Bamui haebyun-eoseo honja (On the Beach at Night Alone):
Yazarın Hong Sang-soo ile imtihanı. Güney Kore’nin 90’ların ortalarından beri film çeken ama özellikle son yıllarda adı daha fazla duyulmaya başlayan ismi Hong Sang-soo ile bir dargın, bir barışık bir ilişkimiz var. Bir filmini seviyorsam diğer filmini sevmiyorum genelde. Aslına bakarsanız sevdiğim filmlerini bile yılın en iyileri arasına aldığımı söyleyemem yine de. Demek ki Sang-soo, çok sevdiğim Güney Kore sineması içinde favori yönetmenlerim arasında değil.
Sang-soo’nun hemen hemen tüm filmleri benzer özellikler içeriyor. Genellikle her filmi birkaç bölüme ayrılıyor. Bu bölümlerde aynı karakterlerin farklı yerlerdeki ya da zamanlardaki hikâyeleri anlatılabildiği gibi bambaşka karakterlerin benzer öyküleri de yer alabiliyor. Ama bu hikâyeler mutlaka bir yerinden birbiri ile ilişkili oluyor. Karakterlerden biri ya da birkaçı sinema dünyasından oluyor. Hatta büyük ihtimalle karakterlerden biri film yönetmeni oluyor ve Sang-soo’nun alter egosu olarak tanımlanabiliyor. Olay örgüsünün bir kısmı karakterler şehirde gezerken, bir kısmı da bir yemek ya da içki masasında gerçekleşiyor. Filmlerinin görsel yapısında kesmelere başvurmayan yönetmen, ilk anlarda yadırgatıcı olsa da zaman geçtikçe alışılan zoom-in ve zoom-out’lar kullanıyor.
On the Beach at Night Alone da bu özelliklerin hepsine sahip bir yapım. Filmin ilk bölümü, ana karakterimiz Young-hee’nin Hamburg ziyaretinde arkadaşı ile yaptığı geziyi kapsıyor. İkinci bölüm ise Kore’de bir akşam yemeğinde geçiyor çoğunlukla. Filmin ana karakterinin bir oyuncu, diğer karakterinin ise yine bir yönetmen olması yanında gerçek hayatta da Young-hee’yi canlandıran Kim Min-hee’nin yönetmenin sevgilisi olması, filmin gerçeklikle ilişkisine ayrı bir boyut katıyor. Bunun yanında filmin kendisine ya da yönetmenin kendi filmografisine yaptığı göndermeler de seyirciyi gülümsetiyor. Örneğin yönetmene kişisel filmler yapmanın sıkıcı olduğunu söylemesi. Ya da “çok basit görünüyor ama derine indikçe ne kadar komplike olduğunu görebiliyorsun” gibi replikler.
Peki başa dönelim. Hong Sang-soo’un yeni filmini sevdim mi? Yine beni çok yakalayamayan filmlerinden biri oldu ne yazık ki. Kim Min-hee’nin en iyi kadın oyuncu ödülü alan performansına diyeceğim bir şey yok ama film bana bir eksiklik hissi verdi. Ama aldığı olumlu yorumlar Türkiye’de gösterildiğince, sakin kafayla bir şans daha verebilirim diye düşündürüyor.
Golden Exits:
Alex Ross Perry’nin önceki filmi Queen of Earth, iki kadının depresyon ve çekişme hallerini çok iyi anlatan psikolojik bir gerilim filmiydi adeta. Daha önceki filmi Listen Up Philip ise Woody Allen çağrışımlarını çok daha fazla yakalayabileceğiniz bir filmdi. Golden Exits ile bu filmin atmosferine döndüğü söylenebilir. Film, Avustralya’dan gelen Naomi adındaki genç bir kadının Amerika’da (hatta daha özelleştirmek gerekirse New York’da) yaşayan bir grup insan üzerindeki etkisini anlatıyor. Aslında bu tip filmlerde çoğunlukla mutlu gözüken bir ailenin yaşamının dışardan gelen bir etki ile alt üst olması işlenir. Oysa burada karakterlerimiz, hayatlarına Naomi girmeden önce de çok mutlu sayılmazlar zaten. Onun gelişinin bazı şeyleri daha hızlandırdığı söylenebilir.
Naomi, Amerika’ya arşiv materyalleri üzerinde çalışan Nick’in asistanı olmak için geliyor. Nick’in karısı ve karısının kardeşi de bu ailedeki diğer karakterler. Diğer tarafta ise Naomi’yi yıllar öncesinden tanıyan Buddy ve onun karısı var. Farklı yaş gruplarından olan bu insanların mutsuz hayatlarına giren bir yabancı onları farklı yönlerden etkiliyor, belki de önünde uzun bir yaşam olan bir genç kadına bakınca kendi kaçırdıkları fırsatları hatırlıyorlar. Bu tarz, ilişkileri temel alan filmlerde çeşitli patlama noktaları görürüz genellikle. Ama Alex Ross Perry bunun tersine son derece sakin bir film yapmış. Ama bu sakinlik zaman zaman karakterlerin içinde fırtınalar kopmadığı anlamına gelmiyor. Daha çok melankoliden ve geleceğe dair farklı bir beklenti olmamasından gelen bir sakinlik.
Perry hikâyelerini anlatırken elinde Emily Browning, Adam Horovitz, Jason Schwartzman, Chloë Sevigny, Mary-Louise Parker, Lily Rabe ve Analeigh Tipton gibi başarılı bir oyuncu kadrosu var. Yine tıpkı Woody Allen filmlerindeki gibi bu başarılı oyuncular bir yap-bozun parçaları gibi birbirlerini tamamlıyorlar ve birbirlerinin önüne geçmeyen dengeli performanslar sunuyorlar. Golden Exits, Ross Perry açısından onun filmografisini tanımlayan örneklerden biri mi olacak yoksa orta karar bir filmi olarak mı kalacak? Bunu ilerleyen yıllarda göreceğiz.
Hostages:
Gürcistan yapımı Hostages, 1983 yılında ülkede gerçekleşen bir olaydan yola çıkarak yapılmış bir film. Gürcistan’ın Sovyetler Birliği’ne bağlı olduğu o yıllarda, ülke dışına çıkış neredeyse imkânsız. Bir grup genç ise ülke dışına çıkmak için, uçak kaçırmaya karar veriyor. Ancak bu girişim o kadar masum kalamıyor, uçak kaçırma çabası ve sonrasında, hem bu gençlerden hem de yolculardan hayatını kaybedenler de oluyor. O yıllarda resmi hükümet söylemi onları terörist olarak nitelerken, bugün daha romantik bir bakış açısıyla özgürlük isteyen kahramanlar olarak görülüyorlar. Yönetmen Rezo Gigineishvili, bu iki bakış açısından da uzak durmaya çalışarak ülkesi için yakın tarihli bir efsane sayılabilecek bu olayın gerçek yönlerini incelemeye çalışmış. Karakterlerin terörist olmadıkları zaten açık ama ne kadar kahraman oldukları da tartışılır. Evet, ülkeden kaçma istekleri anlaşılabilir bir durum ama bunun için onlarca kişinin hayatını tehlikeye atmış olmaları bugünden bakınca tartışmalı bir konu.
Doğrusu yönetmen bu konular üzerinde tartışmayı daha çok seyircilere bırakarak filmini iki önemli sahneye odaklamış. Düğün sahnesi ve elbette uçak kaçırma sahneleri. Özellikle düğün sahnesi bu filmin konsepti dışına çıkarıldığında bile gayet başarılı sayılabilecek bir sahne. Uçak kaçırma sahnelerinde de karakterlerin plansızlıklarının da işin içine girdiği gerilim ve karmaşa dolu anlar seyirciye yansıtılabilmiş. Burada filmin başarılı görüntü çalışmasını da anmadan geçmemek lazım. Genç oyuncular ise çok ışıltılı olmasalar da üzerlerine düşeni yapıyorlar.
Kôkaku Kidôtai (Ghost in the Shell):
Ve Ghost in the Shell’i sinemada izleme zamanı. Bilet bulamayınca bir saat boyunca ayakta bekledik, sonunda da en önden ikinci sıraya konuşlandık. Ghost in the Shell denince yanlış anlaşılmasın. Bu yıl gösterime girecek olan filmden bahsetmiyoruz. 1995 yapımı, Mamoru Oshii’nin yönettiği orijinal Ghost in the Shell. Hollywood yeniden yapımı gösterime girmeden asıl filmi tekrar izlemek istiyordum, Berlinale, bu işi sinema perdesinde yapmak için iyi bir fırsat oldu.
Bir klasik olarak yine çok fazla yorum yapmayacağım ama en iyi animelerden biri olma sıfatını hak ettiğini bir kez daha gördük. Çok başarılı aksiyon sahneleri içinde pek çok felsefi soruyu da gündeme getiren bu filmi unutulmaz yapanlardan biri de bu zaten. İnsanı insan yapan, makineden ayıran nedir, makinenin bir ruhu olabilir mi, özgür irade nerede başlar, nerede biter gibi sorular filmin içine o kadar iyi yedirilmiş ki. Bunun yanında Kenji Kawai müzikleri de filme öyle bir atmosfer katıyor ki, onlar olmadan filmi hayal etmek bile mümkün değil.
Filmi yıllar sonra tekrar izlemek onun etkilediği ve etkilendiği filmleri görmek açısından da faydalı oldu. Ghost in the Shell için çokça kullanılan “Matrix’den önceki Matrix” söylemi hiç yanlış değil. Matrix hem görsel hem de içerik olarak pek unsurunu bu filme borçlu. Zaten Wachowski’lerin inkâr ettiği bir şey de değildi bu. İzlerken Avatar, A.I. ve Ex Machina gibi pek çok film de aklımdan geçti doğrusu. Şimdi karşımızda Scarlett Johansson’lu Ghost in the Shell, orijinalinin hakkını verebilecek mi sorusu var. Fragmanlardan görsel olarak başarılı olacağı görülüyor ama korkarım orijinalinin komplike hikaye yapısı fazlaca sadeleştirilecek. Bekleyelim görelim.
André – The Voice of Wine:
Öyle çok da fazla içki kültürü olmayan bir sinema yazarı Berlinale’de neden ünlü bir şarap yapımcısı ile ilgili bir filmi de programına alır? Bu sorununun çok net bir cevabı var. Filmin gösterileceği IMAX salonunu görmek. O halde filmden önce salonun bir değerlendirmesini yapalım. Berlin’deki IMAX salonunun ülkemizdekine göre, daha doğrusu Ankara’dakine göre büyüklük açısından çok farkı yok. Ancak konfor olarak çok farklı. Koltuklar çok daha rahat. Hem öndeki sıra ile araları çok açık, hem de yan yana iki koltukta bir çantanızı, paltonuzu koyabileceğiniz bir boşluk var. Gösterilen film, bir IMAX filmi olmadığı için ses ve görüntü olarak herhangi bir değerlendirme yapamıyorum.
Filme gelelim. André Tchelistcheff, Rusya’da doğmuş ama küçük yaşta buradan ayrılmak zorunda kalmış bir isim. 1938’de Kaliforniya’ya yerleşmesinden beri tüm dünyada en ünlü şarap yapımcılarından biri olmuş ve yıllar içinde bu sektöre çok büyük katkıları olmuş. Anlayabildiğimiz kadarıyla 1994’teki ölümüne kadar yoğun bir şekilde bu işi yapmaya devam etmiş ve bugün bile şarap üreticileri için bir efsane konumunda. İyi bir şarabın, yapıldığı yılın iklim şartlarını yansıtması gerektiğini düşünüyor. Yağışlı bir iklimse onu, o yıl kuraklık varsa onu yansıtmalı, bunlar hata değil, şaraba ruhunu katan şeylerdir diyor.
André Tchelistcheff’in kardeşinin torunu olan Mark Tchelistcheff’in yönettiği film, klasik belgesel formlarına bir yenilik getirmiyor. Ralph Fiennes’ın anlatıcı olarak katkıda bulunduğu filmde André’nin iş arkadaşları, akrabaları fikirlerini aktarırken aynı zamanda onun arşiv görüntüleri de kullanılmış. Francis Ford Coppola ve Nikita Mikhalkov gibi sinema ve şarap dünyasının kesiştiği noktada duran isimleri de perdede görmek konuya fazla ilgisi olmayan bizim gibi seyirciler için güzel bir hoşluktu. Yine de filmden alınabilecek keyfin, şarap kültürüne ilgi ile doğru orantılı olduğunu söylemek lazım.
The Shining:
İşte bir klasik daha. Kubrick’in pek çok filminin kostümlerine imza atan Milena Canonero’ya verilen onur ödülü kapsamında gösterilen The Shining’i gerçekten büyük bir sinema perdesinde izlemek inanılmaz bir deneyimdi. Film öncesinde Canonero’ya ödülü verildi. Ödül verilirken Kubrick’in filmlerinin pek çoğunun yapımcısı olan Jan Harlan da sahnedeydi ve onunla ilgili anılarını anlattı. Ayrıca Canonero’nun kostümleri ile Oscar kazandığı Grand Budapest Hotel filminin yönetmeni Wes Anderson da Canonero için özel bir tebrik videosu hazırlamıştı. Canonero da onun için Kubrick’e benzettiği bir yönetmen olduğunu söyledi.
Ödül töreni sonrası The Shining’e geçtik. İlginç olan şu ki, Canonero, o çok görkemli dönem kostümleri yaptığı onlarca filmin yanında, ödül aldığı törende gösterilmek üzere aslında görünürde çok basit kostümleri var izlenimi veren bu filmi seçmiş. Demek ki gerçekten kendisinin de çok sevdiği bir film. Shining, defalarca izlediğim bir film ama sinemada, gerçek bir sinemada bir kez daha izlemek sanki ilk defa izliyormuşum hissiyatı verdi. Jack Nicholson’ın o tekinsiz gülümseyişinin tüm perdeye yayılmasını görmek insanın kanını donduruyordu adeta. Filmin giderek yükselen gerilimi, Overlook Hotel’in o bitmek tükenmek bilmeyen koridorları ve labirent bahçesi ve daha nicelerinin etkisi sinema perdesinde daha da büyüdü. Zaten en sevdiğin yönetmenler arasında en üstlerde yer alan Kubrick’i bir kez daha takdir ettim. Gerçekten de filmlerini sinema salonlarında izlenmek üzere yapmış.