Köpekler (Straw Dogs):
Sam Peckinpah’ın 1971 yapımı Köpekler filmi için onun başyapıtlarından biri demek yanlış olmaz sanırım. Zaten filmin yapım tarihi yönetmenin en verimli olduğu döneme denk geliyor. Filmde, sessiz sakin matematikçi David (Dustin Hoffman) ve karısı Amy (Susan George) huzurlu bir yerde yaşamak ve David’in bilimsel çalışmalarına zaman ayırabilmek için Amerikan’dan İngiltere’ye, karısının doğup büyüdüğü kasabaya giderler. Kasabalılar özellikle David’e tam bir yabancı gibi davranırlar. Amy ise güzelliği ve rahat tavırları ile kasabalı erkeklerin dikkatini çekmektedir. Çift Amy’nin ailesinin eski evine yerleşir ama evde tamirat gerekmektedir. Amy’nin gençlik yıllarındaki sevgilisi de tamirat için tutulan grubun içinde yer almaktadır.
Hikayenin kasabalı grubunun çiftimize saldırısı ve onların kendilerini koruma çabaları ile devam edeceğini tahmin etmek zor değil. Bu şekilde bir özet Köpekler‘in sıradan bir gerilim filmi olduğu izlenimi verebilir. Ne de olsa 1971’den bu yana bu tip pek çok film izledik. Hatta bu filmin 2011 yapımı yeniden çevrimi de muhtemelen öyle bir film (henüz izleme fırsatı bulamadım, önyargılı bir yorum bu biraz). Ama işte burada Peckinpah’ın hem senaryo yazarı hem de yönetmen olarak ustalığı ortaya çıkıyor. Her ne kadar Peckinpah şiddetin sinemacısı olarak bilinse de, bu film döneminde aşırı şiddet içerdiği yönünde eleştirilere konu olsa da, hatta bazı sahneleri kesilmek zorunda kalınsa da görünür anlamdaki şiddet filmin neredeyse son yarım saatine kadar ortaya çıkmıyor. O noktaya kadar karakterleri, aralarındaki ilişkileri yavaş yavaş tanıyarak olayların neden şiddetin tepe noktası yaptığı hale geldiğini daha iyi anlıyoruz. Elbette şiddet sadece fiziksel olmak zorunda değil. Bu bakış açısı ile baktığımızda filmin tümüne yayılmış gizli bir şiddetin olduğunu da söylemek mümkün.
Köpekler, Zeki Demirkubuz’un Gezici Festival için seçtiği filmlerden bir diğeri idi. Filmin gösterimi öncesinde yine bir sunum konuşması yapan Demirkubuz, filmin öneminden bahsederken her zaman olduğu gibi insan doğası üzerine önemli şeyler söylediğini vurguladı ve filmin belli yerlerine kadın karakter üzerinden bakılmasının ilginç olabileceği şeklinde yorumladığım cümleler kurdu. Köpekler‘i bir kaç defa izleyen biri olarak çoğunlukla erkek karakter David tarafından bakmıştım hikayeye. Sürekli pasif durumda olan bir karakterin hangi noktada içindeki canavarı ortaya çıkarabileceği, hepimiz için böyle bir sınır noktasının olup olmadığı sorusu hep ilginç gelmiştir. Ama bu kez Demirkubuz’un da etkisiyle hikayeye daha çok kadın karakter Amy açısından bakmaya çalıştım. Gerçekten de onun film içinde geldiği nokta ve değişimi de David’den aşağı kalır değil hatta belki daha da komplike. Özellikle Demirkubuz’un da bahsettiği tecavüz sahnesindeki durumu, farklı hisleri gerçekten dikkat çekici. Zaten bu sahne filmin de zamanında en tartışma yaratan sahnelerinden biriydi. Sahnenin şiddetinden çok kadının tecavüzden zevk alıyor olabileceği imasını taşıyan anlar tartışma yaratıcıydı. Hatta 1984-2002 yılları arasında filmin İngiltere’de ev sinemasında piyasaya sürülmesinin yasak olduğunu da ekleyelim. Bu arada bizim festivalde izlediğimiz kopya da ikinci tecavüzün bir kısmının kesilmiş olduğu bir kopyaydı.
Köpekler de üzerine çok şey söylenebilecek hatta hemen her sahnesinin karakterlerin psikolojileri içindeki yerinin irdelenebileceği bir film. Yine Gezici Festival’de izlediğimiz Geceyarısı Kovboyu ile beraber düşündüğümüzde Dustin Hoffman’ın oyuncu olarak ne kadar geniş bir alanda güçlü performanslar verebildiğini de gösteriyor. Bu filmin kesintisiz halinin DVD’si ülkemizde de piyasaya çıkmış durumda. İzlememiş olanların kaçırmaması gerek. Eğer dil sorununuz yoksa her ne kadar artık piyasada olmasa da ebay’de falan bulunabilecek Criterion baskısını çok daha fazla tavsiye ederim.
Yurt:
Muzaffer Özdemir’i Nuri Bilge Ceylan’ın ilk dönem filmlerinin oyuncusu olarak tanıyoruz. Yurt filmi ile yönetmen kimliği ile de karşımıza çıktı. Ayrıca filmin senaryosunu da yazan Özdemir ufak bir rolde de oynuyor bu filmde.
Yurt, İstanbul’da mimarlık yapmakta olan Doğan’ın psikoloğunun tavsiyesi üzerine büyükşehirden uzaklaşıp Karadeniz’deki memleketinde doğayla iç içe geçirdiği bir kaç güne götürüyor bizi. Filmin temel derdi belli ki HES’ler ile hesaplaşmak. Zaten film sonrasında yapılan söyleşide de Özdemir filmi biraz da küfür etmek için çektiğini söyledi. Ama bunun sessiz sakin bir küfür olduğunu söylemek lazım. Film HES’lere karşı çıkarken bunu bağırarak değil, doğanın güzelliklerini göstererek, HES projeleri devam ederse günün birinde tüm bunların kaybolacağını göstererek yapıyor aslında.
Film bir yandan da ana karakterinin karşısına bölgeden farklı karakterler de çıkarıyor. Define arayıcıları, onu yabancı biri olarak görüp kimliğini isteyen askerler ve İstanbul’da bir projede yanında çalışmış ama şimdi hiç hatırlamadığı ustabaşı bunlardan bazıları. Doğruyu söylemek gerekirse bu karakterler ile yaşananlar ana hikayeye pek fazla bir şey katmayan, kopuk kopuk anekdotlar gibi kalmış. Bu sahnelerde galiba yörenin insanları oyuncu olarak kullanılmış. Bu nedenle bu sahnelerdeki oyunculuk da biraz zayıf gözüktü bana.
Film sonrasında Özdemir ile bir söyleşi yapıldığından bahsetmiştim. Seyircilerin büyük çoğunluğunun filmi epey sevdiğini gözledim. Her ne kadar Özdemir sürekli olarak kendisine soru sorulmasını istese de genellikle övgü cümleleri duyduk. Gelen bir kaç soru filmde yöre halkının HES’lere karşı tepkisizliğinin vurgulanmasına yönelik idi. Halbuki HES’lere karşı yapılan pek çok eylem görmüş, çeşitli belgesellerde izlemiştik. Özdemir ise bölgeden yetişmiş bir sinemacı olarak yöre insanının aslında konuya o kadar da duyarlı olmadığını, kendi bölgesindeki durum düzeldiğinde karşı köydeki durumu pek de önemsemeyeceğini belirtti.
Yurt az sayıda salonda da olsa gösterime de girecek. Aslında salonda heyecanla daha fazla salonda gösterilmesini ve daha fazla seyirciye ulaşmasını isteyenler vardı. Ama Özdemir’in de söylediği gibi iyi bir film olsa da çok seyirci çekecek bir film olmadığı açık. Umarım festivalde gördüğü ilginin bir kısmını vizyonda da görür diyelim.
Ödül (El Premio / The Prize):
Ödül, yönetmen Paula Markovitch’in ilk filmi. Bu filmde Markovitch çoğunlukla özyaşamsal bir öykü anlatmış. Film annesi ile birlikte yaşayan yedi yaşındaki Ceci’nin gözünden Arjantin’deki askeri yönetim dönemini anlatıyor. Filmin başında anladığımız kadarıyla anne-kız sık sık seyahat etmekteler ve sakladıkları bir şeyler var. Özellikle anne sürekli tedirgin durumda, kızını okula göndermekten bile çekiniyor, göndermeye karar verdiğinde ise ona babasını sorarlarsa ne diyeceğini tek tek tembihliyor.
Zamanla anlıyoruz ki Ceci’nin babası tutsak edilmiş, ailesinden öldürülenler olmuş, annesi ve o ise kaçmak zorunda. Günün birinde okulda bir kompozisyon yarışması düzenleniyor ve çocukların ordu hakkında bir kompozisyon yazmaları isteniyor. Birinci olan kompozisyona büyük bir ödül verilecek ve kalabalık bir topluluk önünde okunacak. Ceci de annesi bu konuda kendisine bir öğüt vermediği için ordu hakkında düşündüklerini açık açık yazıyor ve olaylar gelişiyor.
Aslında Ödül anne ve kızın yalnızlıklarını ve bekleyişlerini vermesiyle, yarattığı atmosferle ve hatta fondaki müziğiyle bile özenli ve güzel bir çalışma (müzik kulağı benden daha iyi olan bir arkadaş film boyunca arkadaki müziğin akortsuz olmasına takıldığını söyledi, aslında filmin sonunda anlaşılıyor ki müziğin akortsuz olmasının bir anlamı varmış). Ancak filmin hikayesi ve nereye doğru gittiği çok belli idi ve bir yerden sonra tekrara düşüyordu. Bu yüzden filmin 115 dakikalık süresi hikaye için biraz fazla gibi gözüktü. Hatta belki de kısa ya da orta metrajlı bir film olsaydı daha vurucu olabilirdi.