Mart 2017 için arşiv

Berlinale 2017 İzlenimleri – 6. Gün: The King’s Choice, Ana, mon amour, Logan, Strange Birds, Terminator 2: Judgment Day 3D

Kongens Nei (The King’s Choice):

kings_choice

Norveç’in Oscar adayı The King’s Choice, buralara gelmedi ama Berlin’de yakalama fırsatı bulduk. Daha önce günümüzde geçen filmler yapan Erik Poppe bu kez bir dönem filmine imza atmış. Dönem, 2. Dünya Savaşı dönemi. Bu dönemde o kadar farklı ülkelerde o kadar çok şey yaşanmış ki, hâlâ yeni şeyler ortaya çıkabiliyor. The King’s Choice, sinema sanatı açısından pek bir yenilik getirmese de bilmediğimiz bir olayı anlatıyor. En azından Norveçli olmayanların bildiğini pek tahmin etmiyorum.

Film, Nisan 1940’da Nazi Almanyası’nın Norveç’e girmesi sonrası yaşananları anlatıyor. Almanlar başbakanlığa kendi kuklaları sayılabilecek bir ismi getiriyorlar ve Norveç’i büyük bir çatışma olmadan kontrol edebileceklerini düşünüyorlar. Kral 7. Haakon ise aslında sadece sembolik yetkileri olmasına rağmen, halkın isteği bu yönde olduğu için Alman işgaline karşı bir tavır sergiliyor. Bunun sonucu olarak da ailesi ile birlikte kaldığı bölge bombalanıyor ama Norveç’te direnişin başlamasında ve kararlı bir şekilde sürmesinde önemli bir rol oynuyor.

The King’s Choice da bu sene festivalde izlediğimiz bazı filmler gibi çok kendi ülkesine dönük bir film. Karakterlerin ülke tarihindeki yerleri, birbirleri arasındaki ilişkilerin yansıtılışı, gelişmelerin doğurduğu sonuçlar Norveçli bir seyirciyi bizden daha fazla etkileyecektir. Muhtemelen Erik Poppe de bunun farkında olmalı ki, filmin başına ve sonuna uzun açıklayıcı metinler koyarken, film boyunca gördüğümüz mekânları, olayların gerçekleşme saatlerini de tek tek alt yazılarla belirtmiş. Baştaki yazılar olmasa, özellikle en başlarda perdede ne olup bittiğini anlamamızın zor olduğunu kabul etsem de ara yazıların filmin temposunu kıran müdahaleler olduğunu düşünüyorum. Ancak Poppe, elindeki malzemeden dönem filmi ve savaş filmi kurallarına uygun bir yapım çıkarmış. Bu anlamda rahat izlenen bir film belki ama benzerleri arasında öne çıktığını söylemek güç.

Ana, mon amour:

ana_mon_amour

Hemen her festivalde Romanya sinemasının son yıllardaki büyük yükselişinden bahsediyoruz. Berlinale de bu kuralı bozmadı. Çocuk Pozu filmi ile tanıdığımız Călin Peter Netzer’in yeni filmi Ana, Mon Amour, izlediğim filmler içinde yarışma bölümünün en iyilerinden biriydi. Filme Ana ve Toma adlı iki gencin tutkulu aşkını izleyerek başlıyoruz. Ana’nın psikolojik rahatsızlıklarının ilk emarelerini de filmin en başında görüyoruz. Yine de özellikle Ana’nın ailesi ile tanışma kısmı epey eğlenceli bir bölüm. Hoş bir aşk filmi izleyeceğimizi düşünürken Ana’nın hastalığı ve Toma’nın ona elinden geldiği kadar yardımcı olması hikâyeyi başka bir noktaya taşıyor. Ama bununla da bitmiyor, hikâye bir anda ileri gidiyor ve Toma’yı bir psikoloğa Ana ile tanışmasını anlatırken buluyoruz. İkili evlenmiş ve çocukları olmuş, bu süreçte aralarındaki ilişkinin dinamikleri de değişmiş. Tüm film zekice kurulmuş bir flashback/flashforward yapısı ile ilerliyor. Bazen, seyirci olarak karakterlerdeki fiziksel değişikliklerden hangi zaman dilimini izlediğimizi anlamaya çalışıyoruz. Bu anlamda Netzer, filminde seyirciden de katılımcı olmasını bekliyor. İşin daha da kafa karıştırıcı tarafı, Toma’nın psikolog koltuğundan anlattıklarının, olayların onun tarafından yorumu olması, hatta bazen düpedüz rüyalarını anlatıyor. Ancak bu komplike yapıdan ortaya çıkan şey bir kafa karışıklığı olmuyor. Bu nedenle senaryo yazarlarını ve kurgucuyu tebrik etmek lazım (ki filmin kurgusu Berlin’den bir özel ödül aldı zaten).

Ancak filmin tek özelliğinin kurduğu bu komplike yapı olduğunu söylemek yanlış olur. Asıl derdi, her ikisinin de çeşitli problemleri olan iki insanın arasında yazılı olmayan belli kurallara göre kurulan ilişkinin zaman içinde ne şekilde değişebileceğini göstermek ve bu değişikliğin tarafların en azından birini (belki ikisini de) nasıl boşluğa itebileceğini irdelemek. Belki de yönetmenin kendi deyişiyle, bir ilişki kurmanın imkânsızlığını göstermek. Evet, ilişkiler açısından biraz karamsar bir bakış açısı olduğunu söylemeliyiz.

Filmin başarısını sağlayan en önemli unsurlardan biri de oyuncuları. Başta Ana ve Toma’yı canlandıran Diana Cavallioti ve Mircea Postelnicu olmak üzere tüm oyuncu kadrosu çok iyiler. Yıllara yayılan bu ilişkideki değişen ruh durumunu başarılı bir şekilde vermişler. Ayrıca film, ülkemizde gösterime girecek olursa kesileceğine kesin gözüyle baktığım bir sahnede de gayet cesurlar (o sahnedeki vücutların başkalarına ait olma ihtimali her zaman mümkün).

Neticede Ana, mon amour, ikinci izlemede farklı sonuçlar çıkarılabilecek filmlerden biri. Ben de ikinci kez izlemeyi ümit ediyorum. Türkiye’deki festivallere duyurulur.

Logan:

logan1

Bir festivalde birbirinden ne kadar farklı filmler izleyebilirsiniz sorusuna bir cevap verircesine sonraki seans için seçtiğim film Logan’dı. Hugh Jackman’ın Wolverine rolü için son kez kameraların karşısına geçeceğini defalarca açıkladığı, Deadpool sağolsun, R-rating alacağı da açıklanan (yani kandan ve küfürden kaçınılmayacağı belli olan) son Wolverine filmi Logan, Avrupa prömiyerini Berlin’de yaptı. Bir çizgi roman hayranı olarak bunu kaçıramazdım.

Önce baştan şunu söyleyelim, bir Wolverine filminin atmosferi kesinlikle böyle olmalıymış. İki Wolverine filmi boşa harcanmış. X-Men filmlerinin hitap ettiği yaş kitlesi daha düşük olabilir. Bu nedenle onlarda şiddetten kaçınılabilir ama solo Wolverine filmleri için aynı şey söylenemez. Neticede ellerinden metal pençeler çıkan ve o pençelerle savaşan bir adamdan bahsediyoruz. Herhalde o pençelerle düşmanlarının başlarını okşamıyor.

Önceki Wolverine filminin de yönetmeni olan James Mangold (ki o filmin hiç beğenilmediğini hatırlatalım), filmini çok net bir şekilde, bu bildiğiniz X-Men filmlerinden değil, bildiğiniz çizgi roman uyarlamalarından da değil demek için çektiği bir sahneyle açıyor. Hatta belki de “tamam, salona kadar geldiniz ama bu sahnedeki şiddetten ya da küfürden rahatsız olduysanız kapı yakın, halen çıkabilirsiniz” diyor. Hatta girişin hemen arkasından gelen sahnede çok da gerekli olmayan bir çıplaklık da kullanarak bunun tekrar altını çiziyor. İlk sahnelerin hikâyenin gelişimine pek de bir etkisi olmadığını düşünürsek filmin tonunu kurmak için çekildiği açık.

Asıl hikâyeyi yaşlanmış bir Wolverine, daha da yaşlanmış bir Profesör X ve çocuk yaşta bir mutantın, kötü adamlar peşlerindeyken, gerçek olup olmadığını bile bilmedikleri güvenli bir yere ulaşmak üzere yaptıkları yolculuk olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda elbette bir yol filmi ama daha çok bir western filmi. Zaten film sırasında da western referansı fazlasıyla veriliyor. Filmin en büyük artılarından biri karakterine verdiği önem. İyiden iyiye bir yalnız kovboya dönüşmüş olan Wolverine (belki de Logan demeliyiz), vahşi tarafını öne çıkarmış olsa da halen iyi adam ve kendisi ile barışma çabasında. Genç mutant Laura (X-23) belki de Logan’dan daha vahşi bir karakter ve kendini keşfetmeye çalışıyor. Ama asıl dramı, ana karakterimiz olmasa da Profesör X yaşıyor. Dünyanın en güçlü beyni, o beynini kaybediyor, yaşadıklarını unutuyor, en kötüsü beyninin o müthiş gücüne hâkim olamıyor. Filmde çok net olarak söylenmese de bunun yol açtığı sonuçlar çok trajik aslında. Filmde kötü karakterin yeterince güçlü olmadığı eleştirisi yapılabilir, doğrudur da ama önemli olanın karakterlerin kendi içlerindeki yolculuk olduğunu düşünürsek çok da büyük bir eksi değil bu.

logan2

Logan’ı türünün en iyi filmlerinden biri sayabiliriz ama bir başyapıt olarak selamlamamızı engelleyen birkaç hareket yapıyor. Çok spoiler vermeden söylemeye çalışırsak, birincisi Logan’ın en büyük düşmanının kendi karanlık yönü olduğunu cümlesini metaforik anlamından daha somut bir düzleme kaydırması, diğeri ise finale doğru hafiften bildik süper kahraman filmlerinin sularına kayması.

Hugh Jackman ve Patrick Stewart defalarca canlandırdıkları rollerine ayrı boyutlar katıyorlar. Zaten her ikisinin de iyi oyuncular olduğuna şüphemiz yok. Ama filmde her ikisinden de rol çalan bir oyuncu var. Henüz 12 yaşındaki Dafne Keen, özellikle konuşmadığı sahnelerde inanılmaz başarılı. Gözleri, yüz ifadesi ve vücut diliyle karakterinin içindeki öfke ve vahşilik ile birlikte çocukluğun masumluğunu çok iyi birleştirmiş. Akıllıca adımlar atması durumunda ilerleyen yıllarca adını çok sık duyabiliriz.

Neticede, James Mangold’un basın toplantısında da söylediği gibi, Logan oyuncak satmak için yapılmış bir film değil. Karakterlerine ve hikâyesine önem veren film. Bu nedenle seyircisini de daha farklı etkiliyor. Ayrıca bu filmi izlemek için önceki X-Men filmlerini bilmek de gerekmiyor. Tamamen kendi başına, apayrı bir film olarak da izlenebilir. Hatta öyle izleyiniz.

Drôles d’oiseaux (Strange Birds):

strange_birds

Bambaşka bir filmle yola devam. Strange Birds için, gerçeküstü öğeler taşıyan, bir Fransız romantik komedisi diyebiliriz. Fransa’nın taşra bölgelerinden Paris’e gelen 20’li yaşlarda genç bir kadının hikâyesini izliyoruz filmde. Mavie adındaki bu kadın, günlerini Paris sokaklarında gezerek ve kafelerde kitap okuyarak geçiriyor. Düşünürseniz tam da filmlerde gördüğümüz ütopik Paris klişesi. Ama bir tuhaflık da var. Zaman zaman gökyüzündeki martılar durup dururken ölüp Mavie’nin çevresine düşüyor. Bu arada bir arkadaşının yanında yaşamakta olan karakterimiz de onun evli sevgilisi ile sevişme seslerinden rahatsızlık duyuyor ve başka bir yer arıyor. Tesadüfler onu kimsenin alış veriş etmediği bir kitapçıda kendisine yardımcı olacak birini arayan 70’li yaşlarda bir adama götürüyor. Georges adlı bu yaşlı adam başta çok aksi görünse de tahmin ettiğimiz gibi zamanla yumuşuyor. İkili arasında yaşanan şeye tam anlamıyla bir aşk dememiz mümkün olmasa da birbirlerine bağlandıklarını söyleyebiliriz.

İkinci uzun metraj filmini çeken Élise Girard, seyirciye hemen tanıdık gelen karakterlerden yola çıkmış olmasına rağmen farklı bir atmosfer yaratmayı başarmış. Lolita Chammah ve deneyimli Jean Sorel’in uyumları da yerli yerinde. Yarınlara kalması zor olsa da zevkle izlenen bir film olduğunu söylemek mümkün.

Terminator 2: Judgment Day 3D:

t2

Bir zamanların efsane filmi T2, restore edilmiş ve üç boyutluya çevrilmiş halinin dünya prömiyeri ile karşımızdaydı. Yine üzerine çok konuşmaya gerek olmayan bir film. Yıllar sonra tekrar izleyince halen gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmlerinden biri olduğunu söyleyebiliyoruz. Aradan 25 yıldan fazla geçmiş ama türünde onu geçen çok az film çıkmış gerçekten. Örneğin Michael Bay nerede yanlış yaptığını görmek için defalarca T2’yu izleyebilir. Artık klasikleşmiş bir film olduğuna göre yine uzun uzun bahsetmeyi gerekli bulmuyorum ama restore edilmiş hali ve yıllar sonra tekrar izlemek ile ilgili birkaç yorumda bulunayım:

  • Filmin sonunda James Cameron, canlı bağlantı ile aramıza katıldı ve filmin 3 boyutlu halini çok övdü. Beklenti çok olmasın derim. Sonradan 3 boyutluya çevrilen filmler ile arasında çok bir fark yok. Vizyona girdiğinde 3 boyutlu hali için değil, bu klasiği tekrar (ya da ilk kez) sinemada izlemek için gitmeli.
  • Filmin ses ve görüntü olarak restorasyonu çok başarılı, sinemada izlenmesi gereken filmlerden biri olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Tabii ki türü seviyorsanız.
  • Ne varsa mekanik efektlerde var. Zamanında ayılıp bayıldığımız o likit metal T-1000 modelinin efektleri bugünden bakınca eski ve basit kalmış. O mekanik T-800 efektleri ise hâlâ taze (orada hiç bilgisayar efekti yok anlamına gelmiyor tabii ki).
  • Elbette filmin yıldızı Arnold ama Linda Hamilton da filmin can damarı. Filmin duygusal tüm ağırlığı onun üzerinde olduğu gibi, ilk filme göre geçirdiği değişim de halen etkileyici. Sinema perdesinde daha fazla görmek isteriz. Bu arada Cameron’un eski eşi Hamilton ile ilgili bir anısını anlatırken sesin kesilmesi talihsizlik oldu ama en azından “Linda’yı kızdırmamaya bakın” dediğini duyduk.

Kategoriler

Arşiv

Twitter’da ben…

Blog Stats

  • 301.306 hits
Mart 2017
P S Ç P C C P
 12345
6789101112
13141516171819
20212223242526
2728293031  
Sinema Manyakları blog'u Hasan Nadir Derin tarafından hazırlanmaktadır.

%d blogcu bunu beğendi: