22 Ara 2011 için arşiv

Gezici Festival 2011 İzlenimleri – 3. Gün: Gül Hasan, Öfke, Bisikletli Çocuk

Gül Hasan (Lyckliga Vi…):

Tuncel Kurtiz’i usta bir oyuncu olarak tanıyoruz. Ama her ne kadar unutulmaya yüz tutmuşsa da yönettiği uzun metrajlı bir film de var. Gezici Festival sayesinde bu filmi izleme fırsatı bulduk. Gül Hasan adlı bu filmde Kurtiz, yönetmen olmanın yanısıra filmin senaryo yazarlarından da biri aynı zamanda. Bu görevleri üstlenmek onu oyunculuktan da geri bırakmamış. Filmin başrolünde de o var.

İsveç’te çekilen bu filmde (ki kaynaklarda İsveç filmi olarak geçiyor zaten) İsveç’te yaşayan düzenbaz bir ekibin, filmde oynayacaksınız diyerek vatandaşlarımızı dolandırması konu ediliyor. Dolandırıcı ekibin başındaki yönetmeni Tuncel Kurtiz canlandırırken, yapımcı rolünü de Müjdat Gezen canlandırmış. Aslında bu grubun içinde gerçekten sinema yapmak isteyenler de var. Filmin bu tarafı Kurtiz’in sinema dünyasının belli bir kısmına kızgınlığını da dile getiriyor adeta. Onlara dolandırıcı dediğini söylemek doğru olmaz ama sinemadan kazandığı paraları başka işlerde harcayanlara, yapımcının sevgilisini filmlerinde oynatanlara ya da çok büyük, çok sanatsal filmler çektiklerini sanıp havalara giren sinemacılara bolca dokundurma yapıyor.

Filmin diğer bir yanı da göçmenlerle ilgili. İsveç’teki Türk işçilerinin neden oraya gittikleri, oradaki durumları üzerine de önemli şeyler söylüyor Gül Hasan. Özellikle bu konuda günün politik söylemine göre şekillenen sahneler var. Bu sahnelerin biraz fazla mesaj yüklü olduğu söylenebilir ama filmin 1979 yapımı olduğu düşünülürse politik söylemin öne çıkması anlaşılabilir. Zaten filmin tümü düşünüldüğünde çok abartılı sayılmaz.

Gül Hasan, değindiği konuların ağırlığı bir yana eğlenceli bir film aslında. Zaten bir türe sokmak gerekirse komedi diyebiliriz. Kimi karakterlerin abartılı olarak çizilmesi gibi sorunları var. Ayrıca bazı karakterleri de bir yerden sonra unutuyor adeta. Yine de izlenmesi gereken bir film.

Öfke (La Rabbia):

Pier Paolo Pasolini İtalyan sinemasının iz bırakan isimlerinden. Ama sadece sinemanın değil İtalyan kültür hayatının ve politik yaşamının da önemli isimlerinden biriydi. Aynı zamanda bir şairdi elbette. Onun tüm bu özelliklerini topladığı söylenebilecek bir belgesel izlemek ilginç oldu.

1963 yapımı Öfke, o günün gerçek görüntülerinin farklı bir kurgusu ve üzerine Pasolini’nin yaptığı yorumlardan oluşuyor. Aslında 1963 yılında aynı filmin ilk kısmını sol kanattan Pasolini’nin, ikinci kısmını ise sağ kanattan Giovanni Guareschi’nin yönettiği bir film olarak tasarlanmış Öfke. Ama bizim festivalde izlediğimiz kopya sadece Pasolini’nin çektiği kısımdı. Belki de bugün yaşasaydı onun isteği de bu olurdu.

Bu filmde Pasolini, yakın tarihin Kore savaşı, Kongo devrimi, Cezayir savaşı, atom bombası gibi önemli politik olaylarını arka arkaya sıralarken bir yandan da İngiltere kraliçesinin taç giyme töreni, Marilyn Monroe’nun ölümü gibi popüler kültürün çok önemli olaylarına da değinmeden geçmiyor. Ama bunu yaparken bildik bir belgeseldeki gibi bir dış sesle olayları anlatmaktan ziyade şair kimliğini ön plana çıkarıyor ve tüm film boyunca dış sesin (ki Pasolini’nin sesi zaten) adeta bir şiir okuduğunu görüyoruz.

Bu farklı belgeselin adı Öfke belki ama Pasolini’nin çektiği film öfkeden çok hüzün içeriyor. İşin asıl düşündürücü ve üzücü tarafı Pasolini bugün yaşasa ve benzer bir film yapmak isteseydi daha güncel görüntüler üzerine hemen hemen aynı metni kullanabilirdi. Aradan geçen neredeyse 50 yılda belki pek çok teknolojik gelişme yaşandı, dünyanın dengeleri değişti ama Pasolini’nin söyledikleri büyük ölçüde geçerli hala. Filmi izledikten sonra insan kendini bunları düşünürken buluyor.

Öfke ile ilgili temel sıkıntı haber görüntüleri izlediğimiz kimi konuların ne olduğunu her seyircinin bilmeyişi. Muhtemelen Pasolini zaten çok güncel konuları ele aldığını düşünerek görüntüleri açıklama ihiyacı hissetmemiş. Hoş bir açıklama bölümü olsa bu sefer de filmin o şiirsel yapısı bozulacaktı. Bu yüzden bu haliye filmin daha iyi olduğunu söylemek mümkün. Sadece o dönemi çok iyi bilmeyen seyirciler filmin ele aldığı konular üzerine biraz okuma yapıp filmi izleseler daha iyi olabilir.

Bisikletli Çocuk (Le Gamin Au Vélo / The Kid with a Bike):

Bu yıl Gezici Festival’de Dardenne kardeşlerin filmlerinin toplu gösterisi vardı. Bu filmler arasında daha önce izlemediğim tek film, en yeni filmleri olan Bisikletli Çocuk‘tu. Bu filmlerinde Dardenne kardeşler, filmin isminden de rahatça anlaşılabileceği gibi daha önce pek çok kez yaptıkları gibi hikayenin merkezine bir çocuğu yerleştiriyorlar. Cyril adındaki bu çocuk bir yetiştirme yurdunda kalmakta ve babasının bir gün gelip onu oradan alacağı umuduyla yaşamaktadır. Ancak film ilerledikçe anlarız ki babası oğlunu bırakıp yeni bir hayat kurma peşindedir. Bu dönemde Cyril tutunacak bir liman aramaktadır. Karşısına da onu koruyup kollamak isteyen kuaför bir kadınla, onu soygunlarda kullanmak isteyen mahallenin çetesi çıkar.

Dardenne kardeşlerin filmleri çoğunlukla karakterlerini katı bir gerçekliğin içine yerleştirip karamsar bir tablo çizer. Omuz kamerası da değişmez özelliklerinden biridir. Doğruyu söylemek gerekirse bu filmde bu iki özelliğin de biraz törpülendiği söylenebilir. Karakterlerimiz yine bir gerçekliğin içindeler ama özellikle kuaför Samantha, böyle bir gerçeklik için fazlasıyla iyi, karşılıksız veren bir karakter. Çocuğu ilk gördüğü anda benimsiyor, tüm yaptıklarına rağmen ondan vazgeçmiyor ve onun uğruna erkek arkadaşından bile ayrılmayı göze alıyor. Filmde onun bu davranışlarının arkasındaki neden de hiç bir şekilde belirtilmiyor. En basit açıklama olarak akla hemen çocuk sahibi olmasının mümkün olmadığı ya da çocuğunu kaybettiği geliyor ama filmle ilgili biraz araştırma yapınca Dardenne’lerin filmi bir peri masalı olarak kurduklarını, Samatha’nın da çocuğa yardım eden peri olduğunu söylediklerini görüyoruz. Tam da bundan dolayı Bisikletli Çocuk için Dardenne’lerin en iyimser filmi demek mümkün. Final yine de gerçek hayatta olduğumuzu hatırlatsa da izleyenler görecektir, film çok daha karamsar bir şekilde bitebilecekken son anda dönüyor.

Dardenne’lerin diğer özelliği olan omuz kamerasının da bu filmde önceki filmlerine göre daha az kullanıldığını söyleyebiliriz. Özellikle Söz (La Promesse) ve Rosetta filmlerindeki omuz kamerası kullanımı tüm filme yayılmış durumda idi. Bu kullanım seyri zorlaştırıyordu bir miktar ama filmin atmosferine de çok uygundu. Burada daha dengeli bir kullanım var. Bu nedenle daha seyirci dostu bir film. Ama benim için halen en iyi filmleri Söz ve Rosetta olarak görülüyor. Ülkemizde bir kaç festivalde gösterilen bu film aynı zamanda 16 Aralık 2011 tarihinde vizyona da girdi. Festivallerde izleme fırsatı olmayanlar vizyonda kaçırmasın ve kendi kararlarını versinler derim.

Son olarak filmde Cyril’in babasını canlandıran Jérémie Renier’in Söz filminin başrolündeki çocuk olduğunu da bir not olarak belirtmiş olalım. Zaten Dardenne kardeşlerin hemen her filminde karşımıza çıkan bir isim Renier. Bir de biri 60, diğeri 57 yaşındaki bu iki kardeşin yazdıkları senaryoda Assassin’s Creed ve Resident Evil göndermeleri olmasının dikkat çekici olduğunu da belirtmeliyim. PS3 oynamayı seven bir çocuğu anlatırken bu oyunlardan bahsetmek güzel bir detay olmuş.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.551 hits
Aralık 2011
P S Ç P C C P
 1234
567891011
12131415161718
19202122232425
262728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: