24 Ara 2011 için arşiv

Gezici Festival 2011 İzlenimleri – 6. Gün: Köpekler, Yurt, Ödül

Köpekler (Straw Dogs):

Sam Peckinpah’ın 1971 yapımı Köpekler filmi için onun başyapıtlarından biri demek yanlış olmaz sanırım. Zaten filmin yapım tarihi yönetmenin en verimli olduğu döneme denk geliyor. Filmde, sessiz sakin matematikçi David (Dustin Hoffman) ve karısı Amy (Susan George) huzurlu bir yerde yaşamak ve David’in bilimsel çalışmalarına zaman ayırabilmek için Amerikan’dan İngiltere’ye, karısının doğup büyüdüğü kasabaya giderler. Kasabalılar özellikle David’e tam bir yabancı gibi davranırlar. Amy ise güzelliği ve rahat tavırları ile kasabalı erkeklerin dikkatini çekmektedir. Çift Amy’nin ailesinin eski evine yerleşir ama evde tamirat gerekmektedir. Amy’nin gençlik yıllarındaki sevgilisi de tamirat için tutulan grubun içinde yer almaktadır.

Hikayenin kasabalı grubunun çiftimize saldırısı ve onların kendilerini koruma çabaları ile devam edeceğini tahmin etmek zor değil. Bu şekilde bir özet Köpekler‘in sıradan bir gerilim filmi olduğu izlenimi verebilir. Ne de olsa 1971’den bu yana bu tip pek çok film izledik. Hatta bu filmin 2011 yapımı yeniden çevrimi de muhtemelen öyle bir film (henüz izleme fırsatı bulamadım, önyargılı bir yorum bu biraz). Ama işte burada Peckinpah’ın hem senaryo yazarı hem de yönetmen olarak ustalığı ortaya çıkıyor. Her ne kadar Peckinpah şiddetin sinemacısı olarak bilinse de, bu film döneminde aşırı şiddet içerdiği yönünde eleştirilere konu olsa da, hatta bazı sahneleri kesilmek zorunda kalınsa da görünür anlamdaki şiddet filmin neredeyse son yarım saatine kadar ortaya çıkmıyor. O noktaya kadar karakterleri, aralarındaki ilişkileri yavaş yavaş tanıyarak olayların neden şiddetin tepe noktası yaptığı hale geldiğini daha iyi anlıyoruz. Elbette şiddet sadece fiziksel olmak zorunda değil. Bu bakış açısı ile baktığımızda filmin tümüne yayılmış gizli bir şiddetin olduğunu da söylemek mümkün.

Köpekler, Zeki Demirkubuz’un Gezici Festival için seçtiği filmlerden bir diğeri idi. Filmin gösterimi öncesinde yine bir sunum konuşması yapan Demirkubuz, filmin öneminden bahsederken her zaman olduğu gibi insan doğası üzerine önemli şeyler söylediğini vurguladı ve filmin belli yerlerine kadın karakter üzerinden bakılmasının ilginç olabileceği şeklinde yorumladığım cümleler kurdu. Köpekler‘i bir kaç defa izleyen biri olarak çoğunlukla erkek karakter David tarafından bakmıştım hikayeye. Sürekli pasif durumda olan bir karakterin hangi noktada içindeki canavarı ortaya çıkarabileceği, hepimiz için böyle bir sınır noktasının olup olmadığı sorusu hep ilginç gelmiştir. Ama bu kez Demirkubuz’un da etkisiyle hikayeye daha çok kadın karakter Amy açısından bakmaya çalıştım. Gerçekten de onun film içinde geldiği nokta ve değişimi de David’den aşağı kalır değil hatta belki daha da komplike. Özellikle Demirkubuz’un da bahsettiği tecavüz sahnesindeki durumu, farklı hisleri gerçekten dikkat çekici. Zaten bu sahne filmin de zamanında en tartışma yaratan sahnelerinden biriydi. Sahnenin şiddetinden çok kadının tecavüzden zevk alıyor olabileceği imasını taşıyan anlar tartışma yaratıcıydı. Hatta 1984-2002 yılları arasında filmin İngiltere’de ev sinemasında piyasaya sürülmesinin yasak olduğunu da ekleyelim. Bu arada bizim festivalde izlediğimiz kopya da ikinci tecavüzün bir kısmının kesilmiş olduğu bir kopyaydı.

Köpekler de üzerine çok şey söylenebilecek hatta hemen her sahnesinin karakterlerin psikolojileri içindeki yerinin irdelenebileceği bir film. Yine Gezici Festival’de izlediğimiz Geceyarısı Kovboyu ile beraber düşündüğümüzde Dustin Hoffman’ın oyuncu olarak ne kadar geniş bir alanda güçlü performanslar verebildiğini de gösteriyor. Bu filmin kesintisiz halinin DVD’si ülkemizde de piyasaya çıkmış durumda. İzlememiş olanların kaçırmaması gerek. Eğer dil sorununuz yoksa her ne kadar artık piyasada olmasa da ebay’de falan bulunabilecek Criterion baskısını çok daha fazla tavsiye ederim.

Yurt:

Muzaffer Özdemir’i Nuri Bilge Ceylan’ın ilk dönem filmlerinin oyuncusu olarak tanıyoruz. Yurt filmi ile yönetmen kimliği ile de karşımıza çıktı. Ayrıca filmin senaryosunu da yazan Özdemir ufak bir rolde de oynuyor bu filmde.

Yurt, İstanbul’da mimarlık yapmakta olan Doğan’ın psikoloğunun tavsiyesi üzerine büyükşehirden uzaklaşıp Karadeniz’deki memleketinde doğayla iç içe geçirdiği bir kaç güne götürüyor bizi. Filmin temel derdi belli ki HES’ler ile hesaplaşmak. Zaten film sonrasında yapılan söyleşide de Özdemir filmi biraz da küfür etmek için çektiğini söyledi. Ama bunun sessiz sakin bir küfür olduğunu söylemek lazım. Film HES’lere karşı çıkarken bunu bağırarak değil, doğanın güzelliklerini göstererek, HES projeleri devam ederse günün birinde tüm bunların kaybolacağını göstererek yapıyor aslında.

Film bir yandan da ana karakterinin karşısına bölgeden farklı karakterler de çıkarıyor. Define arayıcıları, onu yabancı biri olarak görüp kimliğini isteyen askerler ve İstanbul’da bir projede yanında çalışmış ama şimdi hiç hatırlamadığı ustabaşı bunlardan bazıları. Doğruyu söylemek gerekirse bu karakterler ile yaşananlar ana hikayeye pek fazla bir şey katmayan, kopuk kopuk anekdotlar gibi kalmış. Bu sahnelerde galiba yörenin insanları oyuncu olarak kullanılmış. Bu nedenle bu sahnelerdeki oyunculuk da biraz zayıf gözüktü bana.

Film sonrasında Özdemir ile bir söyleşi yapıldığından bahsetmiştim. Seyircilerin büyük çoğunluğunun filmi epey sevdiğini gözledim. Her ne kadar Özdemir sürekli olarak kendisine soru sorulmasını istese de genellikle övgü cümleleri duyduk. Gelen bir kaç soru filmde yöre halkının HES’lere karşı tepkisizliğinin vurgulanmasına yönelik idi. Halbuki HES’lere karşı yapılan pek çok eylem görmüş, çeşitli belgesellerde izlemiştik. Özdemir ise bölgeden yetişmiş bir sinemacı olarak yöre insanının aslında konuya o kadar da duyarlı olmadığını, kendi bölgesindeki durum düzeldiğinde karşı köydeki durumu pek de önemsemeyeceğini belirtti.

Yurt az sayıda salonda da olsa gösterime de girecek. Aslında salonda heyecanla daha fazla salonda gösterilmesini ve daha fazla seyirciye ulaşmasını isteyenler vardı. Ama Özdemir’in de söylediği gibi iyi bir film olsa da çok seyirci çekecek bir film olmadığı açık. Umarım festivalde gördüğü ilginin bir kısmını vizyonda da görür diyelim.

Ödül (El Premio / The Prize):

Ödül, yönetmen Paula Markovitch’in ilk filmi. Bu filmde Markovitch çoğunlukla özyaşamsal bir öykü anlatmış. Film annesi ile birlikte yaşayan yedi yaşındaki Ceci’nin gözünden Arjantin’deki askeri yönetim dönemini anlatıyor. Filmin başında anladığımız kadarıyla anne-kız sık sık seyahat etmekteler ve sakladıkları bir şeyler var. Özellikle anne sürekli tedirgin durumda, kızını okula göndermekten bile çekiniyor, göndermeye karar verdiğinde ise ona babasını sorarlarsa ne diyeceğini tek tek tembihliyor.

Zamanla anlıyoruz ki Ceci’nin babası tutsak edilmiş, ailesinden öldürülenler olmuş, annesi ve o ise kaçmak zorunda. Günün birinde okulda bir kompozisyon yarışması düzenleniyor ve çocukların ordu hakkında bir kompozisyon yazmaları isteniyor. Birinci olan kompozisyona büyük bir ödül verilecek ve kalabalık bir topluluk önünde okunacak. Ceci de annesi bu konuda kendisine bir öğüt vermediği için ordu hakkında düşündüklerini açık açık yazıyor ve olaylar gelişiyor.

Aslında Ödül anne ve kızın yalnızlıklarını ve bekleyişlerini vermesiyle, yarattığı atmosferle ve hatta fondaki müziğiyle bile özenli ve güzel bir çalışma (müzik kulağı benden daha iyi olan bir arkadaş film boyunca arkadaki müziğin akortsuz olmasına takıldığını söyledi, aslında filmin sonunda anlaşılıyor ki müziğin akortsuz olmasının bir anlamı varmış). Ancak filmin hikayesi ve nereye doğru gittiği çok belli idi ve bir yerden sonra tekrara düşüyordu. Bu yüzden filmin 115 dakikalık süresi hikaye için biraz fazla gibi gözüktü. Hatta belki de kısa ya da orta metrajlı bir film olsaydı daha vurucu olabilirdi.

Gezici Festival 2011 İzlenimleri – 5. Gün: Cesaret, Bahar İsyancıdır 3, Deliliğin Uzun Tarihi, Akasyalar

Cesaret (Wymyk / Courage):

Polonyalı yönetmen Greg Zglinski’nin Cesaret filmi birbirinden çok farklı iki kardeşin hikayesini getiriyor karşımıza. Filmin başında kardeşlerden biri görünüşte çok daha cesur, gözünü budaktan sakınmayan  bir karakterken, diğeri ise daha pasif ve çekingen biri olarak gözüküyordu. Ancak günün birinde metroda bir grup gencin tacizine uğradığını gördükleri genç bir kadını kurtarmak için daha pasif gibi görünen kardeş kendini tehlikeye atarken diğeri ise hiç bir şey yapamadan donar kalır. Bu olay sonucunda kardeşlerden biri hastanelik olurken diğeri de kendisi ile başbaşa kalır ve kardeşinin başına gelenlerin kendi suçu olduğunu düşünmeye başlar. Çevresine olayları farklı aktarsa da bir süre sonra olayın videosu İnternet’e düşer ve herkes gerçekleri öğrenmeye başlar.

Cesaret aslında gayet basit bir konu üzerinden giderek insan psikolojisini detaylı bir şekilde irdeleyen bir film olmayı başarıyor. Bunu yaparken sadece cesaret/korkaklık duyguları etrafında dolaşmıyor, bir insanın vicdan muhasebesi, karısıyla, anne ve babasıyla ve hatta çevresiyle ilişkilerinin bu olaydan etkilenişi üzerinde de duruyor. Yönetmen bunları anlatırken gayet dengeli ve etkileyici bir sinema dili tutturmuş ve oyuncuların yüksek performansından da destek almış.

Benim için festivalin en keyif verici keşiflerinden biri olan Cesaret‘in yönetmeni Greg Zglinski’nin adını bir köşeye yazdım. Festival kataloğunda Kieslowski’nin öğrencisi olarak da anılan Zglinski, daha önce çoğunlukla televizyon dizileri yönetmiş ama bu performansı devam ederse ilerde adını çokça duyabiliriz.

Bahar İsyancıdır 3:

Arap Baharı’na ayrılan bu bölümün son seçkisinde iki belgesel yer alıyordu. Bu belgesellerden ilki olan Cuma Hareketi (Friday of Departure), bir önceki gün izlediğimiz Tahrir: Özgürlük Meydanı filmini akla getiriyordu. Bu film de aynı yerde yaşanan olayları biraz daha farklı bir açıdan ele alıyor, daha çok medyanın olaylara yaklaşımı üzerinde duruyordu. Yine de diğer filmin üzerine çok şey koyduğunu söylemek pek mümkün değil.

Diğer belgesel, İnşallah Laik Olacağız! (Laïcité, Inch’Allah! / Neither Allah, Nor Master!) ise seçkideki belgeseller içinde farklı bir yerde duruyordu. Bu film doğrudan olaylara odaklanmak yerine müslüman ülkelerde dinin hayata etkisi üzerinde duruyordu. Çoğunlukla Ramazan’da çekilen filmde gördüğümüz şey müslüman sayılan kişilerin dini kurallara uygun yaşaması zorlanırken yabancıların ya da müslüman olmadığı düşünülen kişilerin daha serbest olması. Mesela bir lokantada geçen bir bölüm var ki Ramazan’da müslümanlara servis yapılmadığı ama yabancıların istedikleri gibi yemek yiyebildikleri bir yer olarak iyi bir örnekti. Üniversitede gençlerle yapılan bir söyleşide de büyük bir kısmının dinin yaşama etkisi konusunda kafasının karışık olduğunu görüyorduk.

Aslında çoğunlukla görülen şey insanların zorunluluktan “miş gibi” yapıyor oldukları idi. Evde ya da farklı ortamlarda dini kurallara uygun davranmayanlar dışarıya çıktıklarında farklı davranmak zorunda kalabiliyorlardı. Film de Arap Baharı adı altında yaşananların bu durumu değiştirip değiştiremeyeceğini sorguluyordu zaten. Şimdilik bir şey söylemek için erken ama bu filmin yönetmeni Nadia El Fani’nin filmin gösterimi sonrası televizyona verdiği bir söyleşide açıkça ateist olduğunu söyleyebilmesi bir şeylerin değiştiğinin işareti gibi.

Deliliğin Uzun Tarihi (A Long History of Madness):

Festivallerde günde 4-5 film izleyince zaman zaman dikkatinizi toplamakta zorlandığınız ve içine giremediğiniz filmler olabiliyor. Başka zaman olsa keyifle izleyebileceğiniz bir film, o yoğunlukta güme gidebiliyor. Hollanda’lı akademisyen, eleştirmen ve sinemacı Mieke Bal’ın Deliliğin Uzun Tarihi adlı filmi de bu filmlerden oldu benim için.

Aslında enteresan bir çıkış noktası var filmin. Bir psikanalistin hastalarından birinin ölmesi üzerine kendini suçlu hissetmesi ile başlayan film, çok farklı noktalara gidiyor. Bir noktadan sonra o kadar farklı şeyden bahsediyor ve o kadar dallanıp budaklanıyor ki takip etmesi zorlaşıyor. Filmin beş ülkede çekilmesi, hikayesinin altı asıra yayılması ve filmde 12 farklı dilin kullanılması izlemeden önce merak uyandırmıştı ama izlerken bu fazla bilgi bombardımanı fazla geldi doğrusu.

Yine de filmi izlerken dikkatim fazlasıyla dağıldığı için yapacağım yorumlar çok sağlıklı olmayabilir. O yüzden ilgisini çekenler filme bir şans verebilirler diyelim sadece.

Akasyalar (Las Acacias):

Akasyalar filmini anlatmak için sadece saf bir yol filmi demek mümkün. Film, bir kamyon şoförünün biraz da gönülsüzce göçmen bir kadını ve bebeğini Buenos Aires’e götürmesini anlatıyor. Ama gerçekten de sadece bunu anlatıyor. Üç insan, kamyon ve yol. Filmin temel unsurları bunlar. Yan karakterler bile filmde neredeyse hiç görünmüyor, çok da önemli değiller zaten.

Filmin bu kadar sade yapıda olması seyircilerden bir kısmı için sıkıcı oldu belki. Kendi adıma da her zaman bu kadar sade yapıda olan filmleri sevmediğimi söyleyebilirim. Ama bu kez karşımızda gerçekten başarılı bir film vardı. Filmin bu yapısı iki insan arasındaki ilişkinin yavaş yavaş oturmasına, onlar birbirini tanırken bizim de seyirci olarak bu sıradan insanların katmanlarını tek tek aralayarak içlerine girmemizi sağlıyordu. Farklı bir film (özellikle bir Amerikan filmi) bu iki karakteri ilk görüşte aşık eder, ilk mola yerinde sevişmelerini sağlar, yolun geri kalanında da karşılarına kötü adamlar çıkarırdı. Burada ise karakterler arası ilişki tam da gerçek hayatta olabileceği şekilde ilerliyor ve filmin sonunda ancak birbirlerine açılabiliyorlar. Ki o da son derece kısıtlı oluyor zaten.

Herkese göre olmasa da bu tip filmleri severim diyenlerin mutlaka izlemesi gereken bir film. Sürekli festival seyircilerinden bir kısmının bu yılki festivalin en iyisi olarak niteledikleri bir filmdi Akasyalar.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 300.972 hits
Aralık 2011
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: