not: Filmler konusunda fikir jimnastiği yaparak bana yardımcı olan Nilgün Öner ve Fazlı Can’a teşekkürler. Vakitsizlikten ötürü bazı önerilerini değerlendiremedim ama ilerde bu yazı güncellenirse onları da dikkate alacağım.

0 Yanıt to “Direnen Filmler”



  1. Yorum Yapın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 300.972 hits
Eylül 2013
P S Ç P C C P
 1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: