Pandemi döneminde sinema sektöründe yeni gelişmeler İstanbul Film Festivali – Aralık Seçkisi AB İnsan Hakları Film Günleri İnsan Hakları Belgesel Film Günleri Dostluk Kısa Film Festivali Online platformlardan öneriler: – Yedi (Se7en) – Sarmaşık – Dora ve Kayıp Altın Şehri (Dora and the Lost City of Gold) – Yeni Baştan (La Belle Époque)
Şu aralar sinema gündemi vizyondaki filmlerden ziyade, ertelenen filmlere ve online platformlardaki filmlere ve festivallere kaymış durumda. Bir diğer gündem ise bu durumda sinema salonlarının önümüzdeki dönemde durumunun ne olacağı. Avrupa’da pandeminin ilerlemesi ile birlikte, pek çok ülke sinema salonlarını, en azından bir ay süre için, tekrar kapama kararı aldı. Bizde henüz tümüyle bir kapanma söz konusu değil, ancak farklı sektörlerde olduğu gibi, sinemaların da 22.00’a kapanmasına karar verildi. Son seansların başlama saatlerinin 19.00-20.00 arasına çekilmesini gerektiren bu karar, pratikte günlük seans sayısının azalması anlamına geliyor. Son seanslar zaten belli filmler dışında çok fazla dolmadığı için, bu durumun seyirci sayısı üzerinde çok fazla etkisi olmayabilir. Asıl sorun, sinemalara gelen seyirci sayısının genel anlamda, beklenenin çok üzerinde bir düşüş göstermesi.
Elbette pandemi döneminde seyircilerin kapalı ortamlarda uzun süre kalmak istememesi son derece anlaşılabilir bir durum. Ancak tiyatro salonlarının kapasite kuralları dahilinde olsa da dolduğu düşünülürse, sinemalardaki seyirci azlığının tek nedeni bu değil sonucuna varabiliriz. Demek ki, kapalı ortamlara girmeyi göze alabilecek olan seyirci, sinema salonlarında beklediği filmleri bulamıyor. Ya da cümleyi şöyle kuralım: Sinema salonlarınki filmler, seyircide kapalı ortamlara girme riskini alabilecek bir etki yaratmıyor.
Bir dönem Tenet’in bu etkiyi yaratması umulmuştu ama olmadı. Her ne kadar, mevcut filmler içinde belli bir seyirciye ulaşsa da belli ki yeterli değil. Bu kadar büyük bütçeli bir film, tüm dünyada da umulan seyirci sayısına ulaşmayınca (özellikle Amerika’da) Hollywood stüdyoları tüm büyük bütçeli filmleri ertelemeye başladılar ve buna devam ediyorlar. Demek ki çıkış yolu bu değil. Klasiklerin fena seyirci çekmediği söylenebilir ama onlar da özellikle çok salonlu sinemaları döndürebilecek gibi gözükmüyor. Festival filmleri adı altında toplanabilecek filmler de yine bağımsız sinemalar için kısmi bir çözüm olsa da tek başına yeterli değil. Bu durumda, elimizde aslında 2000’lerin başından beri sinema salonlarının asıl seyirci kaynağı olan, popüler yerli filmler kalıyor.
İşin bu tarafında yapımcılar şu anki ortamda iddialı filmlerini vizyona sokmak istemiyorlar. Burada tipik bir yumurta-tavuk ilişkisi var aslında. Sinema salonlarına seyirci gelmeyince, iddialı filmler vizyona girmiyor, iddialı filmler vizyona girmeyince de sinema salonlarına seyirci gelmiyor. Bu kısır döngü içinde geçtiğimiz haftalarda önemli bir olay yaşandı. Sinema salonlarına gelmesi beklenen iki film, Ezel Akay’ın 9 Kere Leyla’sı ve Taylan Biraderler’in Azizler’i Netflix’e satıldı. Doğal olarak sinema salonları bu durumdan memnun kalmadılar. Ama yapımcılar da harcadıkları paranın karşılığını salonlarda bulamayacaklarını düşünüyorlar ve şu an için online platformlar, onlar için bir çıkış yolu oldu belli ki. Herkesin kendi açısından haklı olduğunu söylemek lazım ama sanırım ben bu konuda sinema salonları tarafına biraz daha yakınım. Bu ve benzeri filmleri sinema salonlarında izlemek isterdim ve yapımcıların şu anda olmasa da bir süre sonra bizleri, bu filmlerle sinema salonlarında buluşturmasını tercih ederdim. Pandemi kısa zamanda bitmeyeceğine göre en azından, çok büyük bütçeli olmasa da belli bir seyirci potansiyeli olan filmlerin bu riski alması gerektiğini düşünüyorum. Sanırım şu an bu riski alanlar, sadece sıfıra yakın bütçesi olan korku filmleri, ki onlar için büyük bir risk de yok zaten.
Peki, kısa ve orta vadede neler olabilir? Pandemi kısa zaman içinde bitecek gibi gözükmüyor. Bu durumda sinema salonları da bekledikleri, seyirci çekecek filmleri bulamayacak gibi. Eğer salonlar kapamak istemiyorsa, ilk akla gelen çözümler, giderleri azaltmak olacak doğal olarak. Çok salonlu komplekslerin açık salon sayılarını ve/veya seans sayılarını daha da azaltmaları öngörülebilir. Ne yazık ki bunun sonucu da salonların daha az sayıda personele ihtiyaç duymaları olur. Şu an bile sinemaların bir kısmı, çift mesaiden tek mesaiye düşmüş durumdalar. Sinemaların hiçbir personelini çıkarmadan bu süreci atlatmasını umarım ama süre uzadıkça çok mümkün olmayacak gibi.
Kısa ve orta vadedeki diğer çözüm ise gelirleri arttırmak. Bunun için alternatif çözümler bulmak gerekli ki, aslında bu konuda bağımsız sinemalar daha şanslı olabilir. Sinemayı sadece film izlenen bir mekânın dışında, sinema hakkında konuşulan ve tartışılan, hatta bir şeyler öğrenilen ve öğretilen bir yer yapmak önemli. Şu an online ortamlar kullanılarak yapılacak bu tip faaliyetler, ilerde fiziksel olarak da yapılabilir. Bu durumda seyirci o sinemayı kendisine ait bir mekân olarak sahiplenebilir ve ona farklı şekillerde katkıda bulunmayı önemseyebilir.
Elbet bu pandemi bitecek. O zaman bu hamleleri yapan sinemaların ayakta kalma şansları daha yüksek olacaktır diye düşünüyorum. Peki o zaman nasıl bir ortam olacak? Hadi bir tahmin yapalım. Bir defa büyük bütçeli filmler ortadan kaybolmayacaktır. Sinemanın eğlence tarafına hitap eden bu filmler, mutlaka salonlara seyirci çekmeye devam edecektir. Bugün o filmler çizgi roman uyarlamalarıdır, yarın savaş filmleri olur, ilerde bilim-kurgular, polisiyeler olur ama seyirci zevklerine göre türleri değişse de popüler filmler hep olur ve bunlar sinema perdesinden seyircisi ile buluşurlar.
Bir de Türkiye’de şu anda Başka Sinema’nın marka etkisi ile anılabilecek olan türde filmler var. Büyük film festivallerinde gösterilip ödül almış ya da daha önce bu festivallerde gösterilmiş filmleri olan ünlü yönetmenlerin yeni filmleri. Bu filmlerin de belli bir seyirci kitlesi var. Belki yukarıda söz ettiğim filmler kadar çok salonda gösterime girmeyecekler, toplamda o kadar seyirciye ulaşmayacaklar ama salon başına çektikleri seyirci sayısı daha tatminkâr olacak. Bu filmler de sinema salonlarında yerini bulmaya devam edecektir diye düşünüyorum.
Peki ortada kalan filmler, yani çok fazla benzerini izlediğimiz orta bütçeli aksiyonlar, korku filmleri, romantik komediler vs. İşte onların yeni mecraları online platformlar olacak gibi duruyor. Pandemi bittikten sonra da seyircide, bu filmleri sinema salonunda izlemeliyim hissi uyanmayacak. Belki de böylesi daha iyi olacak. Vizyona giren film sayısı düşecek ve filmlere daha spesifik bir seyirci kitlesi gidecek.
Bu günlerin hepimiz için sağlıklı bir şekilde bitmesini umarak, bekleyelim görelim diyelim.
Ankara’dan etkinlikler:
Polonya Filmleri Festivali: 5-8 Kasım arasında düzenlenen olan bu festivalde, Büyülü Fener Sineması’nda 5 uzun, 6 kısa metrajlı Polonya filmi gösterilmekte.
Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası: 11-17 Kasım arasında düzenlenecek olan bu festivalde, 7 İtalyan filmi gösterilecek. Gösterimler Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olacak. Ancak her günkü filmin, kısıtlı sayıda online gösterimi de yapılacak.
Bu yıl, İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması, geçtiğimiz yıllara göre daha çok dikkat çekti. Bunda seçkinin çok iyi olmasının yanında, bu yılki koşulların da etkisi ile filmlerin ayrı bir zamanda gösterilmesi, diğer filmlerle çakışmamasının da etkisi vardı bana göre. Çünkü genellikle, İstanbul Film Festivali’nde, hatta diğer büyük festivallerde de, gösterilen onlarca film içinde belgesel filmler biraz üvey evlat muamelesi görürler ve çok özel bir konu işlemiyorsa, belgesel meraklıları dışında çok fazla kişi izlemez. Bu seneki koşullar, bu durumu değiştirdi. Önümüzdeki yıllarda, belgesel yarışmasının gösterimlerinin farklı bir tarihe alınması, ya da fiziki festival gösterimlerinden bir süre sonra online gösterimlerinin yapılması da üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olabilir.
Gelelim filmlere. Gerçekten de bu yıl, belgeselin çok farklı türlerinde gezinen, farklı konuları ele alan, iyi filmler izledik. Diğer festivallerde de yer alan, bir süredir adlarını duyduğumuz, Mimaroğlu, Maddenin Halleri ve Ah Gözel İstanbul, bence de yarışmanın en iyi filmleriydi. Yarışma filmlerinin hepsine kısa kısa bakalım:
Mimaroğlu:
Elektronik müzik hayranları dışında çok fazla kişinin tanımadığı ama alanında çok önemli bir figür olan İlhan Mimaroğlu’nun ve eşi Güngör Mimaroğlu’nun hayat hikayesini anlatan film, bildik bir biyografi belgeselinden çok farklıydı. Evet, seyirciye Mimaroğlu’nu, onun yaptıklarını ve yapamadıklarını, mutluluklarını ve hayal kırıklıklarını anlatıyordu ama bunları neredeyse tümüyle Mimaroğlu’nun kendi arşiv görüntüleri üzerinden yapıyordu. Serdar Kökçeoğlu, filmindeki görüntüler ile Mimaroğlu’nun müziğini öyle bir şekilde birleştiriyordu ki, o müziğin sinemasal karşılığını buluyordu adeta. Özellikle buluntu görüntülerin nasıl kullanılabileceği konusunda çok başarılı bir örnekti.
Maddenin Halleri:
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin koridorlarında, adeta bir hayalet gibi dolaşan kamerasıyla, Maddenin Halleri, hepimizin bir numaralı önceliğinin sağlık olduğu bu günlerde ayrı bir anlam kazanıyordu ama ondan bağımsız olarak da son derece başarılı bir filmdi. Kamera kendini unutturmuyor ama sağlık çalışanlarına da asla müdahale etmeden sessizce dolaşıyordu. 1-2 sahne dışında hastane personeli kamerayı görmüyordu adeta. Yine de kameranın orada olduğunu bilen doktorlar, zaman zaman normalden farklı davranıyorlar mıydı? Bazı yerlerde bunu hissetsek de bu konu belgesel sinemada hep tartışılan ve bu yazının sınırlarını aşacak bir boyut. Yine de hastanenin doğallığını yakalamış diyebiliriz. Yönetmen Deniz Tortum’un bu doğallığı yakalamasında ve bazı sahneleri çekmek için izin alabilmesinde, babasının o hastanede doktor olmasının da etkisi var muhakkak. Bir tek sonlara yakın imam bölümünü sevmediğimi, daha doğrusu, filmin dokusuna uygun bulmadığımı söyleyebilirim. Filmde, o sahne dışında, doğrudan kameraya konuşan kimse yoktu çünkü.
Ah Gözel İstanbul:
Zeynep Dadak’ın Ah Gözel İstanbul’unda, bu kez İstanbul’un içinde hayalet gibi gezen bir kamera ile tanıştık. Filmde, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın, 300 yıllık bir eserinden yola çıkılıyor ve kamera onu kılavuz alarak, İstanbul’da bir yolcuğa çıkıyor. Bu yolculukta ses bandı ile görüntüler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, kentin değişen ve değişmeyen unsurları üzerinden bir anlam kurarken Dadak bu değişimi, bağırmadan vurgulamayı da başarıyor. Finale doğru, anlatıcı sesinde yaptığı bir değişiklik de filme bakışımızı farklı bir noktaya getiriyor. Filmin görüntü yönetmeninin Florent Herry gibi önemli bir isim olduğunun hissedildiğini de vurgulayalım.
Atık Sözlüğü:
İstanbul’a dair bir diğer belgesel de Atık Sözlüğü idi. İstanbul’un çöplerinin, geri dönüşümün, ikinci elcilerin konu edildiği bu belgesel, Artık İşler Kolektifi’nin bir ürünüydü. Artık İşler Kolektifi, ülkede olan farklı olayları belgeleyip, bundan farklı bütünlükte eserler çıkaran bir yapı. Bu film de aslında birbiriyle doğrudan ilgilisi olmayan, hatta çok farklı zamanlarda çekilmiş bazı görülerin ortak paydada birleştiren bir yapım olmuş. Yine İstanbul’un değişimi ve yanlarından geçerken bir görmediğimiz insanlar üzerine, başarılı bir belgeseldi.
Asfaltın Altında Dereler Var:
Kentlerin değişimi ile ilgili bir diğer belgesel de Ankara’dan geldi. Asfaltın Altında Dereler Var, Ankara’nın belli bir yaşın altındaki sakinlerinin bilmediği bir konuyu, başkentin bir zamanlar dereler ile çevrelenmiş bir şehir olduğunu anlatıyordu. Zamanla bu dereler, asfaltların altında kalmış ve lağım suları ile birleşmiş ve bu plansızlık, şehrin şu an yaşadığı sorunların bir kısmına da yol açmış. Yasin Semiz’in filmi, daha klasik yapıda bir belgeseldi ama hedeflediği de buydu zaten. Şehir plansız gelişimine dikkat çekmek ve uzmanların bu konudaki görüşlerine de yer vererek bu konuda bir farkındalık yaratmak. Amaçladığı noktaya da ulaşıyordu.
Kuyudaki Taş:
Kuyudaki Taş, daha önce de farklı festivallerde karşımıza çıkmış, hatta Adana’da ana yarışmada yer almış bir belgeseldi. “Deli” olarak tanımladığımız insanları konu eden bu film, onların kendi içlerindeki mantık dünyasını karşımıza getirirken, biz “normal” insanlarla, onlar arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu da gösteriyordu. Anlattıkları şeyler kimi zaman güldürse de belgeselin onları bir mizah unsuru olarak kullanmaması da takdir edilmesi gereken bir konuydu. Biraz fazla uzadığı ve bazı tanınmış oyuncuların kullanılmasının filmin akışını bozduğu yönündeki itirazım devam ediyor ama başarılı bir yapımdı.
Kadınlar Ülkesi:
Şirin Bahar Demirel’in Kadınlar Ülkesi ise kentsizlik ve bir yere ait olamama üzerine bir belgeseldi. Yönetmenin kendisini de doğrudan filmin içine kattığı bu yapım, Amerika’da yaşayan bir Türk’ün yine orada yaşayan Suriyeliler hakkında çektiği bir belgeseldi. İki durum arasında ortaklık kuran Demirel, yuva nedir kavramını da sorguluyordu. Suriyeli kadınların konuştuklarını eksik ya da yanlı çeviren erkekler gibi detaylar ve sürekli gülümsemesi ile dikkat çeken bir kadının, vatanını anımsatan bir yerde gözyaşlarını tutamaması gibi yakalanmış anlar, filmin güçlü noktalarıydı.
Miss Holokost Survivor:
Eytan İpeker’in Miss Holokost Survivor’u ise bambaşka coğrafyadan gelen bir filmdi. Yönetmen, İsrail’de 10 yıldır düzenlenen bir güzellik yarışmasını konu ediyordu. Ama bu güzellik yarışması, 70-80, hatta daha büyük yaşlardaki kadınlar arasında düzenlenen bir yarışmaydı. Bu kadınların ortak noktası ise, soykırımdan kurtulmuş olmalarıydı. Yarışmanın kendisi zaten ilginçken, bu yarışmanın sağcı politikaları destekleyen bir şova dönüşmüş olması durumu daha da ilginç kılıyordu. Eytan İpeker de bu iki olayın ilginçliğinin seyirciyi de yakalayacağını düşünmüş ve araya pek bir yorum katmadan karşımıza getirmiş. Film bittiğinde seyirci olarak daha fazlasını görmek istediğimi düşündüğümü söylemeliyim. İpeker için bir not düşelim. Kendisi, Mimaroğlu ve Ah Gözel İstanbul filmlerinin de kurgucusuydu. Özellikle Mimaroğlu’nun en güçlü unsurlarından birinin kurgu olduğunu düşünürsek, bu yılki yarışmanın en önemli isimlerinden biriymiş aslında.
Tenere:
Online gösterim seçkisinde yer almadığı için adından çok söz edilmeyen Tenere’yi biz Ankara’da izleme fırsatı bulmuştuk. Hasan Söylemez’in Afrika’da geçen bir mülteci hikayesini takip ettiği film, denizi geçmeye çalışan mülteciler yerine çölü geçmeye çalışan mültecileri karşımıza getiriyordu. Söylemez’in başından sonuna kadar takip ettiği bu yolculuk bizleri farklı bir coğrafyadaki mültecilerin de bizim sıklıkla duyduğumuz hikayelerin benzerlerini yaşadığını bizlere gösteriyordu.
Muhammed Ali:
Muhammed Ali, farklı yönlerden ilgi çekici bir karakterin peşine takılıp hikayesini anlatan belgesel türüne bir örnekti. Filme adını veren Muhammed Ali, engelli bir genç. Sağır, dilsiz ve yürüyemiyor. Bu gencin yüzme sporuna başlaması ve anneannesi ve koçlarının da yardımı ile madalyalar kazanması gerçekten anlatılmaya değer bir hikâye. Fakat filmin başından itibaren, izlerken bir yapaylık, olmamışlık hissettim. Gerçek karakterlerin büyük kısmının kameraya oynadığı hissinden kurtulamadım. Sonradan araştırdığımda yönetmenlerin, Muhammed Ali ile bir gazete haberi ile tanıştıklarını söylediklerini gördüm. O gazete haberinde de Ali’nin 5 madalya kazanmış olduğu yazıyor (doğru haberi bulmuşsam). Halbuki filmde, Ali’nin yüzmeye ilk başlamasını ve ilk madalyasını kazanmasını izliyoruz. Bu durumda filme, kişilerin kendilerini oynadıkları bir kurmaca demek daha doğru geldi. Belgesel kategorisine alsak bile doğallığı yakalayamadığını söylemek durumundayım.
Göbeklitepe Sakinleri:
Göbeklitepe Sakinleri ise, bölgenin önemli bir arkeolojik yer olduğu ortaya çıkmadan önce nasıl bir algısı olduğunun, ilk kazı çalışmaları sırasında yöre halkının neler düşündüğünün izini süren bir yapımdı. Bunu da o dönemleri yaşamış kişilerle yapılan söyleşiler ile yapıyordu. Konuya ilgi duyanların ilgisini çekebilir ancak diğer filmlerin yanında zayıf kalıyordu.
Ankara’dan etkinlikler:
Bu hafta Ankara’da, benim ulaşabildiğim, yeni bir sinema etkinliği yok. Ancak, 5-8 Kasım arasında Büyülü Fener’de Polonya Filmleri Festivali olacağını önden duyurmuş olalım.
İstanbul Film Festivali – Kasım Seçkisi Zeugma Film Festivali İstanbul Modern – Alman Filmleri Seçkisi Online platformlardan öneriler: – 2001: Bir Uzay Macerası (2001: A Space Odyssey) – Diego Maradona – Sibel
Geçtiğimiz hafta, İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Bölümü’ndeki filmlerin altısı hakkındaki yorumlarımı yazmıştım. Bu hafta içinde ödüller de verildi. Bunların da ışığında, kalan 6 filmden de kısa kısa bahsedelim.
Oğul-Ana (Pesar-Madar):
Festivalin seyirci ödülünü de alan bu film, İran sinemasının belirgin özelliklerini barındıran bir yapım. Özellikle çocukları ana karakterlerden biri olarak kullanmak ve açıkça söyleyemediği bazı şeyleri çocuklar üzerinden söylemek, İran sinemasının sıklıkla kullandığı bir yöntem. Bu film de adından da anlaşılabileceği gibi, bir anne ve oğlunu ana karakterler olarak ele alıyor. Hatta filmi de keskin bir şekilde ikiye bölüyor.
İlk bölümde, 2 çocuğu ile birlikte yaşayan, fabrikada çalışarak geçim mücadelesi veren bir kadının hayatına odaklanıyor. Belki de dünyanın her yerinde fabrikada çalışan yalnız bir kadın olmak başlı başına bir zorluk ama İran gibi bir ülkede daha da zor. Onunla evlenmek isteyen bir adam da var ama onun da yetişme çağında bir kızı olduğu için evlilik için, kadının oğlunun evden ayrılmasını şart koşuyor. İkinci bölümde ise bu oğlanın hikayesini izliyoruz. Oğlan, herhangi bir engellilik durumu olmamasına rağmen, belli bir süre için sağır-dilsiz çocukların okuduğu bir okula gönderiliyor ve burada gün boyu engelli gibi davranıyor.
Her iki bölümdeki konu da ilginç olsa da ikinci bölüm, sonradan ortaya çıkan birkaç detayın da yardımı ile çok daha etkileyici. Özellikle çocuk oyuncuların gayet başarılı oldukları söylenebilir ama çok düz bir sineması var. Yönetmen olarak da tanıdığımız ama bu filmde sadece senaryo yazarı olarak karşımıza çıkan Mohammad Rasoulof ise, çok sayıda konuyu filme sokmaya çalışarak, zaman zaman odak noktasından uzaklaşıyor. Benim için yarışmanın orta karar filmlerinden biriydi ama seyirci ödülü almasını anlayabiliyorum.
Öteki Kuzu (The Other Lamb):
Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska, İngilizce olarak çektiği bu ilk filminde, karşımıza feminist bir korku filmiyle çıkıyor diyebiliriz. Film, dış dünya ile neredeyse hiç ilintisi olmayan bir tarikatı anlatıyor. Tarikat lideri, kendini çoban olarak niteleyen bir erkek ve tarikattaki tek erkek de o zaten. Diğer üyeler, onun eşleri ve kızları (hiç oğlu olmaması ilginç, değil mi?). Bu iki grup birbirinden kesin kurallar ile ayrılmış ve belli görevleri var. Fakat hayatlarında başka bir erkek ile karşılaşmamış olan kızlar, büyüdükçe eş olmanın nasıl bir şey olduğunu da merak etmeye başlıyorlar. Tahmin edilebileceği gibi, çoban buna dünden razı zaten.
Szumowska, gerçek olmayan bir tarikatı anlatıyor belki ama belli ki derdi, tüm kuralların erkeklere göre yazıldığı, kadınların onlara hizmet etmek zorunda oldukları, cinselliğin erkek istemedikçe yasak olduğu, regl olmanın kirlenmek sayıldığı, sistemi sorgulayanın günahkâr ilan edildiği tüm bir dinler tarihi ile. Bu yüzden, bu adam, kadınları böyle bir düzene nasıl ikna etti sorusuyla da çok ilgilenmiyor. Gerçekten çok iyi çekilmiş bir film. Online takip ettiğimiz yarışmanın, keşke sinema perdesinde izleseydik dediğim filmlerinden biri. Ancak hikâyenin nereye doğru gideceği, fazlaca belli. O yüzden bir merak ya da heyecan unsuru yaratmakta zorlanıyor.
Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Temizleyici (Chico ventana también quisiera tener un submarino):
Bu yıl yarışma seçkisinde fantastik temalar içeren film sayısı az değildi. İsmiyle ilk anda dikkat çeken bu film de onlardan biriydi. Film birbirinden bağımsız üç dünyayı, bir şekilde birbirine bağlıyor. Lüks bir yolcu gemisinde çalışan bir genç, Güney Amerika’da bir şehirde yaşayan bir kadın ve Filipler’de bir ormanda yaşayan insanlar. Spoiler olmaması için ne şekilde olduğunu anlatmayacağım ama yazar/yönetmen Alex Piperno, bu üç dünyayı zekice bir şekilde birbirine bağlamayı başarırken, çok büyük bir bütçe kullanmadan da fantastik bir film yapılabileceğini göstermiş. Ancak filmin süresi kısa olsa da (80 dk.) o süreyi tam anlamıyla doldurabildiğini de söylemek zor. Uzun metraj sınırlarına çıkmasa daha başarılı bir film olabilirmiş. Yine de kurduğu dünya ve sakin tonu ile yarışmanın ilginç filmleri arasına aldım. Filmi hiç sevmeyenler vardı ama jürinin özel ödül verdiğini de unutmayalım.
Koza (Kokon):
Almanya’dan gelen bir büyüme ve kendini keşfetme öyküsü. Merkezinde üç genç kız olsa da temel olarak, onların en küçüğü olan 14 yaşındaki Nora’nın hikayesine odaklanıyor. Kurduğu doğallık ve hikayesine yaklaşımı ile kötü bir film değil ama benzerlerini çok fazla izlediğimiz bir hikâye. Hatta, Nora’nın yeni tanıştığı aykırı genç kız ile ilişkisi, bana fena halde Mavi En Sıcak Renktir’i hatırlattı. Tam da o filmdeki gibi bir pride yürüyüşü sahnesi bile vardı örneğin.
Özellikle başrolde Lena Urzendowsky, ilerde kendisinden söz ettirebilecek bir oyuncu olduğu ışığını veriyor (Dark’tan da hatırlanabilir). Diğer oyuncular da fena değil. Hikâyenin geçtiği Kreuzberg’in Türk mahallesi olmasının da etkisiyle, bölgedeki Almanların da bazı Türk deyimlerini benimsemiş olmaları da güzel bir detaydı (Kur’an üzerine yemin edilmesini, önce çevirideki tuhaflık sanmıştım ama öyle değilmiş). Ama tırtıl metaforunun aşırı klişe olmasından başlayan, ben bu filmi izledim hissi hiç yok olmuyor ne yazık ki.
Kuş Dili (Mowa ptaków):
Andrzej Zulawski, özellikle son filmi Cosmos’un kaotik yapısı nedeniyle çok eleştirilmişti. Vefatından sonra onun senaryosunu çeken oğlu Xawery Zulawski da babası ile aynı yolu tercih etmiş ve aynı eleştirileri de aldı. Eleştirilere katıldığımı söylemek zorundayım. Farklı karakterlerin hikayelerini takip eden Kuş Dili, bu hikayeleri doyurucu bir toplama götüremediği gibi, karakterler üzerinden de derli toplu bir anlatım kuramıyor. Benzer şekilde, biçimle içerik arasında da bir uyum yok. Örneğin, bazen göze hoş gelen, bazen rahatsız edici kamera açıları ve hareketleri kullanılmış ama bunların filmin yapısı içinde neye hizmet ettiği anlaşılamıyor.
Filmin en hoşuma giden tarafı, diğer filmler ve baba Zulawski ile kurulan bağlantılar idi. Onun filmlerine yapılan göndermeler bir yana, Possession filminden bir sahne bile izliyoruz. Fakat bu bölümler fena halde bir oğulun, babasına sunduğu saygı gibi duruyor. O yüzden senaryoya, oğul Zulawski’nin de katkısının olduğunu ama yine babasına saygıdan ötürü, kendi adını senaryoya eklemek istemediğini düşünüyorum.
Sanctorum:
Yarışma filmlerinin en sonuncusu, en heyecan vericisi oldu. Daha ilk sahnelerden keşke sinema perdesinde izleseydik dedirten Sanctorum, Meksika’da uyuşturucu kartelleri ile askerler arasında kalmış bir kasabanın insanları arasında geçiyor. Belki bu insanlar yaşadıkları toprağı terk etseler, karşılaştıkları sorunların hepsi bitecek ama bunu kabul etmiyorlar, kalıp direnmeyi seçiyorlar. Yönetmen Joshua Gil, bu hikâyenin içine mistik bir boyut da katmış. Zaten daha filmin ilk başlarında duyulan sûr borusu benzeri ses, bir kıyamet sinyalini veriyor. Buna doğanın kendisine zulmedenlerden intikamı da demek mümkün. İşin fantastik boyutu, film ilerledikçe artsa da gerçeklikle bağlantısını da hiç koparmıyor.
IMDB’ye göre filmin oyucularının hepsinin ilk oyunculuk deneyimleri. Büyük ihtimalle, profesyonel oyuncular değil, o yörede yaşayan insanlar hepsi. Özellikle diyalogların ön plana çıktığı bazı sahnelerde, bu amatörlüğün hissedildiğini söylemek lazım. Filmin başlarındaki bazı sahnelerde, oyuncuların ezberledikleri metinleri tekrarlamaya çalıştıkları çok belli oluyor. Neyse ki film gücünü daha çok doğa içinde geçen, diyalogsuz sahnelerden alıyor. Filmin aynı zamanda görüntü yönetmenliğini de üstlenen Joshua Gil, belli ki görüntü ve ses tasarımı üzerine çok emek vermiş. Filmin Türkiye dağıtımcısı var mı bilmiyorum ama umarım ileriki günlerde, beyazperdede deneyimleme şansımız da olur.
Ankara’dan etkinlikler:
Cermodern Açık Hava Sineması: Cermodern, Ankara’da havaların bir miktar düzelmesi sonrasında açık hava gösterimlerine geri döndü. 24 Ekim’deki Deri Ceket (Deerskin) filmi ile gösterimler devam ediyor.
Fransız Kültür Merkezi, Sinema Kulübü: 24 Ekim Cumartesi günü, Comme des garçons isimli, Fransa’nın ilk kadın futbol takımını konu alan filmin gösterimi yapılacak. Çok beklendik gelişse de sevimli bir komedi diyebiliriz.
Haftaya İstanbul Film Festivali’nin online seçkisindeki filmlerin devamında görüşmek üzere.
Sinemalar Yeniden Kapanıyor İstanbul Film Festivali – Kasım Seçkisi Suç ve Ceza Film Festivali Haftanın Filmleri: -İki Gözüm Ahmet -Şans Tanrıçası (La Dea Fortuna) -Sıra Dışı (Freaky)