Kısa İyidir 1:
Gezici Festival’in kısa film seçkilerini beğendiğimi hep belirtiyorum. Az ve öz filmler seçiyorlar. Bu yılki festivalin ilk kısa film seçkisinde de gayet güzel filmler vardı. Bazılarını daha önceki festivallerde görüp beğenmiştik. Örneğin bence bu bölümün en iyi filmi olan Savaş Nedeni (Casus Belli), Mart ayındaki Ankara Film Festivali’nde de izlediğimiz bir kısa filmdi. Yunanistan’dan gelen bu filmde farklı mekanlarda sıra bekleyen insanları görüyoruz ama bu sıralar bir şekilde birbirine bağlanıyor. Zekice ve eğlenceli bir film. Büyük Yarış (La Gran Carrera / The Great Race) de daha önce izlediğimiz, 1910’larda geçen bir at yarışına farklı bir açıdan bakan bir filmdi.
Yeni izlediğimiz filmlerden Altın Madeni (La Mina De Ora / The Gold Mine), İnternet’ten aşkı bulanlara dair yine zekice kurulmuş bir filmdi. Filmde sürekli bir tekinsizlik seziyor ama ne olduğunu anlayamıyordunuz. Sonunda ise her şey yerli yerine oturuyordu.
Kısa film seçkilerinin olmazsa olmazlarından biri de deneysel filmlerdir. Bu seçkide yer alan Tırmanış (Stick Climbing) ve Yok Edici (Liquidator) bu türün örnekleriydi. Genellikle herkese göre olmayan bu filmler zaman zaman ilgi çekici olabiliyor. Açıkçası Tırmanış‘ı çok sevmediğimi söyleyebilirim ama Yok Edici, 1922’den kalan bir sessiz filmin görüntüleri ile oynayarak ve arkaya farklı sesler katarak oluşturulmuş ilgi çekici bir denemeydi.
9 filmden oluşan bu seçkinin öne çıkan filmlerini böyle sıralayabiliriz. Ancak seçkinin son filmi olan Las Palmas‘ı diğer filme yetişmek için izleyemediğimi belirtmeliyim.
Onun Geldiği Gün (Book Chon Bang Hyang / The Day He Arrives):
Güney Kore yapımı bu siyah-beyaz film, bir yönetmenin arkadaşı ile buluşmak üzere gittiği şehirde geçirdiği bir günü anlatıyor. Yönetmen bu günde arkadaşı ile buluşmadan önce eskiden tanıdığı bir kadın oyuncu, sinema öğrencileri ve eski sevgilisi ile buluşuyor, arkadaşı ile buluştuğunda ise onun yanında eski sevgilisine son derece benzeyen başka bir kadın buluyor. Gün, yönetmenin bu karakterlere tekrar karşılaşmaları, oturup uzun uzun konuşmaları ile devam ediyor.
Doğrusu bu basit özetin bir noktası tartışmaya açık. Tüm bu olanların aynı gün mü olup bittiği, yönetmenin aynı günü farklı şekillerde defalarca mı yaşadığı (bkz. Groundhog Day) belirsiz. Tüm olanların birbirini takip eden bir kaç güne yayıldığı da söylenebilir.
Filmin zamanla ilgili bu meselesi dışında fena halde kişisel bir film olarak görülebilir. Zaten ana karakterin yönetmen olarak seçilmiş olması hemen akla yönetmenin bir alter-egosu olduğunu getiriyor. Bu ne kadar doğrudur bilinmez ama bir bunalım anında sinema öğrencilerine “beni taklit etmeyin” şeklinde bağırması bu düşüncemi güçlendiriyordu (filmde aslında yönetmenin sigara içmesini taklit etmekten bahsediliyor ama farklı bir bağlantı kurmak elbet mümkün). Ancak yönetmenin fazlaca kendi dertlerini anlatması filmi çok kişisel kılmış. Görsel olarak da fazla çekici bir yapısı olmayınca (hemen her sahnede kullandığı zoom olayını analım yine de) festivalin çok iz bırakan filmlerinden biri olmadı benim için.
Geceyarısı Kovboyu (Midnight Cowboy):
Bu yıl Gezici Festival’in en dikkat çekici bölümlerinden biri, Zeki Demirkubuz’un “Kıskandığım Amerikan Filmleri” başlığı altında seçtiği filmlerdi. Bu bölümün ilk filmi Geceyarısı Kovboyu idi. John Schlesinger’in 1969 yapımı bu filmi daha önce izlemiş olsam da yine beni etkileyen bir film oldu. Jon Voight’un New York’da jigolo olarak paraya para demeyeceğini düşündüğü taşralı bir genci, Dustin Hoffman’ın ise büyük şehrin hayatına uyum sağlamış Ratso’yu canlandırdığı film, şehrin arka sokaklarında takılıp kalmış bu iki karakterin zamanla oluşan dostluğu çerçevesinde şehirdeki sınıfsal ayrımı insanın canını acıtacak bir hikayeyle anlatıyordu.
Geceyarısı Kovboyu‘nu bir kez daha izlemek klasik olmuş filmlerin neden bu başlığı hakettiklerini, defalarca izlemekle değerlerinden hiç bir şey kaybetmeyeceklerini bir kez daha gösteriyordu. Bu kısa alan, bu filmden hakkıyla söz etmek için pek dar. Festival öncesinde yazdığımı tekrarlayayım. Eğer festivalin uğradığı şehirlerden birinde değilseniz ve bu filmi hala izlemediyseniz bu yazıyı okumayı bir yana bırakın ve bir şekilde bu filmi bulup izleyin (çıkıp DVD’sini alın demek isterdim ama ne yazık ki bu filmin DVD’si ülkemizde çıkmamış).
Volkan (Eldfjall / Volcano):
Volkan, İzlanda’dan gelen hüzünlü bir film. Film, İzlanda’daki volkan patlamasının arşiv görüntüleri ile başlıyor. Bu patlama yüzünden halkın büyük kısmı farklı yerlere yerleşmek zorunda kalmışlardır. Film bu şekilde açılıyor, adı da Volkan ama filmin devamında bu patlamaya değinilmediğini söyleyebiliriz. Ama filmin atmosferine bu patlamanın sonuçlarının sinmiş olduğu söylenebilir.
Filmimizin ana karakteri Hannes, bir okulda uzun yıllar hademelik yaptıktan sonra emekli oluyor. Her ne kadar Hannes’in işinde ne kadar mutlu olduğu tartışılır bir durum olsa da emekli olup evde kalmak zorunda olunca karısıyla ve çocuklarıyla olan sorunları daha fazla göze batmaya başlıyor. Film Hannes’in emekli olduğunda düştüğü boşluğu, dışardan aksi ihtiyar klişesine gayet uymasına rağmen aslında karısına duyduğu sevgiyi başarılı bir şekilde anlatmış.
Hannes’in karısı Anna’nın hastalanması filmi farklı bir boyuta taşıyor. Filmin geri kalan kısmında Anna’nın hastalığı ve Hannes’in ona bakma çabasını izliyoruz ve film, karakterleri tanıyınca şaşırtıcı olmayan bir sonuca doğru ilerliyor. Filmin finalinde Hannes’in yaptığı seçim kimi seyirciler tarafından çok olumsuz bir şekilde yorumlansa da bence hem karaktere son derece uygundu hem de bunu sevgiden dolayı yaptığı çok açıktı.
Volkan, karakterlerini detaylı bir şekilde tanıtan, onları seyirci ile özdeşleştirmese de yaşadıklarını anlamamızı sağlayan ve sakin ama tutarlı bir sinema anlayışına sahip bir filmdi. Yine de filmin ikinci yarısındaki hastalık meselesinin özellikle böyle bir deneyimi yaşamış seyirciler açısından izlemesi oldukça rahatsızlık verici olabileceğini belirtmiş olalım.