22 Eki 2011 için arşiv

Antalya Altın Portakal 2011 İzlenimleri – Dünyanın Halleri: 80 Mektup, Kara Kan

Festivalin Dünyanın Halleri bölümünde 4 farklı ülkeden 4 farklı film vardı. Bunlardan ikisini izleme fırsatı buldum.

80 Mektup (Osmdesát Dopisu / Eighty Letters):

80 Mektup, yaklaşık 25 yıl öncesinin Çekoslavakya’sında geçen bir film. Film bir anne oğulun bir gününü anlatıyor. Çocuğun bakış açısından anlatılan filmde baba İngiltere’ye göç etmiş, anne ve oğlu da onun yanına gitmek istiyorlar. Ancak filmde bu çabaya dair çok fazla bir şey görmüyoruz. Genelde anne oğulun günlük rutin  yaşamlarını izliyoruz. Zaten olayları çocuğun bakış açısından izlediğimiz için pek çok sahnede neler olduğunu da çok bilemiyoruz. Örneğin anne bir iş için gidip, çocuğu onu beklemesi için apartmanın girişinde bırakırsa biz de dakikalarca çocukla beraber apartmana girip çıkanları izliyoruz. Ya da bir yerden bir yere yürüyerek gidiyorlarsa biz de onlarla beraber uzun süre yürüyoruz. Açıkçası bir yerden sonra bu uzun sahneler sıkıcı olmaya başlıyor.

Festival kataloğunda 80 Mektup‘un otobiyografik özellikler taşıdığı söyleniyordu. Gerçekten de yönetmen de filmdeki çocuk gibi babası İngiltere’ye göçtükten bir süre sonra annesi ile birlikte onun yanına gitmiş. Muhtemelen filmde izlediklerimiz de onun çocukluğundan hatırladıkları. Hatta tahmin ediyorum filme adını veren 80 mektup da annesinin babasına yazdığı mektup sayısı (filmde bu 80 sayısına dair yakalayabildiğim bir açıklama yoktu çünkü). Otobiyografik özelliklerinden dolayı filmdeki pek çok ayrıntının yönetmen için çok şey ifade ettiğini düşünmek yanlış olmaz sanırım. Ama sıkıntı şurada. O ayrıntılar seyirci için pek bir şey ifade etmiyor, böyle olunca da seyirci ilgisini film üzerinde toplayamıyor. Benim izlediğim seansta seyircinin büyük bir kısmı salonu terketti. Kalanların büyük kısmı da uyukladı zaten. Filmin 75 dakikalık süresine rağmen, çok açıkça benim de onların arasında yer aldığımı itiraf etmeliyim.

Kara Kan (Black Blood):

Bu bölümde yer alan filmler arasında izlediğim ikinci film de günlük rutinleri anlatan, uzun planlardan oluşan ve seyirciye sıkıcı gelebilecek olan bir başka film olan Kara Kan idi. Ancak bu kez yönetmen çok daha sinemasal bir anlatım tutturduğu ve siyah-beyazı başarılı bir şekilde kullandığı için daha izlenebilir bir filmdi.

Bu filmde yaşamlarını idame ettirebilmek için kanlarını satan bir çifti izliyoruz. Esasen filmin hikayesi şöyle gelişiyor. Adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra kanını satıyor, adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra parada anlaşamıyorlar ve kanını satamıyor, adam sabah kalkıyor, kan yapması için dakikalarca su içiyor, kanını satmak için bu işle uğraşan adamla buluşmaya gidiyor, pazarlıktan sonra kanını satıyor ve bu böyle devam ediyor. Bir ara kan satmaya eşi ile beraber gidiyorlar, sonra her ikisi de HIV virüsü kapıyorlar ve olaylar beklenen bir sona doğru ilerliyor (bu arada su içme ve kan satma rutini devam ediyor). Bu arada özellikle su içme sekansları sırasında radyodan sürekli olarak Çin’in ne kadar gelişmiş olduğuna dair yapılan resmi açıklamaları da dinliyoruz ki belli ki bu konuşmalar da insanların yaşayışları ile oluşturduğu tezat nedeniyle konulmuş.

Ama işte bu kadar fazla birbirini tekrarlayan sahneler olmasına rağmen yönetmen kendine özgü tutturduğu tarzla filmi izletmeyi ve akılda kalıcı olmayı başarıyor. Yine de filmi izleyenlerden birinden duyduğum yoruma da katılıyorum: “Güzel film ama 123 dakika yerine 90 dakika civarında olsa daha iyi olacakmış.”

Antalya Altın Portakal 2011 İzlenimleri – Ustaların Gözünden: Artık Bir Papa’mız Var, Umut Limanı

Festivalin Ustaların Gözünden bölümündeki filmlerin hemen hepsi merak edilen filmlerdi. Gerçekten de adına uygun bir şekilde ustaların en yeni filmleri bu bölümdeydi. Bu filmlerin çoğunun gösterime gireceği de kesin olduğu için programıma uyan iki filmi izledim.

Artık Bir Papa’mız Var (Habemus Papam / We Have A Pope):

Nanni Moretti, hem filmleri hem de politik kimliği ile İtalyan sinemasının önde gelen isimlerinden biri. Çok da sık film çekmeyen Moretti, yeni filmi Artık Bir Papa’mız Var‘da bu kez adından da anlaşılabileceği gibi Papa seçimini merkezine alan bir hikaye anlatıyor.

Film tüm katolik dünyasının sonucunu merakla beklediği Papa’lık seçimi ile açılıyor. Önce dışarıda basının büyük ilgisini görüyoruz. Ancak seçimin gerçekleştiği ve kardinallerin seçim sonuna kadar terkedemediği binanın içine girdiğimizde görüyoruz ki aslında hiçbiri bu büyük sorumluluğun altına girmek için kendilerini hazır hissetmiyorlar. Favori olan adaylar bir türlü gerekli oy sayısını sağlayamadıkça süreç uzuyor ve kardinaller oylarını değiştirmeye başlıyorlar ve sonuçta favori olarak düşünülmeyen kardinallerden biri Papa olarak seçiliyor. Diğer kardinaller rahat bir nefes alırken Michel Piccoli’nin canlandırdığı yeni Papa tüm baskıyı bir anda üzerinde hissediyor. Tam da halka seçimin sonucu açıklanıp konuşma yapmak üzereyken Papa panik atak geçiriyor ve kendisini odasına hapsediyor. Papa’yı ikna edemeyen diğer kardinaller de dışardan yardım almaya karar veriyor ve İtalya’nın en ünlü psikoanalistinden yardım almaya karar veriyorlar. Tam bir bilim adamı olan doktor (ki onu da Nanni Moretti canlandırıyor) aynı zamanda inançsız bir isimdir ama bu durumu çözebilecek tek kişi olarak da o görünmektedir.

Yukarda anlattığım bölümü aslında filmin giriş bölümü olarak görmek mümkün. Asıl film Papa ve doktor arasındaki seanslar ve sonrasında yaşananlar ile gelişiyor. Moretti gerçekten iyi bir fikirden yola çıkarak başarılı bir hikaye ve iyi bir film ortaya çıkarmış. Uzaktan gayet ciddi adamlar olarak görülen kardinallerin herkes gibi birer insan oldukları çok güzel vurgulanmış. Bir ara film yeni Papa’nın psikolojik analizi üzerinden ilerleyecek ve sorunun derinine inecek gibi gözükse de hikayenin gelişimi ile olay biraz daha farklı bir yöne doğru gidiyor.

Genel olarak Moretti’nin iyi bir film ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Ancak ondan katolik kilisesine yönelik biraz daha eleştirel bir film bekliyordum sanırım. Çok fazla bu yönde ilerlememiş. Halbuki katolik inacının sembolü bir grubun ortasında kalan inançsız bir bilim adamı figürünün karşıtlığından yola çıkarak çok daha farklı konulara değinilebilirdi. Her ne kadar Moretti’nin en iyi filmlerinden biri diyemesek bile yine de keyifle izlenen bir filmle karşı karşıyayız.

Umut Limanı (Le Havre):

Bir Aki Kaurismäki filmi. Sanırım Umut Limanı filmini en kolay tanımlayabileceğimiz cümle bu. Kaurismäki’nin öyle belirgin bir tarzı var ki yönetmeni tanıyorsanız kazara televizyonda bir filminin ortasında yakalasınız onun bir Kaurismäki filmi olduğunu anlamanız bir kaç dakikayı geçmeyecektir. Usta yönetmen bu filminde de alışık olduğu tarzdan vazgeçmiyor.

Bu kez ele aldığı konu Avrupa’da çok önemli bir sorun haline gelmiş olan göçmen meselesi. Fransa’nın Le Havre adlı liman şehirinde yaşayan ayakkabı boyacısı Marcel Marx’ın karısı Arletty ile mutlu bir hayatı vardır. Marx her ne kadar eski bir yazar olsa da o günleri hiç aramadan ayakkabı boyacılığından gayet memnun, geceleri gittiği barda gayet mutlu bir haldedir. Ancak polislerden kaçan Afrikalı göçmen bir çocuk ile karşılaşması ve karısının hastalanması ile işler değişir.

Kaurismäki bu ağır hikayeyi kendisine özgü mizah duygusu ile anlatıyor elbette. İşin içine rock müziği de katmayı ihmal etmiyor. İlk defa bu filmle tanıdığım Little Bob gerçekte de varolan bir müzisyen ve görmek gereken bir karakter olarak göze çarpıyor.

Yönetmen bu filmin Avrupa’daki kıyı şehirlerinde geçen hikayeleri anlattığı bir üçlemenin ilk filmi olacağını belirtmiş. Diğer filmlerin de İspanya ve Almanya’da geçmesini planlıyormuş. Biz de bekliyoruz diyelim o halde.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 299.428 hits
Ekim 2011
P S Ç P C C P
 12
3456789
10111213141516
17181920212223
24252627282930
31  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: