Ekim 2010 için arşiv

SİYAD: Son Üç Ayın Top 10 Listesi (10 Ekim 2010)

10 Ekim haftasına baktığımızda tek mekanda tek bir oyuncuyla çekilen Toprak Altında (Buried) filminin 4. sıradan listeye girdiğini görüyoruz. Robert de Niro ve Edward Norton’u karşı karşıya getiren Şantaj (Stone) da 9. sıradan listeye giriyor. Buna karşılık haftanın liste dışında kalan filmleri ise Baykuş Krallığı Efsanesi (Legend of the Guardians) ve Karate Kid (The Karate Kid).

Sıra

Geçen Haftaki Sıra

Film Adı

Ortalama Notu
(4 üzerinden)

1

1

Başlangıç (Inception)

3.25

2

2

Ciddi Bir Adam (A Serious Man)

3.11

3

3

Sıradan İnsanlar (Ordinary People)

3

4

Toprak Altında (Buried)

3

5

4

Çılgın Hırsız (Despicable Me)

2.92

6

5

Annemi Öldürdüm (J’ai Tué Ma Mere)

2.83

7

6

İyi Yürek (The Good Heart)

2.7

8

7

Son Kahraman (John Rabe)

2.57

9

Şantaj (Stone)

2.45

10

9

Centilmen (The American)

2.4

Yeni Batman Filmi: The Dark Knight Rises

Christopher Nolan, yöneteceği üçüncü Batman filminin adını açıkladı. 2012’de gösterime girmesi beklenen filmin adı “The Dark Knight Rises” olacak. Henüz filmin konusu ile ilgili açıklanan bir şey yok ama filmin ana kötü karakterinin Riddler olacağı söyleniyordu. Nolan’dan bunu da reddeden bir ifade geldi. Ayrıca filmin son dönemin modasının aksine 3 boyutlu olmayacağı (Nolan özellikle istememiş) ve yine ikinci film gibi IMAX formatına ağırlık vereceği de açıklanan diğer konular arasında.

SİYAD: Son Üç Ayın Top 10 Listesi (3 Ekim 2010)

Araya festival girince SİYAD’ın listeleri ile ilgili bilgileri vermeyi biraz aksattık. Eksiği yavaş yavaş tamamlayalım. 3 Ekim haftasının yeni filmlerinden İyi Yürek (The Good Heart) ve Baykuş Krallığı Efsanesi (Legend of the Guardians) filmlerinin listeye altıncı ve sekizinci sıradan girdiğini görüyoruz. Çıkan filmler ise gösterime girdiğinden beri listenin üst sıralarında yer alan Oyuncak Hikayesi 3 (Toy Story 3) ve sadece bir hafta listede kalan Saftrik Greg’in Günlüğü (Diary of a Wimpy Kid).

Sıra

Geçen Haftaki Sıra

Film Adı

Ortalama Notu
(4 üzerinden)

1

1

Başlangıç (Inception)

3.25

2

3

Ciddi Bir Adam (A Serious Man)

3.11

3

4

Sıradan İnsanlar (Ordinary People)

3

4

5

Çılgın Hırsız (Despicable Me)

2.92

5

6

Annemi Öldürdüm (J’ai Tué Ma Mere)

2.73

6

İyi Yürek (The Good Heart)

2.67

7

7

Son Kahraman (John Rabe)

2.57

8

Baykuş Krallığı Efsanesi (Legend of the Guardians)

2.4

9

9

Centilmen (The American)

2.4

10

8

Karate Kid (The Karate Kid)

2.4

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Yıldızlı Gösterimler: Dokuzuncu Bölük, Maradona

Festivalin Yıldızlı Gösterimler başlığı ile sunulan bölümünde yönetmenlerinin konuk olduğu filmler vardı (ya da öyle bir planlama yapılmıştı diyelim). Bu bölüme 5 film dahil edilmişti. İzlediğim 2 tanesi şunlar: 

Dokuzuncu Bölük (9 Rota / 9th Company):

Rusya’nın Afganistan’daki savaşının bir dönemini askere yeni yazılan gençlerin gözünden anlatan Dokuzuncu Bölük etkileyici bir film doğrusu. Belli ki çok para harcanmış ve bunun da karşılığı alınmış. 2005 yılında Rusya’da gişe şampiyonu da olmuş. Ama o gençlerin yaşadığı ruhsal durumu anlatmakta ne kadar başarılı oluyor tartışılır. Filmden önce yönetmen Fyodor Bondarchuk ile yapılan söyleşide, film Full Metal Jacket ile kıyaslandı. Bir bakıma doğru. Ama sadece hikaye yapısı olarak. Burada da filmin ilk yarısında epeyce sert bir eğitimden geçen gençler, ikinci yarıda savaşın göbeğinde buluveriyorlar kendilerini. Ama bir filmi iyi film yapmak için hikaye yapısının iyi bir filme benzemesi yetmiyor elbette. Dokuzuncu Bölük asla o derinliğe erişemiyor. Filmi izlerken hissettiğim şey Bondarchuk’un tam bir Amerikan savaş filmi yaptığı oldu (elbette oradan gelen iyi savaş filmleri de var, burada kastettiğim filmler bol patlamalı ve aksiyonlu, seyirciyi savaşın görkemine hayran eden filmler). Bu konuda herhangi bir eksiği yok doğrusu. Teknik açıdan her şey yerli yerinde. Ama Amerikan filmlerine öykünen bir Rus filmi izlemek istersem bunun yeri festival değil diye düşündüm ve bu filmi izledikten sonra aynı yönetmenin bilim-kurgu türündeki Yaban Ada 1 (Obitaemyy Ostrov / The Inhabited Island) filmini programımdan çıkardım.

Maradona (Maradona by Kusturica):

Festivalin bu yılki konuklarından Emir Kusturica, artık herkes tarafından bilinen olaylar sonucu ülkemizden gitmek zorunda kalınca Maradona üzerine yaptığı bu belgeselin gösterimine katılamadı. Halbuki filmin üzerinden iki yıl (ve bir Dünya Kupası) geçmişken görüşlerini duymak güzel olurdu. Çünkü film orijinal adında da belirtildiği üzere Kusturica’ya göre Maradona’yı anlatıyor. Ortada Maradona’nın hayatını tarafsız bir gözle anlatan bir belgesel değil ona hayran bir sinemacı tarafından çekilmiş, Maradona’nın hayatından çok görüşleri ve çevresinde bıraktığı etki ile ilgili bir belgesel var. Filmi çeken yönetmen Kusturica olunca kendisini de geri çekmemiş. Maradona ile yaptığı söyleşilerde, soru soran kişiyi hiç görmediğimiz belgesellerin tersine, çoğunlukla o da önemli bir figür olarak perdede gözüküyor. Hatta zaman zaman kimi olayları kendi filmlerinden sahneler eşliğinde anlatıyor. Film boyunca Maradona tam bir devrimci olarak çiziliyor, o Amerika’ya karşı tek başına kafa tutan bir figür, film boyunca defalarca izlediğimiz ve “yüzyılın golü” olarak nitelenen 1986 Dünya Kupası’nda İngiltere’ya attığı gol ile adeta bir ülkeyi sallayan bir isim. Hayatı boyunca peşini bırakmamış doping ve uyuşturucu konularında da hakkı yenilmiş biri olarak çiziliyor. Seyirci olarak bunların hepsine katılmasanız da film boyunca Maradona’yı dinledikçe onun etkisine girmemek kolay değil. Hele çevresindeki etkisini görünce, daha da ötesi ona adanmış bir kilise olduğunu öğrenince o etki daha da büyüyor (Maradona Kilisesi’ndeki evlilik törenini görmek bile filmi izlemek için yeterli bir neden olabilir). Hem futbol, hem sinemaseverler tarafından izlenmeli.

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Aileye Bakmak, Aileyi Aramak: Senin Yüzünden, Joy, Gece ve Sis

Festivalin “Aileye Bakmak, Aileyi Aramak” başlıklı bölümü adından da anlaşıldığı gibi aileye (aslında aile sorunlarına) odaklanmış filmlerden oluşuyordu. Bu bölümdeki yedi filmden üçü:

Senin Yüzünden (Por tu Culpa / It’s Your Fault):

İki çocuklu yalnız bir anne olan Julieta, bir yandan iş yapmaya çalışırken bir yandan da çocukları ile ilgilenmektedir. Ufaklıklar evin altını üstüne getirirken bir kaza sonucu biri düşüp başını vurur. Aslında çocuğun çok da önemli bir şeyi yokmuş gibi gözükmektedir ama Julieta işi sağlama almak için hastaneye gider. Ama doktorlar çeşitli nedenlerden dolayı Julieta’nın oğluna bilerek ve sistematik olarak zarar verdiğinden şüphelenmeye başlarlar. Son derece küçük bir bütçeye sahip olduğu belli olan bir film Senin Yüzünden. Ama bu küçük bütçesini son derece akıllıca kullanmış ve meselesini başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Sürekli hareket halinde bir kamera kullanımı var ve tüm sahnelerde Julieta karakterini görüyoruz. Bu karakteri canlandıran Erica Rivas’ın son derece başarılı oyunculuğu filme değer katarken zaman zaman iyi niyetli davranışların hiç hesapta olmayan sonuçları doğurduğunu görüyoruz. Sonuçta filmdeki doktorların kötü bir niyeti yok hatta tamamen çocukların iyiliğini düşünüyorlar. Ama karşılarındaki annenin söylediklerini dikkate almayıp herşeyi en kötü örnekten yola çıkarak yorumlayınca, çocuklar için iyi olanı değil kötü olanı yapma yoluna giriyorlar. Burada kadınlara olan güvensizlik de ön plana çıkan konulardan biri oluyor. Gerçekten başarılı bir yapım.

Joy:

Joy filmi bir çanta içinde sokağa bırakılan bir bebeğin görüntüsü ile açılıyor. 18 yıl sonrasına gittiğimizde ise annesinin üzerine iğnelediği Joy ismini alan genç kızın annesini arama çabalarını izliyoruz. Annesini bulma işini mutluğunun tek anahtarı gibi gören Joy bir şekilde ona ulaştığında (ya da ulaştığını sandığında) onunla yüzleşecek cesareti de bulamıyor ve onu ve muhtemel kız kardeşini takibe alıyor. Bu arada hamile bir arkadaşı aracılığı ile annelik üzerine daha çok düşünmeye başlıyor, yalnız büyümüş bir çocuk olarak Sırp kökenli erkek arkadaşının kalabalık ailesine adapte olmakta da oldukça zorlanıyor. Başarılı çizilmiş karakterlere sahip bir filmle karşı karşıyayız. Oyunculuk açısından da sınıfı geçen bir film ama bunun dışında da çok fazla bir özelliği yok.

Gece ve Sis (Tin Shui Wai Dik Ye Yu Mo / Night and Fog):

Bir cinayet haberiyle açılan Gece ve Sis, geriye dönüşlerle bu cinayetin nasıl işlendiğine götürüyor bizleri. Film, Wong Hiu-ling ve Lee Sam’in tanışmalarını, evlenmelerini ve sonu cinayete kadar giden hikayelerini anlatıyor. Ama bunu yaparken doğrusal bir çizgi izlemiyor. Hikayenin sonu ile başladığını söylemiştim, önce evliliğin sorunlu zamanlarına dönüyoruz, sonra yavaş yavaş tanışma hikayelerine dönüyoruz ki o kısımlarda ilişkinin nasıl olup da şiddet dolu bir hale döndüğüne dair ipuçları aramaya çalışıyoruz. Hatta kısa bir süre, kadın karakterin çocukluğuna kadar gittiğimiz oluyor. Üstelik bu zamanda gidip gelmeler bazen aynı planda bile olabiliyor. Filmin anlatım yapısı bu kadarla da kalmıyor ve polisin şahitlerden aldığı ifadeler de olaya dahil oluyor. Her ne kadar aile içi şiddet üzerine çarpıcı bir hikaye olsa da bu tip konuların benzerlerini çokça izledik. Bu nedenle filme esas değerini katan da bu anlatım yapısı oluyor. Toplamda çok önemli bir film olmasa da zayıf bir festivalin iyi filmlerinden biriydi.

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Sınırdakiler: Makul Çözüm, Duyarlı Evlat: Frankenstein Projesi

Festivalin Sınırdakiler başlıklı bölümde konusu ya da sinemasal yapısı ile sıradışı bir yerde duran filmler vardı. İki filmden oluşan bu bölümdeki filmler ilk programa aldığım filmler olmuştu:

Makul Çözüm (Det Enda Rationella / A Rational Solution):

“Hepimiz yetişkin insanlarız, bu konuya makul bir çözüm bulabiliriz”. Böyle bir cümleyle başlıyor Makul Çözüm filmi. Çözüm bulunması gereken durum şu: Aynı fabrikada çalışan iki yakın arkadaş. Arkadaşlıkları sadece işyerinde sürmüyor, ailecek görüşüyorlar. Bu arkadaşlardan biri (Erland), karısı ile birlikte kiliselerinde evliliklerde yaşanan sorunlara çözüm bulmayı denedikleri bir de grup yönetirler (Amerikan filmlerinde bolca gördüğümüz terapi grupları tadında bir grup). Ama günün birinde Erland en yakın arkadaşının karısı ile bir ilişki yaşamaya başlar ve kısa bir süre sonra bu durum ortaya çıkar. Bulunan çözüm: Madem yetişkin insanlarız bu durumu bir gerçeklik olarak kabul eder, iki aile beraber yaşamaya başlarız, bir takım kurallar da koyarsak sorun yaşamadan gül gibi geçinir gideriz. İşlerin bu kadar kolay olmayacağı açık elbette. İsveç’ten gelen bu kara komedi gerçekten başarılıydı. Bir Amerikan filmi olsa sulu bir komedi olabilecek bir konu, soğukkanlı bir tavırla irdelenmiş. Komedi elden bırakılmazken bir yandan da kadın erkek ilişkileri, evlilik ve aşk üzerine de dikkate değer şeyler söyleyen bir yapım.

Duyarlı Evlat: Frankenstein Projesi (Szelíd Teremtés – A Frankenstein-terv / Tender Son: The Frankenstein Project):

Sınırdakiler başlığına tam denk düşen bir film. Konusu, çekimleri ve atmosferi ile gerçekten zor, seyirciyi sürekli belli bir mesafede tutan ama sabredene gerçekten keyif verebilecek bir film. Adından da anlaşılabileceği gibi bir Frankenstein uyarlaması ile karşı karşıyayız ama epey serbest bir uyarlama. Hikaye günümüzde geçiyor ve canlandırılan ölüler gibi bir konsept yok ama kendine hakim olamayıp cinayet işleyen ama esas amacı sadece sevgi aramak olan evlat teması yerli yerinde duruyor. Canavar yerinde 17 yaşında etrafla iletişimi çok sınırlı bir genç görünürken Dr. Frankenstein’e karşılık gelen karakter ise bu gencin babası olan bir film yönetmeni. Ki bu karakteri gerçekte bu filmin de yönetmeni olan Kornél Mundruczó canlandırıyor. Hatta filmdeki yönetmenin üzerinde çalıştığı proje de Monte Cristo Kontu’nun modern bir uyarlaması. Bu şekilde gerçeğe de bir gönderme yapan film gayet yavaş ve az diyalog kullanan bir film. Doğrusu kişisel olarak benim arada kaldığım bir film oldu ve çok kişinin de çok sıkılacağı bir film olduğu açık ama bir şans verilirse hastası olacak seyirciler olacağını da düşünüyorum.

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Sıradan Yaşamlar, Sıradan Öyküler: Hileli Çarşaf, Yönetici

Festivalin Sıradan Yaşamlar, Sıradan Öyküler başlıklı bölümünde aslında pek de ortak noktası olmayan 6 film vardı. Bunlardan ikisi:

Hileli Çarşaf (L’imbroglio Nel Lenzuolo / The Trick in the Sheet):

Esasen oyuncu olan ama yönetmen olarak 90’larda bir kaç filmiyle dikkat çekip gerisini getiremeyen Alfonso Arau, bir kez daha bir dönem filmi ile karşımızda. Sinemanın ilk yıllarında bir İtalyan kasabasında yaşananlar filmin konusunu oluşturuyor. Filmin adındaki hileli çarşaf sinemayı niteleyen bir terim. O günlerde seyirciler perdede gördüklerine gerçek muamelesi yapıyorlar (ilk film gösterimlerinde seyircilerin üzerlerine doğru gelen trenden kaçmaları çok duyulan bir hikayedir). Böyle bir ortamda sinemanın arka planına hakim bir tıp öğrencisinin gizlice çektiği görüntüler epey bir kargaşaya yol açıyor. Bu görüntülerde zaten kasabada çok iyi bir şöhreti olmayan güzel bir kadın çırılçıplak olarak yer almaktadır. Bu görüntülerin gizlice çekildiğinin ayırdına varamayan kasabalı ise Marianna adlı kadının kasabalının ortasında soyunduğunu düşünür ve olaylar gelişir. Doğrusu konu olarak ilginç bir konu. Özellikle sinemaseverlerin ilgisini çekebilir ama bu konunun çok iyi işlendiğini söylemek zor. Arau’nun diğer filmleri gibi cilalı ama içi dolu olmayan bir film.

Yönetici (O Diaheiristis / The Building Manager):

Yunanistan’dan gelen bu film çok iddialı olmayan ama amaçladığı şeyi başarıyla yerine getiren filmlere bir örnek. Orta yaşlarda bir erkek olan Pavlos babasını bir kaç yıl önce kaybetmiştir. Otoriter bir annesi ve artık aralarındaki ilişkinin heyecanını yitirmiş oldukları bir karısı vardır. İki de çocuğu. Yaşadığı apartmann yöneticisi olmak zorunda kaldıktan sonra kafayı buna takar ve apartman için en iyisini yapmaya çalışır. Babası da dahil olmak üzere eski yöneticilerin bu işten kendilerine ufak tefek avantalar sağladıklarını duyunca sinirlenir ve bunun tam tersini yaparak kendinden vermeye başlar. Ama işler bir türlü istediği gibi gitmemektedir. Tam da bu dönemde genç ve güzel Gianna ile tanışan Pavlos onunla bir ilişki yaşamaya başlar ve işler iyice karışır. Samimi yapısı ve tıkır tıkır işleyen senaryosu ile başarılı bir film.

Bir ortayaş krizini gayet başarılı şekilde anlatan Yönetici’nin yönetmeni festivalin konuklarından biriydi. Babası Mersinli olan Periklis Hoursoglou gayet canayakın bir kişilik. Öğrendiğimize göre filmde kendi ailesini kullanmış. Başrolde zaten kendisi var. Filmdeki karısı ve çocukları da kendi karısı ve çocukları. Genç sevgilisi için de çok uzaklara gitmemiş. O da öğrencisi. Bu noktada filmin ne kadar otobiyografik olduğu sorusu geliyor insanın aklına. Kaçınılmaz olarak bu da soruldu ama sadece filmin çıkış noktasının yıllar önce annesi apartman yöneticisi olduğunda ona yardım etmeye çalışmasına dayandığını öğrendik. Ayrıca annesinin de filmdeki anne karakterine benzer yanları olduğunu ama zaten Akdeniz ülkelerindeki annelerin biraz böyle olduğunu da ekledi.

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Ustaların Gözünden: Montpensier Prensesi

Festivalin Ustaların Gözünden bölümünde Abbas Kiarostami, Ken Loach ve Bertrand Tavernier’in filmleri vardı. Diğerlerini vizyonda yakalayabileceğimi düşünerek sadece birini festival programıma aldım:

Montpensier Prensesi (La Princesse de Montpensier / The Princess of Montpensier):

Bertrand Tavernier bu yeni filminde klasik ama biraz fazlaca klasik bir tarihi filme imza atmış. Biraz fazla klasik çünkü türe herhangi bir yenilik getirmediği gibi öne çıkan örneklerinden biri de olamıyor ama bir tarihi film için bir eksiği de yok doğrusu. Türü seven benim gibi seyircilerin 139 dakikalık süresine rağmen sıkılmadan izleyebileceği bir filmken türden zaten pek hazzetmeyenler epeyce sıkılabilir. Filmin konusu ise 16. yüzyılda protestan-katolik savaşı döneminde geçiyor. Ailesinin zorlaması ile sevmediği (daha doğrusu, doğru dürüst tanımadığı) bir prensle evlenen genç bir kız filme adını da veren baş karakterimiz. Çevresindeki erkekler de diğer karakterleri oluşturuyor. Bu karakterlerden en ilginci Lambert Wilson’un canlandırdığı Kont Chabannes. Savaşta bir kaç kez saf değiştiren ama geldiği noktada şiddete tövbe eden ve önce prensin sonra da prensesin akıl hocalığını yapan bu karakter filme asıl değerini katıyor. Prenses ile arasındaki dile getirilemeyen platonik aşk meselesi de son derece iyi verilmiş. Bu karakterin şiddetle hesaplaşması dışında filmin diğer bir odak noktası da başta tümüyle fiziksel dürtülerle hareket eden genç bir kız olan Marie’nin zamanla fiziksel değil ruhsal bir doyum peşinde olması. Yaş almış ama karizması gayet yerinde diyebileceğimiz Lambert Wilson ile genç ve güzel Mélanie Thierry’nin uyumu da gayet iyi. Ama işte kamera arkasında Tavernier var denince insan daha fazlasını umuyor.

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Avrasya Sinemaları-Gürcistan: Çatışma Bölgesi, Üç Ev

Gürcistan Sineması’na ayrılan Avrasya Sinemaları bölümünden iki film:

Çatışma Bölgesi (Konpliktis Zona / The Conflict Zone):

1990’ların başında tam bir çatışma bölgesi haline gelen Gürcistan’dan bir hikaye. Hayatları bir şekilde kesişen sokaklarda yaşayan bir çocuk ve bir tetikçinin hikayesini anlatan film hakkında çok fazla bir şey söylemem mümkün değil. Festivalde izlediğim bir film olduğunu atlamamak için buraya kayıt düşüyorum ama hasta olduğum bir günün akşamnda izlediğim bu filme konsantre olmakta çok zorluk çektiğim için olumlu ya da olumsuz bir yorum yazmaktan kaçınıyorum.

Üç Ev (Sami Sakhli / Three Houses):

Gürcistan Sinemasından gelen hoş bir sürprizdi Üç Ev. Bir tablo etrafında farklı zamanlarda dönen 3 hikayeyi anlatan film bir anlamda 3 kısa filmin toplu hali olarak da görülebilir. İlk hikaye “İki Baykuş” adı verilen bu tablonun yapıldığı dönemde (19. yüzyıl) geçiyor ve bir adamın bir süre önce ölmüş olan karısının bu tabloyu daha yeni çizmiş olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. İkinci kısım ise İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçiyor ve söz konusu tabloyu sevgilisinin kollarında ölen kocasının dairesinde bulan bir kadının hikayesini anlatıyor. Son bölüm ise günümüzde geçiyor ve resmi çizen kadının torununun tabloyu geri alma çabalarına şahit oluyoruz. Toplamda çok çok iyi bir film değil belki ama mütevazi bir film için epey başarılı bir noktada olduğunu söylemeli.

Antalya Altın Portakal 2010 İzlenimleri – Pelikülün İzinde: Enis Aldjelis-Doğunun Çiçeği, Kayalığın Altında

Pelikülün İzinde başlıklı bölüm bu yılki Altın Portakal’ın en ilginç bölümlerinden biriydi. Sessiz sinema döneminden gelen ve yıllarca kaybolduğu düşünülen dört filmin gösterildiği bu bölümde iki film izledim:

Enis Aldjelis, Doğunun Çiçeği (Enis Aldjelis, die Blume des Ostens / Enis Aldjelis, Flower of the East):

1917 yapımı yıllardır kayıp olarak bilinen bu film yakın zamanda Hollanda’da bulundu ve restore edildi. Böyle bir filmin varlığı biliniyordu belki ama herhalde yakın zamana kadar izleyen pek kimse yoktu. O kadar ki 93 dakikalık bir film olmasına karşın IMDB’de kısa film olarak geçiyor. Filmin bizim için önemli bir noktası da İstanbul’da çekilmiş olması. Film sadece bu iki özelliğiyle bile ilgiyi hakediyor. Doğruyu söylemek gerekirse konusu, oyunculukları ya da sinema tarihi açısından da fazlaca ilgiyi hakeden bir tarafı yok. Gece hayatına düşkün Ahmet Bey, babasının ölüm döşeğinde kendisine söylediklerini dikkate alarak dilenci kılığında sokaklarda dolaşmaya başlar ve burada Enis Hanım’a aşık olur. Birbirlerini seven gençler evlenirler ama kötü adamlar aralarına girer ve bir takım yanlış yönlendirmelerin de etkisiyle mutlulukları bozulur ve olaylar gelişir. O yıllar için bile eskimiş bir konu olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle normalde o yılların İstanbul’una nostaljik bir bakış atmak isteyenler ve sinema tarihine özel bir ilgi duyanlar dışında tavsiye edeceğim bir film olmazdı.

Ama (büyük bir ama), bu film Altın Portakal’da Baba Zula’nın canlı müziği eşliğinde gösterildi ki işte bu filmi izlemek için çok büyük bir neden. Zaten sırf Baba Zula’nın müziği nedeniyle böyle bir filme hiç ilgi duymayacak seyircileri bile salonda gördük (hatta bir kısmının bir film gösterimi olacağından bile haberi yoktu). Aslında Baba Zula film için özel besteler yapmamıştı sanki. Belki aralarda biraz vardı ama çoğunlukla eski eserlerini duyduk. Yine de belli ki film üzerinde çalışmışlar ve müzik yaparken bir film müziği yaptıklarının bilincinde idiler. Sadece vokalli bazı şarkıların filme çok oturmadığını söylemek gerek. Ayrıca film sonunda 15-20 dakika kadar Baba Zula’nın filmden bağımsız performansını da izledik ki bence o da çok başarılıydı ve iyi bir final oldu. Yine de kimi sinemaseverlerin de buraya sadece film izlemek için geldik, bu sondaki şovun sırası mıydı diye düşündüklerini de biliyorum.

Kayalığın Altında (Beyond the Rocks):

1922’de çekilen bu film ise benzer şekilde uzun süre kayıpken yine Hollanda’da bulunan bir film. Üstelik başrollerinde dönemin iki starı olan Rudolph Valentino ve Gloria Swanson oynadığı halde kaybolmuş bir filmden bahsediyoruz. Bu film için de bu iki oyuncuyu bir arada görmenin keyfini yaşamak için izlenmesi gereken bir film demeli. Elbette bugüne göre çok farklı bir oyunculuk tarzından bahsediyoruz ama yine de her ikisi de kendilerindeki o star kumaşını filme yansıtıyorlar. Zaten film öncesinde ufak bir sunumunu izlediğimiz Martin Scorsese de benzer bir yorum yapıyordu.

Filmin konusuna baktığımızda ise çok farklı bir şey görmüyoruz. Mecburiyetlerden dolayı zengin ve yaşlı bir adamla evlenen genç bir kız ve sonradan aşık olduğu bir asilzadeden oluşan bir aşk üçgenini izliyoruz. Çok orijinal bir konu değil belki ama gayet iyi anlatılmış. Dönemi için iyi bir film, günümüzde de hala izlenebilir bir seviyede olduğunu söylemek lazım.Görüntüler de epeyce elden geçirilmiş olsa da hasarlı yerleri de belirliydi. Ama asıl problem ses bandında yapılan restorasyon çalışması idi. Arka plan için bir müzik yazılmış ve bu standart bir uygulama zaten. Ama bir de arka plan sesleri eklenmiş ki bu hiç hoş olmamış kanımca. Sessiz bir filmde arkada çatal bıçak sesleri, fısıldaşmalar ya da ezan sesleri duymak gereksiz, daha da ötesi kötü olmuş.


Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Ekim 2010
P S Ç P C C P
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: